Monday, September 17, 2007

TMMOB İSTANBUL KENT SEMPOZYUMU’NA DOĞRU



TMMOB İSTANBUL KENT SEMPOZYUMU’NA DOĞRU
“İSTANBULLULAR KONUŞUYOR!!
20 Mayıs 2007, Bahçeşehir Üniversitesi
LEVENT GÜRSEL ALEV




Merhabalar, öncelikle TMMOB ve İKK’ya hem çalışmalarından dolayı hem de böyle bir toplantıyı organize ettikleri için teşekkür ediyorum. Ben tartıştığımız konunun farklı bir boyutunu ele almak istiyorum. Çünkü çalışma alanlarımız daha çok kırsal alanlar. Genetiği Değiştirmiş Organizmalara Hayır Platformu adına buradayım. Ziraat Mühendisleri Odası ve Çiftçi Sendikalarıyla birlikte daha ziyade kırsal alanda ve gıda egemenliğine yönelik çalışmalarda bulunuyoruz.
İlk çalışmada sadece gıda güvenliği olarak geçen bir boyut üzerinden aslında ekolojik sistem, tarım, gıda ve kentlilerin tarım ve gıdayla ilişkisi üzerine birkaç şey söylemek isterim. İki temel nokta üzerinden gideceğim. Bunlardan biri ekolojik değerler. İstanbul açısından konuşulacak olursa, ormanlar, biyoçeşitlilik yani endemik türler, bitkiler, hayvanlar, su havzaları, barajlar, göller, dereler olarak tanımlanabilir. Az önce gösterilen filmde de görülen, orman içerisine yapılan o villaların su tutma kapasitesini yüzde 50 kadar engellediğini ifade edildi.
Konuşmak istediğim ikinci boyut da tarımsal alanlar. ZMO’nun açıklamasına göre; gıda üretimi İstanbul’da yaşayan kentlilerin gıdasını yetişmeye yönelik programlanırsa ve buna yönelik bir tarım politikası oluşturulursa İstanbul ve civarındaki tarım alanları kentlileri, bizleri doyurmak için yeterli olabilir. Bunları neden söylüyorum? Yeni projeksiyona göre İstanbul’un genişleme alanı ta Edirne’ye kadar uzanıyor. Bunun anlamı; ormanlar, tarımsal alanlar, su kaynakları, canlı türleri, biyoçeşitlik gibi değerlerin azgınca yok edilmesi anlamına gelir. Peki bütün bunlar neye yol açacak?Tıpkı şu anki gibi ama çok daha yoğun bir biçimde, kentten çok uzaklardan, örneğin Antalya veya farklı yörelerden gelen, nakliye araçlarıyla taşınan, bakkallardan ya da marketlerden vd. edindiğimiz gıdayı tüketmek zorunda kalacağız.
Kentli aydın arkadaşlarımızın tarımla olan ilişkisi, bakkaldan ya da marketten alınmış bir kutu süt ya da bir paket margarinle sınırlı gibi görünüyor. Bunlardan biraz bahsetmekte fayda var. Çünkü kentsel alan tartışılırken mutlaka tarım ve gıda boyutu işlenmelidir; 1. Tarım ve gıda. 2. Ekolojik değerleri tartışmamız ve buna göre yol almamız gerektiğini düşünüyorum.
Kuşkusuz daha önceki sunumlarda çok iyi açıklandı. Kentler ve yaşamlar küreselleşme kıskacında diyebiliriz. Bütün ülkelerde azmanlaştırılmış kentler sorunu gitgide yoğunlaşıyor. Tabi bunun sebebini herkes biliyor ve tanımlanmış; kâr ve rant, bunun sonucuyla oluşan muazzam sermaye birikimi. Sermaye birikimi olmadığı sürece bu gün içinde yaşadığımız sistemin kendini tekrar üretmesi çok mümkün değil. Dolayısıyla, çok büyük azmanlaşmış kentler aslında bu yapının ve sistemin olmazsa olmaz gerçeği ve sermaye birikimi yaratmanın yeni bir yöntemi ve alanı.
İstanbulun nüfusu, sanıyorum muhtarlıklar üzerinden yapılan bir anket çalışmasına göre; 21-22 milyon çıkmış. Kabul edilebilir rakam, mükerrerler eksiltilirse 17-18, fakat İstanbul’un projeksiyon genişleme planına göre sanıyorum 16 milyon üzerinden tanımlanıyor.
Burada bir şeyi daha tartışmak gerekir. İstanbul’un büyümesi sorununu neye göre tartışacağız? Bana göre kesinlikle durdurulmalı. Peki, bu sadece İstanbul’a yönelik sorunları tartışarak mı olur? Hayır. Kentleşmeyi mutlaka ülkemize genel ölçekte bakıp, yerel, bölgesel, ekolojik değerlere ve doğal kaynaklara göre tanımlanması, göçün mutlaka durdurulması, ülkenin ona göre planlanması gerekir. Bunun için de mutlaka yerel, bölgesel ekolojik değerleri, tarım ve gıdaya dayalı değerleri ve doğal kaynakları gözeten bir politikanın geliştirilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Biz bu tartışmada şunu tartışabilir miyiz? Bundan sonra önümüze koyacağımız süreçte anlattıklarım bir direniş noktası oluşturmada faydalı olabilir mi? Şu anda İstanbul il sınırları içerinde olan ve tarımsal alan olarak tanımlanan alanlar yeni bir tarım politikası oluşturularak, bölgesel bir tarım politikası üzerinden, kuşkusuz İstanbul halkının gıdasını temin etme hedefini gözeterek değerlendirilmeli.
İstanbul’un daha da azmanlaşması ve büyümesi tehlikesini de ifade etmek gerekir. Silivri ve Çatalca’daki tarım alanları sanıyorum kentsel alan olarak tanımlanmaya başlandı ve il sınırları Edirne’ye kadar dayandı. Bunun tartışılması gerektiğini düşünüyorum. Bu aynı zamanda neleri getirecek? Kuşkusuz İstanbul’un çok dışında ve çok uzağında üretilmiş gıdaların kamyonlarla, yani fosil yakıta bağımlı olarak taşınması demek. Enerjiye bağımlılık konusunda aslında ciddi bir sıkıntı yaratacağını düşünüyorum. Burada bir şeyi daha tartışmaya dahil etmek lazım; enerji meselesi. Çünkü ulaşımdan bahsediyoruz, tamamen fosil yakıta bağlıyız. Bildiğiniz gibi bu tür uygulamalar petrol ve otomotiv şirketlerinin önünü açmak için yapılan uygulamalar. Dolayısıyla bu kurul ve bundan sonraki tartışmalar enerjiye bakış açısını da bence tartışmalı. Kuşkusuz hepinizin bildiği gibi, bu konuda biz ekolojistlerin çok temel bir tanımı var. Fosil yakıta bağımlılıktan kurtulmak için mutlaka ve mutlaka temiz, yenilenebilir, rüzgâr ve güneş gibi kaynaklara dayalı bir çağın açılması gerekir.
Bir öneri daha yapacağım. Bu daha çok tarımın ve gıdanın ticarete konu olmadığı dönemlerde olan, hatta yer yer şu anda bazı kentlerde uygulanan bir uygulama; kent bahçeleri. İsterseniz bir de bunu tartışalım, düşünelim diyorum. Bu geçmiş dönemlerde, örneğin İkinci Dünya Savaşı öncesi Viyana’da uygulandı. Şu an NewYork’da da uygulanıyor. Tabii göstermelik düzeyde. Küba Havana’yı örnek verebiliriz. Küba tarımda tek tip, şekere dayalı üretimden kurtulduktan sonra, yeni tarımsal uygulamalar gündeme getirdi. Bu uygulamalardan biri kent bahçeleriydi. Şu anda kent bahçeleri sayesinde Havana nüfusunun farklı ürünlerde yüzde 40 ila 70’inin gıdasını karşılayabiliyor. Tarım alanları konusunda bir direnişin ve tarım politikasının üzerine tartışmakta yarar var. Belediyelerle, yerel örgütlerle kent bahçelerinin örgütlenmesine yönelik bir çalışmakta yarar var diye düşünüyorum.
Peki, kentler düşünülürken kırsal alandan uzak mı olmalı? Çatışma ve birlikteliğe nasıl bakacağız? Onunla ilgili kısaca bir projeksiyon yapmak istiyorum. Anlatacağım konunun önümüzdeki 10 yıla damga vuracağını düşünüyorum. Biliyorsunuz Menderes döneminde 1950’li yıllarda tarımda mekanizasyonun önü açıldığında ilk muazzam göç dalgası kırsal alandan İstanbul’a doğru oldu. Arkadaşlar, şimdi çok daha büyük bir tehditle karşı karşıyayız. Bunu hükümet Başbakanın ağzından da açıkladı. Bir dergide bu “Tarımda devrim” başlığıyla açıklandı. Bununla ilgili size kısaca bilgi vermek istiyorum.
İçinde bulunduğumuz yılda pilot uygulamalar yapılıyor. Trakya’da Edirne, İç Anadolu için Konya, Güneydoğu Anadolu için de Diyarbakır pilot uygulama bölgesi. Uygulamanın başlangıcı için 2008’de düğmeye basılacak. Bunun sonucu, küçük köylülünün tasfiyesidir. Nasıl yapılacak? Örneğin, 100 baş sığırdan aşağı besleyenlere teşvik yok. 200 dönümden aşağı (yani 20 hektardan aşağı) arazisi olana teşvik yok. Türkiye’yi tarımsal plan açısından 24 havzaya ayırıyorlar. Bu havzalarda tanımlanmış ürünler; ayçiçeği, soya, kanola vs. 5-6 ürün olacak. Bu monokültürü artırıcı ve daha çok genetiği değiştirilmiş (GDO’lu) ürünlerin önünü açan bir program. Bunları ekmeyince teşvik yok. Bunun sonucu şudur; önümüzdeki 10 yılda muazzam bir göç sorunuyla karşı karşıyayız.
Kırsal alanda mücadele eden örgütler olarak, önümüzdeki 10 yılda toplumun temel dinamiğinin kırsal alanda atacağına inanıyoruz. Çünkü muazzam bir tasfiye operasyonuyla karşı karşıyayız. Türkiye’de kırsal alanda yaşayan nüfusun kentlilere oranı yüzde 33-35. Fakat bu nasıl tanımlanıyor birkaç örnekle anlatayım. Örneğin, benim çiftliğimin olduğu Eceabat ilçesinde ilçeye bağlı 12 köy var. Köylerde toplam nüfus 5500, Eceabat İlçesinde yaşayan nüfus da 5500. Kırsal alan köyler ve mezralar olarak, Eceabat İlçesiyse kentsel alan olarak tanımlanıyor. Peki, Eceabat’ta yaşayanların hayvan varlığıyla Eceabat köylülerinin hayvan varlığı karşılaştıralım. İkisi yaklaşık olarak eşdeğer. Kentsel alan olarak tanımlanan ilçede nüfusun en az yarısı, belki yüzde 60-70’i yine tarımla uğraşıyor.
Bir ileri aşamaya gidelim. Eceabat’ın bağlı olduğu il olan Çanakkale’nin nüfusu 60.000, en az yarısından fazlası yine tarıma bağlı. Peki, İstanbul’dan bahsedelim, önemli oranda kırsal alanla ilişki hâlâ sürüyor. Dolayısıyla kırsal alandaki bu tasfiye operasyonu ülkemizdeki nüfusun yüzde 60-70’ini ilgilendirecek özellikte. İstanbul’u yalnızca bugünkü sorunlarıyla düşünmeyin, daha büyük bir sorunla karşı karşıya kalacağız.
Küçük çiftçi diye tanımladığımız, çok kabaca diyelim ki 200 dönümden aşağı toprağı olan çiftçi sayısı nedir diye baktığımızda, küçük çiftçilerin genel çiftçi nüfusuna oranının yüzde 75-80 olduğunu görürüz. Avrupa’da kırsal alanda yaşayan nüfus yüzde 5,5, ABD’de yüzde 3,5 civarında. Önümüzdeki 10 yıl içersinde kırsal nüfusu Avrupa ortalamasına pek getiremeyecekler, ancak buna göre politika üretiyorlar. Burada amaç küçük köylüyü tasfiye edip, tarımın şirketleşmesinin önünü açmak. Tarımı sadece şirketler tarafından yapılır hale getirmek ve çiftçiliği yok etmek. Önümüzdeki 10 yıl içersinde, yaklaşık 20-25 milyonluk nüfusun hareketlenmesi demektir.
Şöyle toparlayayım: İstanbul’un kentsel sorunlarını tartışırken mutlaka kent-kır ilişkisi ve çatışmasını da ele almamız gerekiyor. Birincisi; birbirimize çok bağlıyız ve önümüzdeki tehdidi çok iyi görmemiz gerekiyor. İkincisi; kentsel alanın korunmasına ya da gerçekten yaşanabilir kentler oluşturulması tartışmasında; nüfus meselesi, ekolojik değerler, tarım ve gıda meselesi mutlaka önemli bir boyut olarak ele alınmalı.
Beni dinlediğiniz teşekkür ediyorum.

No comments: