Friday, November 2, 2007

Tarım Kimyasalları ve GDO Gerçeği


Tarım Kimyasalları ve GDO Gerçeği - Arca Atay

Tarım İlaçları Kongresi
25 Ekim 2005 Ankara


Sentetik KİMYASALLAR , gerek üretim, gerek kullanım aşamasında, gerekse kullanım sonrasında , dünyadaki çevre kirliliği ,ekoloji ve canlı sağlığı üzerindeki tehditin önde gelen sorumlularındandırlar.
• Bugün dünyada, 1940’larda olmayan yada bilinmeyen, yaklaşık 80.000 sentetik kimyasal madde bulunmakta ve kullanılmaktadır.
• 15.000 kimyasal, dünya genelinde ,ortak kullanımdadır.
• Her yıl 1.500 kadar kimyasal madde piyasaya sürülmektedir.
• Bugün vücudumuzda 60 yıl önce bilinmeyen yada bulunmamış yüzlerce kimyasal madde taşıdığımızı tahmin ediyor bilim insanları .
• Bunların sadece %7’sinin insan sağlığına etkileri tam olarak test edilmektedir.
• Kimyasal maddeler dünyanın aynı zamanda her yerinde bulunabilmekte ve bu insan yapımı kimyasalların kalıntılarına insanlar ve diğer canlılarda rastlanabilmektedir.
• Son onlarca yılda, kimyasalların olumsuz sağlık etkileri vahşi yaşamda hissedilir derecede artmış, birçok bitki ve hayvan türü yok olmuş ve yok olmaya da devam etmektedir.
• Bazı kimyasallara maruz kalındığında ölüm de dahil omak üzere , kalıcı ve geri dönüşümsüz hasarlar da doğabilmektedir.Kimyasalların birbiri ile etkileşiminin insan sağlığı üzerindeki etkileri de bilinememektedir.

TARIM KİMYASALLARI da bu kirleticilerin önemli aktörlerindendir…
Bildirimizdeki söylemlere ışık tutması açısından akıllardan silinmeyen bir örnek ile başlamak istiyorum sunumuma…
Dikloro Difenil Trikloroetan (D.D.T)
“Powerful Insecticide Harmless to Humans”
Güçlü Böcek ilacı , İ n s a n l a r a Z a r a r s ı z d ı r...
1939 da bulundu.Göstermiş olduğu performans ile, ilacı bulan bilim adamına Nobel Ödülü bile kazandırdı.Buna karşın, özellikle 1960’lı yıllardan itibaren çok zehirli bir böcek öldürücü olan DDT, tehlikeli bir kirletici olarak lanetlenmeye başlandı.
1970 den sonra kademeli olarak yasaklandı.
Hareketlilik,Dirençlilik,Biyolojik birikim gibi karakteristik özelliklere sahip olan DDT;
• Uzun yollar aşabilmekte, hava sayesinde su veya toprağa ulaşabilmekte,
• Çevrede 30-40 yıl kalabilmekte,.
• Bir organizmanın metabolizmasına çok kolay girebilen ve vücut dokusundaki yağlarda çözülebilen bir yapıda olup, besin zincirinde son tüketiciye doğru gittikçe biriken oranda artmaktaydı.
D.D.T. örneğini vermemdeki amaç, “insanlara zararsızdır” etiketiyle ortaya çıkıp , dünya ve insanlık üzerindeki tahribatı anlaşılmaya başlandıktan sonra yasaklanmasının üzerinden 35 yıl geçmiş olmasına rağmen hala kalıntılarına rastlanıyor olmasıdır.
Yani, her “zararsızdır” diye ortaya çıkan, bilahare ticarileşen madde yada yapılar , aradan yıllar geçtiğinde ekolojiye ve insanlığa çok pahalıya mal olabilmektedir.
Nitekim GDO’lar,transgenik bitkiler , başka bir ifadeyle biyoteknolojik tarım ürünleri de aynı “zararsızlık” söylemiyle ortaya çıkmış ve ticarileşmişlerdir. Bunlara neden ihtiyaç duyulduğu sorgulandığında ise yanıt olarak;
· çevre ve ekoloji felaketleri,
· insan sağlığının kullanılan tarım kimyasalları nedeniyle bozulması ve
· dünya daki açlık sorunları
verilmektedir.
Çevre ve ekoloji felaketleri ile insan sağlığı problemi için Yeşil Devrim denen modern tarıma, monokültür tarıma , gıda sanayini besleyecek endüstriyel tarıma geçiş sürecini irdelemek gerekir. Bilindiği üzere ,Yeşil Devrim sürecinde ; yüksek verimli çeşitler, kaliteli tohumluk, verimi yükseltecek sentetik gübreler, hastalık ve zararlılarla daha etkili savaşımı sağlayacak ilaçlar, üretimi arttırmaya yönelik sulama yöntem ve dozları üzerinde durularak ,insan işgücü yerine yakıt enerjisinden yararlanma yoluna gidilmiş ve tüm bunların uygulanabilmesi için makineler geliştirilmiştir.
Tarım alanlarının gerek kullanım biçimi (monokültür, marjinal toprakların tarıma açılması, drenajsız sulama, aşırı otlatma vb.) ve gerekse yoğun girdi kullanımı, verim potansiyelini arttırmış gibi görünse de sürdürülebilir toprak verimliliğini ve doğal dengeleri tehlikeye sokmuş, toprak yapısının bozulması, erozyon , zararlı kimyasalların birikimi, yer altı sularına karışımı ve atmosferin kirlenmesi gibi olumsuzluklar ortaya çıkmıştır
Konvansiyonel tarım sistemleri çevreye zarar verirken; modern tarımda uygulanan kimyasal ilaç ve gübreler ile büyüme-gelişmeyi düzenleyiciler nedeniyle, gıda maddelerinde sağlığa zararlı kalıntılarla karşılaşılmaktadır. İnsan sağlığı ve buna etki eden mekanizmalarda zararlanmalar görülmeye başlanmıştır.
İşte, Yeşil Devrimin mimarları ,sanki tüm bunların sorumlusu kendileri değilmiş ,bunları sanki bir başkaları yapmış gibi, şimdi de Biyoteknolojik Tarım sistemini, transgenik bitkileri bu sorunlara tek alternatif olarak göstermekte , GDO’lu ürünleri piyasaya sürmektedirler.
Genetik ve GDO
Bir türe başka türden gen aktarılarak doğal yapının değiştirilmesiyle, canlıya yeni genetik özellikler kazandırılmasını sağlayan modern biyoteknoloji tekniklerine “gen teknolojisi”, gen teknolojisi kullanılarak doğal olarak elde edilmesi mümkün olmayan yeni özellikler kazandırılmış organizmalara da "Genetik Yapıları Değiştirilmiş Organizma” (GDO) adı verilmektedir. Bilindiği gibi GDO’lu ürünlerin çok büyük bir kısmı, pestisitlere dayanıklılık geni aktarılmış biyoteknoloji ürünleridir.
Milyonlarca yıl boyunca mikroorganizmalar, böcekler, bitkiler, hayvanlar ve insanlar, yani tüm canlılar, toprak, hava, su ve güneş gibi ekosistemin farklı unsurlarıyla, doğal yollarla etkileşerek ve gelişerek çeşitlendiler, sonucunda da bu günlere geldiler. Yani genetik değişim, milyonlarca yıldır var olan bir olgudur. Bu nedenle genetik değişimleri, genetik bilimini red etmek, ya da karşı çıkmak gibi bir eylemin geçerliliği olamaz. Karşı çıkılan şey, genetik bilimini tarımsal biyoteknolojik devrimin bir silahı olarak her türlü legal ve illegal yolu kullanarak, insanlığın ve ekolojinin riske atılması pahasına tarlalara ve sofralara sokmaya çalışan ulusötesi şirketler ve onların çeşitli ülkelerdeki sivil ya da resmi taşeronlarıdır.

Tarımda genetik çalışmaların başlangıcı ve gelişimi
Genetik çalışmalar 1900’lerda, Mendel ile başladı. 1922’de bilim insanlarının Mendel kurallarından yararlanarak melez bitki üretimini geliştirmeleri, 1953’de DNA’nın yapısının belirlenmesi ve 1970’lerde ise melez tohumların üretimde kullanılmasını sağladı.
1970’den sonra, bakteriyel genlerin genetik mühendisliği teknikleriyle kullanılmaya başlanmasıyla 1983’de antibiyotiğe dayanıklı ilk transgenik tütün bitkisi elde edildi. 1985’de virüs, bakteri ve böceklere dayanıklı transgenik bitkilerin tarla denemeleri başladı ve 1990’da ABD’de herbisite dayanıklı transgenik tütün bitkisinin üretimine izin verildi.
1983 yılında, ABD’de “Monsanto ve Agrigenetics” şirketleri tarafından, bitki üzerinde ilk deneysel gen nakli gerçekleştirilmiştir. Deneysel sürecin bitip, ticari ürünlerin piyasaya sürülmesi bir on yıl daha almış ve 1994’de, yine ABD’de “Calgene” tarafından ilk ticari gen nakli uygulanmış ‘transgenik’ domates, ‘Flavr savr’ adıyla, piyasaya sürülmüştür. Daha sonra ise, gen nakli yöntemiyle kuraklığa, bitki zararlılarına karşı dayanıklı ve kalite özellikleri değiştirilmiş pamuk, soya, mısır, kanola elde edilmiştir. Öte yandan hemen her transgenik tohuma yerleştirilebilen, yok edici (terminatör) genlerin, bu tohumdan üreyen yeni tohumların kısır olmasına ve böylece dünyada tarımla uğraşanların %80’inin, halen kullanmakta olduğu üründen, tohumunu ayırarak tekrar ekim imkanının ortadan kalkmasına ve dolayısıyla üreticilerin transgenik tohum üreticisi firmalara bağımlı kalmasına neden olacağı belirtilmektedir (Aydın, 2000).
Genellikle verim artışı sağlamak, herbisitlere ve böceklere , stres faktörlerine (tuzluluğa, kuraklığa, soğuğa) dayanıklı, olgunlaşma süresi ve raf ömrü değiştirilmiş, aroması arttırılmış veya bazı besin elementlerince zenginleştirilmiş, vb. bitki türleri yaratmak amaçlı olabilen biyoteknolojik uygulamalar, günümüzde birçok tarım bitkisi için kullanılmaktadır.

Herbisit toleranslı transgenik bitki üretimi

Ticarileştirilen Biyoteknolojik ürünlerin küresel durumu
1996 yılında ticarileşen GDO’lu ürünlerin üretim alanı 1,7 milyon hektardan, 2006 yılında 11’i gelişmekte, 11’i de endüstrileşmiş ülke olmak üzere, 22 ülkede toplam 102 milyon hektara ulaşmıştır (ISAAA ,2007). Biyoteknoloji şirketleri tarafından; bu rakamın 2010 yılına kadar 30 ülkede, 15 milyon çiftçiyle, 150 milyon hektara ulaşması hedeflenmektedir. 2006 yılında GDO’lu soya, 58,6 milyon hektar ile dünya biyoteknolojik tarım alanlarının % 57’sini kaplamıştır. GDO’lu Mısır 25,2 milyon hektar (%25), GDO’lu Pamuk 13,4 milyon hektar (%13), GDO’lu Kanola 4,8 milyon hektar (% 5)’lik bir alana ulaşmıştır. Bu tip ürünlerin, dünya genelindeki alansal ve oransal dağılımları, 2005 yılı değerleriyle Tablo 1’de verilmiştir. (James, 2005)
Tablo 1. Biyoteknolojik tarım ürünlerinin dünya üzerindeki ekiliş miktar ve oranları (2005)
GDO’lu Ürün Cinsi
Milyon Hektar
Biyoteknolojik tarım ürünlerindeki ekiliş oranı %
Herbisit toleranslı Soya
54,4
60
Bt Mısır
11,3
13
Bt/Herbisit toleranslı Mısır
6,5
7
Bt Pamuk
4,9
5
Herbisit tolearanslı Kanola
4,6
5
Bt/Herbisit tolearanslı Pamuk
3,6
4
Herbisit tolearanslı Mısır
3,4
4
Herbisit tolearanslı Pamuk
1,3
2
2006 rakamlarına göre , Herbisit toleranslı soya, mısır, kanola, pamuk ve alfa alfa toplam GDO’lu ekimlerin % 68’ini (69,9 milyon hektar), Bt toksin geninin aşılandığı mısır ve pamuk, toplam GDO’lu ekimlerin % 19’unu (19 milyon hektar), Bt ve HT karması GDO’lu ürünler ise, 13,1 milyon hektar ile GDO’lu üretim alanlarının % 13’ünü kaplamaktadırlar (ISAAA Brief 2006).
Dünyada yaklaşık 300 milyon hektar arazi üzerinde üretilen soya, pamuk, kanola ve mısırın biyoteknolojik türevleri,% 30’luk toplam paya sahiptir.Toplam ekim alanları bazında GDO’lu ve GDO’suz ürünlerin oranları Tablo.2 ve Şekil.1 de gösterilmiştir.( James, 2005).
Tablo 2. Toplam ekim alanlarında GDO’lu ve GDO’suz bazı ürünlerin payları

Toplam Ekiliş (m.ha)
GDO’lu
GDO’suz
Mısır
147
% 14
% 86
Soya
91
% 60
% 40
Pamuk
35
% 28
% 72
Kanola
26
% 18
% 82

Herbisit toleranslı transgenik bitkilerde ilaç kullanımı
Gen aktarımlı tohumların ticari olarak satışının başladığı 1996’dan itibaren ilk 3 yıl, bu ürünlerin pestisit kullanımını 13.000 tona yakın bir miktarda azalttığı saptanmıştır. Ancak son 3 yıl içinde, gen aktarımlı bitkilerin üretim alanlarındaki pestisit kullanım artışı 36.000 tondan fazladır. Bu artışın büyük bölümü, soya ,pamuk gibi herbisit toleranslı (HT) ürünlerin tarımsal üretim girdilerine aittir. Hazırlanan raporda, bir çok çiftçinin gen aktarımlı bitki tarlalarına daha fazla herbisit kullanma zorunda kaldıkları bildirilmektedir. Bunun nedeni yabani otların herbisitlere karşı genetik olarak dayanıklılıklarını arttırmalarıdır. Yıllardır bilim insanlarinin “herbisit toleranslı bitkilerin tarım alanlarında ekolojik değişimlere yol açacağı” konusundaki uyarılarında haklı oldukları, 2001 yılından itibaren ABD’de gözlenebilmektedir. (Ag BioTech, 2004)
2003 kasım ayındaki bir çalışma raporunda, ABD’deki transgenik mısır, soya ve pamukta geçmiş yıllara göre daha fazla pestisit kullanıldığı bildirilmektedir.Geçtiğimiz 8 yılda, Bacillus thuringiensis (Bt)’nin kullanıldığı transgenik çeşitlerdeki, pestisit kullanımının yaklaşık 10.000 ton azaldığı, herbisitlere dayanıklı transgenik bitkilerde kullanılan ilaç miktarının da yaklaşık 35.000 ton (Türkiyenin yıllık toplam tarım ilacı kullanımındana fazla) arttığı, yani sonuç olarak ABD tarımında transgenik bitkilerin kullanımı sayesinde, toplam tarım ilacı harcamasının 25.000 ton arttığını söylemek mümkündür.(Ag BioTech, 2004)
2004 yılında hazırlanan başka bir raporda yine ABD’inde çiftçilerin herbisit toleranslı transgenik soya, mısır ve pamukta bunların konvansiyonel çeşitlerine göre daha fazla pestisit kullandığı da teyid edilmektedir.Transgenik ürünler ve pestisit kullanımı konusundaki 1996'dan 2004'e kadarki veriler , konvansiyonellere kıyasla, GDO’lu ürünler için 55 bin ton daha fazla pestisit kullanıldığını göstermektedir. Rapora göre pestisit kullanımındaki bu farklılık, glifosfata (glyphosate) toleranslı ekinlere uygulanan herbisitteki kullanım artışından kaynaklanmaktadır. Bu , yabani otların kullanılan herbisite bağışıklık, ya da toleranslı yabani otların ortaya çıkması nedeniyle olduğu gibi, herbisit üreticilerinin pazarlama yetenekleri, glifosfat ve diğer herbisitlerin fiyatlarındaki indirimler nedeniyle olmaktadır.(Benbrook, 2005)
Transgenik bitkiler ve süper yabani otların yaratılması
Polenler doğal yayılımlarında, sınır ve mesafe tanımazlar. Dolayısıyla tozlaşma döneminde rüzgar ve böcek gibi etkenlerle taşınan polen, GDO kaynaklı ise, yapısına girdiği normal özellikteki bitkinin de genetiğini değiştirmektedir. Gen bulaşması GDO’lu ürünün konvansiyonel, ya da organik ürüne bulaşmasının ötesinde, bitkinin yabani akrabalarına da olabilmektedir. Nitekim 2005 yılı temmuz ayında Friends of the Earth, İngiliz hükümetinin genetiği değişmiş bir süper yabani ot “superweed” türünün varlığını keşfettiğini duyurdu . İngiliz hükümetinin denetlediği, GDO’lu Yağlık Kanola denemelerinde keşfedilen “yabani ot”un, Yabani Hardal (Sinapis arvensis) ile tozlaşmadan, gen kaçışından oluştuğu tesbit edilmiştir. Yağlık Kanola (Kolza) ile yabani hardalın tozlaşmasının ve gen bulaşmasının olmayacağı yönündeki bilimsel varsayımların geçersiz olduğunu ispatlayan bu olaya, İngiltere’de ilk defa rastlanmaktaydı. BAYER’in herbisit toleranslı transgenik yağlık kanoladan, yabani akrabalarına gen kaçışı, İngiliz hükümetinin Transgenik Ürünler Çiftlik Ölçekli Değerlendirme (FSEs) tarlalarındaki çalışmalarında izlendi (FOE, 2005).
Araştırmacılar, yapılan GD kanola denemelerinin ertesi yılında, deneme tarlası alanında Sinapis arvensis’in genetiği değişmiş versiyonunu tespit ettiler. Bulunan bu bitki, herbisit toleranslı GD yağlık kanolasının dirençli olduğu Glufosinat amonyum (BAYER tarafından “Liberty” ticari ismiyle pazarlanmaktadır) ot ilacına dirençlilik genini taşıyordu. Bu güne kadar bilim dünyasında, yabani hardalın yağlık kolza ile tozlaşma ve döllenmesinin mümkün olamayacağı, bu durum gerçekleşse bile yeni bitkinin yaşam şansının olmayacağı yönünde tartışmalar vardı. Hatta Avrupa Çevre Ajansı (European Environment Agency), 2000 yılı raporunda Yağlık Kolza (Brassica napus) ve Yabani Hardal (Sinapis arvensis) arasında doğal gen akışı olmadığına dair genel bir görüş birliği olduğunu belirtilmişti. Ancak bahsi geçen denemelerde keşfedilen GD Yabani hardal bitkisi, gen kaçışının varlığını ispatladığı gibi, oluşan bu yeni bitkinin (superweed) yaşam şansının olamayacağına dair savları da çürüttü. Yabani hardal tohumunun toprakta fertilitesini kaybetmeden 60 yıl kalabileceği gerçeği göz önüne alındığında, tehlikenin ne kadar büyük olduğunu göz ardı etmek mümkün değildir. (FOE, 2005)
Yabani hardal İngiltere ve kıta Avrupa’sında yağlık kanola üretimi yapılan yerlerde bolca yetişmektedir (aynı zamanda yabani hardal, kültür bitkileri için istenmeyen bir “yabani ot” niteliğindedir.) Bu araştırma sonuçları aynı zamanda GDO’lu ve GDO’suz bitkilerin birlikte bulunma - ekilme (co existence) ve ekim mesafelerinin yeterliliği ya da yetersizliği tartışmalarında, karmaşa yaratacak bir rol oynayacaktır. Zira ekimi yapılan yağlık kanolanın, tarımın en önemli yabani otlarından olan, yabani hardal ile birlikteliğini önlemenin imkanı yoktur. Dolayısıyla yağlık kanolanın, Avrupa’da ticari anlamda üretimine izin verilmesi halinde, çok kısa süre içinde Glufosinat amonyum içerikli ot ilacına dayanıklı, yani yabani otla mücadele ilacı atıldığı halde ölmeyen, süper yabani otlar türeyecektir. Böylece çiftçiler yabani otları öldürmek için daha fazla, ya da daha kuvvetli herbisitler kullanacaklar ve ekolojik yıkımı daha da hızlandıracaklardır. Bunun canlı örneği 10 yıldır ticari yağlık kanolanın üretildiği Kanada’da yaşanmış, 3 çeşit herbisite dayanıklılık kazanmış bir tür yabani kanola gelişmiştir . Yukarıdaki araştırma sonuçları, genetiği değiştirilmiş kanola üretiminin tarla biyoçeşitliliğini, konvansiyonel kanola yetiştirmekten çok daha fazla etkilediğini ortaya koymaktadır. (FOE, 2005)


Transgenik bitkiler ve yabani otlar
Arjantinde Glifosfat toleranslı yabani otlar hızla yayılıyor.
Arjantinde, başta soya olmak üzere herbisit toleranslı GDO’lu ürünlerin ekildiği bölgelerde, Glifosfat (Glyphosate) etkin maddesine sahip herbisitlere bağışıklık kazanan otların yayılma gösterdiği tesbit edilmiştir. Sorgum halepense (Kanyaş otu-Johnson grass) isimli otun geçtimiz yıl Arjantinde 120.000 hektarlık tarım alanına zarar verdiği, hükümetin bu otun yayılmasının engellenmesi için projeler başlattığı ifade ediliyor. Bu projeler, otun ve ot parçalarının tarım makinaları ile, başka tarlalara bulaştırılmasının engellenmesi için eğitim çalışmaları yapılması ve herbisit olarak Glifosfat dışındaki yabani ot öldürücülerin kullanılmasını hedefliyor. Cordoba bölgesi meclis üyesi Alberto Cantero yaptığı açıklamada hızla yayılan otun Arjantin tarımına getireceği ek maliyetin 160 - 950 milyon dolar arasında olacağını, glifosfat harici ot öldürücülerden 25 milyon litre kullanmak gerekeceğini bildirdi. Bu ise, söz konusu kullanımla, etkilenen alanlardaki herbisit maliyetinin ikiye katlanacağı anlamına gelmektedir (Romig, 2007).
Bilindiği gibi Arjantin’de üretilen GDO’lu soyanın % 98’si, Amerikan biyoteknoloji şirketi Monsanto’ya aittir. Bu soyalar glifosfat etkin maddesine sahip olan Roundup isimli ot öldürücüye dayanıklılık geni aşılanmış olan çeşitlerdir. Roundup herbisitine direnç geni aktarılmış Monsanto tohumlarını (GDO’lu soya, mısır, pamuk) eken çiftçiler, Roundup herbisitini de satın almak ve kullanmak zorundadırlar.
Ticarete sunulduğu 1996 yılından beri Monsanto’nun glifosfat toleranslı soya tohumları, kendilerine geniş bir yayılma alanı bulmuşlardı. Ancak Monsanto’nun bazı şikayetleri vardı.Mağdur olduğunu söyleyen şirketin şikayeti, bu tohumlar üzerindeki patent haklarını koruyamadıkları ve soyaya ekledikleri glifosfat tolerans geni için, çiftçilerin çoğunluğundan patent ücreti toplayamamalarıydı. Monsanto küresel ticari işler başkan yardımcısı Brett Begemann, yetkili kurumlarca onanan yeni GDO’lu tohumlarının eskilerinden daha gelişkin olduğunu ve bunlarla iddialı bir yayılmayı hedeflediklerini açıkladı. Örneğin şirket, bir önceki RR (Roundup Ready) soyanın ikinci generasyonu için düştüğü hataya düşmeyecekti. Bu hata, çiftçinin RR soyadan kendine tohum ayırabilmesi, bir sonraki yıl şirketten tohum alma ihtiyacında olmayışı, dolayısıyla patent ücreti ödememesiydi.Arjantin hükümetinin 2007-2008 sezonu için ekimine izin verdiği MG ve RR2 mısır çeşitleri, Monsanto’nun bu kayıplarını telafi edecek şekilde yani, sonraki generasyonlarda tohum alınıp ekildiğinde özelliğini kaybedecek olan, dolayısıyla çiftçinin her sene para verip alması gereken çeşitlerdir (Romig, 2007).


Monokültür tarımda Soya Gerçeği
Arjantin’de yoğun soya ekimi ,topraklardan çok fazla miktarda besin maddesinin sömürülmesine neden olmaktadır.Kesintisiz bir biçimde yapılan soya tarımı nedeniyle topraktan tahmini olarak 1 milyon ton azot ve 227 bin ton fosfor sömürülmektedir ve bunun ticari gübrelerle ikamesinin bedeli de 910 milyon dolara tekabül etmektedir. Latin Amerikadaki bazı nehir havzalarında tesbit edilen azot ve fosfor düzeyinin artışı yoğun soya tarımında kullanılan ticari gübrelerle bağlantılandırmaktadır (Walter Pengue (2005), “Transgenic crops in Argentina: the ecological and social debt,” Bulletin of Science, Technology and Society 25: 314-322.)
Brezilyada soya üretiminin kısa süre içinde geniş alanlara yayılmasının ana nedenlerinden biri, soyanın azot fikse eden rizobium bakterileriyle kök nodüllerinin simbiyotik ilişkisi sayesinde ürünün gübresiz olarak üretilebileceği söylemiydi.Fakat tohum şirketleri ,büyük olasılıkla, herbisit toleranslı GDO’lu soya tohumlarının rizobium bakterilerilerine toksik etki yapacağını, dolayısıyla bitkinin gereksinim duyduğu azotu kimyasal gübrelerle vermek gerektiğini söylemeyi unutmuşlardı.Toksik etkiyle azot fikse eden bakterilerinin azalışı, doğal olarak bitkiyi ,dolayısıyla üreticiyi, azot için sentetik gübrelere mahkum etti. (Miguel Altieri and Walter Pengue, Jan 2006 ,GM soybean: Latin America’s new colonizer , http://www.grain.org/seedling/?id=421 )
Güney Amerikadan örnekler ; Brezilya’ da kullanılan pestisitlerin 1/4 ü (50.000 ton) soya tarımında kullanılmaktadır.Pestisit kullanımı her yıl % 22 artmaktadır.Her nekadar biyoteknoloji şirketleri yıl içindeki ot mücadelesinde Roundup herbisitini sadece bir kez uygulamak yeterlidir diyorlarsa da araştırma sonuçları toplam uygulama adet ve miktarının arttığını göstermektedir.ABD den örnek verilecek olunursa glifosfat kullanımı 1995 de 2,850 tondan 2000 yılında 18,960 tona çıkmıştır.Arjantinde 2004 üretim sezonunda kullanılan Roundup miktarı tahmini 160 milyon litredir.
Ürün verimine bakılacak olursa bölgede transgenik soyanın yıllar itibariyle ortalama veriminin 230 kg. dan 260 kg/dekara yükseldiği ama konvansiyonel çeşitlerden % 6 daha az verime sahip olduğu tesbit edilmiştir.Pleiotropik etki denilen yani yüksek sıcaklık nedeniyle sapların çatladığı ve su stresinin görüldüğü dönemlerde transgenik soyada konvansiyonele göre % 25 e yakın ürün kayıpları görülmüştür.Aşırı kuralık yaşanan 2004/2005 sezonunda Rio Grande do Sul bölgesinde transgenik soyada % 72 ürün kaybı olmuş ve bu da ihracatta tahmini rakamla % 95 lik bir azalmaya yol açmıştır. (Miguel Altieri and Walter Pengue, Jan 2006 ,GM soybean: Latin America’s new colonizer ,http://www.grain.org/seedling/?id=421 )

Glifosfat ve riskleri
Herbisitlerin aktif maddesi olan Glifosfat'ın direkt kullanımı, ya da yüksek doz verilmesi haricinde, insan ve hayvanlara zararı olmadığı söylenmekle beraber, bir çok literatürde sinir sistemi tahribatı, el yüz ayak şişmeleri ve hamilelerde düşüğe neden olabilmesi ve sperm sayısının azalmasına etkisi olabileceği bildirilmektedir. 1987 ve 1990 yıllarında iki bilim insanı İsveç'te tedavi gören Non-Hodgkin Lymphoma'li (NHL = lenf bezi kanseri) 422 hastayı inceleyerek, tarım ilaçlarıyla karşılaşıp karşılaşmadıklarını araştırmışlardır. Sonuçta Glifosfat’lı herbisit kullanan çiftçilerde, NHL olma riskini istatistiksel olarak yüksek bulmuşlardır. Dr. Lennart Hardell ve Dr. Mikael Eriksson yayınladıkları makalelerinde, başka araştırıcıların yaptığı laboratuvar ve hayvan deneylerinde de kaygı verici sonuçlar elde edildiğinden söz etmektedirler. Daha önceki çalişmalarda glifosfat’ın farede gen mutasyonlu ve kromozom anomalili lenfoma (lenf bezi kanseri) oluşturduğu rapor edilmiş, ayrıca farelerde karaciğer kanseri, losemi ve lenfoma riskini arttırdığı da bir başka araştırmada gösterilmektedir. Yine bu iki doktorun daha önceki bir araştirmalarinda glyphosat'in NHL'nin nadir görülen bir çeşidi olan Hairy Cell Leukemia'nin (Tüylü Hücreli Lösemi) riskini artırdığını saptayıp, bunu makale halinde yayınlamışlardır (Hardell ve Erikson 1999).

Transgenik bitkiler ve açlık
GDO’lu ürünlerin, ticari olarak ekilip dikilmesinin üzerinden 10 yıl geçmiş olmasına ve GDO’lu ekim alanları 102 milyon hektara çıkmış olmasına rağmen, bu ürünlerin açlığa çare olmadıkları ortaya çıkmıştır. Dünyada gıda azlığı değil, adil dağıtım olmamasından kaynaklanan fazlalığı söz konusudur. Uluslararası tekellerin faaliyetinin merkezi haline gelen gelişmiş ülkelerde, özellikle buğday, mısır, soya, pirinç gibi dünya gıda tüketiminin önemli bir kısmını oluşturan gıda maddelerinde büyük bir üretim fazlası vardır. Dünyada yıllık olarak üretilen tahıl miktarı; Buğday: 627 milyon ton, Mısır: 721 milyon ton, Pirinç: 606 milyon ton olmak üzere Toplam: 1.954 milyon ton olarak bildirilmektedir (FAO, 2004). Dünya nüfusuna göre (6,5-7 milyar insan) adil bir dağılım yapılacak olsaydı, yılda kişi başına düşen tahıl miktarı 250-300 kg. arasında değişecekti. Balık, et, süt, yumurta gibi hayvansal ürünler ve bunlara ilaveten üretilen sebze, meyve ve baklagiller de eklendiği zaman, 850 milyon insan tarafından çekilen açlığın, üretim azlığından değil, gıdanın paylaşımındaki dengesizlik ve bölüşüm ilişkilerindeki bozukluktan kaynaklandığı açıkça görülecektir.
Biyoteknolojinin günümüzdeki tarımsal uygulamaları ne yazık ki, bilim ve gereksinimden çok , kar güdümlüdür ve tarımsal biyoteknoloji araştırmaları insanlığın ve özellikle de fakirlerin gereksinimlerinden çok zenginlerin ve tarım endüstrisi şirketlerinin isteklerini karşılamaktadır. Dünya, gıdanın eşit olmayan dağılımdan açlık çeker ve tarımsal ilaç kirliliğinden kıvranırken, çok uluslu biyoteknoloji şirketlerinin odaklandığı şey sadece sürüm yaygınlığı ve kardır.

Transgenik ürünler ve küçük çiftçiler
California Üniversitesi,Çevre Bilimi Politika ve Yönetim bölümünden Miguel Altieri, 1998 yılında, yani transgenik bitkilerin küresel yayılımının daha yeni başladığı dönemde; “Sermaye yoğun bir sistem olan Biyoteknoloji, endüstriyel tarımsal üretimin geniş şirket tarlalarında toplanmasını , yoğunlaşmasını tetiklemektedir. Malın fiyatını üretkenliği arttırarak düşürmeye yönelen Biyoteknolojik tarım bununla beraber kurduğu teknolojiyle özellikle küçük ölçekli bir çok çiftçiyi sektörün dışına itecektir. Biyoteknoloji, ileriki dönemde gücün sadece birkaç çok uluslu şirketin elinde toplanmasını arttıracak, ki bu da zaman içinde çiftçilerin bağımlılığını arttırarak onları kimyasal tohum paketlerine şişirilmiş fiyatlar ödemeye zorlayacaktır.” öngörüsünde bulunmuştu.
Altieri’nin “Tarımsal Biyoteknolojik Efsaneler” makalesinde dile getirdiği bazı somut değerlendirmeler ise şöyleydi; “Üçüncü dünya ülkeleri çiftçileri nezdinde biyoteknolojik ürünler küçük ölçekli üreticilerin ihracatını düşürecektir.Örneğin –Madagaskar’daki vanilya üreten 70.000 çiftçi Texas’da biyoteknoloji laboratuarında geliştirilen vanilya nedeniyle iflas edebilmektedir. Keza dünya şeker pazarının %10 unu elinde tutan biyoteknoloji şirketlerinin ürettiği düşük fiyatlı nişasta bazlı şekerler sayesinde, üçüncü dünya ülkelerindeki yüzbinlerce şeker pancarı üreticisi üretimin dışına çıkabilmektedir.1998 den itibaren üçüncü dünya ülkelerindeki yaklaşık on milyon şeker üreticisi laboratuarda üretilen tatlandırıcıların dünya pazarını istila etmesiyle geçim kaynaklarını kaybetmeye başlamışlardır.Unilever’in klonlanmış hurma yağı, hurma yağı üretiminde baskın hale geldiğinde, Senegal da yerfıstığı , Filipinlerde hindistan cevizinden yapılan yağ üretimlerine talep azalacak, dolayısıyla bunlarla geçimlerini sağlayan çiftçilerin durumu gittikçe kötüleşecektir.GDO’lu ürünlerin yaygınlaşması ile üçüncü dünya ülkelerini bekleyen tehlikeler çevresel riskler oluşturması ve kırsal kalkınma önünde bir engel oluşturması ile beraber, geleneksel tarımı ve onun yerel genetik çeşitliliğini de ölüme mahkum edecek olmasıdır.” (Altieri, M.A. l998 ) .Geldiğimiz gün itibariyle ,tüm bu öngörülerin daha da çeşitlenerek geniş boyutlarda gerçekleştiğini görmekteyiz.Bu tehlikeli gerçeklerin sadece üçüncü dünya ülkelerini değil, ülkemizin de içinde bulunduğu bir çok ülkeyi kapsadığını hatırlatmakta fayda vardır.

Transgenik ürünler ve gıda zinciri
Tarımsal biyoteknoloji şirketleri GDO’lu ürünlerin insan gıdası için üretilmeyen bölümünün, gıda zincirine karışmasını önleyici tedbirleri olduğunu ve bunların gıda zincirine karışmayacağını öne sürmüşlerdi. Ancak gerçekte yaşanan bazı olaylar bu tezin doğru olmadığını kanıtladı. Örneğin; “yemlik” olarak patent alan Starlink mısırı insan gıdasına bulaştı, raflardan toplatıldı. Tüketen insanlara ne olduğu bilinmemekle beraber, mısır unu ürününü piyasaya süren Kraft, büyük maddi zarar gördü. Bayer’in yasallaşmamış GDO’lu uzun princi LLrice601, ABD’nin GDO’suz olarak dünya ülkelerine ihraç ettiği pirinçlerde de saptandı.Bu durum ise, daha ticari olarak ekimi yapılmayan bir pirinç çeşidinin, nasıl konvansiyonel pirince bulaşabildiğine ve bunun da insan gıda zincirine girebildiğine en somut ve güncel bir örnek oldu (GDOHP, 2006)
Eylül 2007’de Almanya’daki marketlerden alınan 33 çeşit soya ürününün, 2/3’ünde GDO izleri bulundu. GDO’lu olduğu bilinmeyen, dolayısıyla da herhangi bir etiket, ya da herhangi bir uyarı bilgisi taşımayan bu ürünlerin bir kısmı, bebek mamalarıydı ve en çok GDO çıkan ürün, bebekler için üretilen toz süt oldu (Focus, 2007). Bu durum GDO’lu ürünlerin, doğal ortamda organik ürünlere de bulaşabileceğinin kanıtıdır. Nitekim 2007 yılı da dahil olmak üzere, yılardır dünyanın çeşitli ülkelerindeki organik tarım ürünleri üreten çiftçilerin, GDO bulaşması nedeniyle ürünlerinin ve tarlalarının organik kapsamdan çıktığını bildiren, yüzlerce haber çıkmıştır. Oysa bu konunun destekçileri de, hala kanıt olamadığını savunmaktadırlar.
SONUÇ
Mikroorganizmaların, böceklerin, bitkilerin ve hayvanların yaratılışlarından itibaren milyonlarca yıldır, kendi evrimsel sürecinde gelişen ve değişen genetik özelliklerine yapılan müdahaleler, çok da geniş olmayan bir yelpazede, ancak insanlığın gereksinim duyduğu en önemli ürünler üzerine yapılmaktadır. Örneğin küresel biyoteknolojik ürün alanlarının çoğunu, pestisit tolerans ve bakteri genleri aşılanmış soya, pamuk, kanola ve mısır, yani toplam 4 ana ürün işgal etmektedir.
Kullanılan tarım ilaçları, özellikle herbisitler, bu ürünlerin üretim sürecinde artmış ve artma eğilimi de devam etmektedir. Gen kaçışları ile ilaca dayanıklılık geni aşılanmış bitkiden, diğer akrabalarına bulaşma olmaktadır. Konvansiyonel ve organik tarım ürünleri bu sayede daima tehdit altındadırlar. İnsanoğlunun gıda, tekstil hammaddesi olan lif ve enerji (bioyakıt) gereksiniminin çoğunluğunu karşılayan çok az sayıdaki monokültür ürün, biyoteknolojik endüstriyel tarım adına, konvansiyonel veya organik tarım üzerindeki totaliter baskı etmenidirler. Gen kaçışları ile pestisitlere dayanıklılık genine sahip, süper yabani otlar ortaya çıkmaktadır. GDO’lu bitkiler hedeflenmeyen organizmaya zararlı etkide bulunabilirler, bu nedenle faydalı böcekler ve mikroorganizmaların yok edilmesi, türlerin azalması da sözkonusu olacaktır.
Pamuk kurdu ve koçan kurdu gibi böceklerin, sürekli GDO’lu pamuk, ya da mısır ürünlerinin ekildiği alanların baskısı altında, canavar böceklere dönüşmeyeceğinin, dolayısıyla mevcut tarım ilaçlarıyla mücadelenin başarısız kalmayacağının garantisini kim verebilir? Milyonlarca hektarlık tarım alanını; genetiği değiştirilmiş soya, mısır, pamuk ve kanola ile işgal eden ulusötesi biyoteknoloji şirketleri, monokültür tarımı alabildiğince yaygınlaştırarak, kendinden başka tarım sistemlerini ve ülkelerin gıda egemenliklerini hiçe saymak, ülke çiftçilerini intiharlara varan olaylarla, yıkıma sürükleyip topraklarından koparmak, ülkelerin en önemli kaynaklarından olan biyoçeşitliliklerini tehdit etmek, ekolojilerini tahrip etmek, ulusların yerel çeşitlerini ekledikleri ya da değiştirdikleri genlerle patentleyip, mülkiyetlerine geçirmek gibi olumsuz özellik ve eylemlere sahiptirler.
Bunların, ülkemiz için oluşturdukları tehditi; dışa bağımlılığın arttırılması , tarım ve gıdanın endüstrileşmeyle şirketlere bağımlı kılınması , ve bu olayların da ithal yasalarla pekiştirilmesi ile ilişkilendirmek mümkündür. Bu yönden bakıldığında ülkemizde; tarımın, toprağın, çiftçinin ve gıdanın geleceği pek de aydınlık gözükmemektedir.

Arca Atay

No comments: