Tarımın şirketleşmesi ve genetiği değiştirilmiş gıdalar
Levent Gürsel Alev / Mebruke Bayram
Tarımda geleneksel tarım metodları yerine, modern tekniklerin kullanılmaya başlamasıyla ortaya çıkan sürece “Yeşil Devrim” adı veriliyor. Yeşil Devrim lafıyla, tarımda hibrit tohumların, yapay gübrelerin, yabani ot ve böcek öldürücü kimyasalların ve tarım makinalarının kullanılmaya başlamasıyla, yani endüstriyel tarımın gündeme gelmesiyle birlikte meydana gelen ürün artışı kastediliyor. 70’li yıllara denk gelen bu süreçte sözü edilen ürün artışı o güne kadar tarımda hiç elde edilmeyen boyutlarda gerçekleşti. Yeşil Devrim’in propagandası; birim alandan elde edilen ürünün artması gerektiği, çünkü nüfusun hızla artmakta olduğu, bu nüfusu doyurmak için daha fazla gıda üretilmesi gerektiği söylemiyle yapıldı. Yeşil Devrim’le birlikte tarımda kimyasalların yoğun bir biçimde kullanılmasının yolu açıldı. 2. Dünya Savaşı sırasında kimya sanayiinde gelişmeler yaşanmış, yeni silahlar, teknikler keşfedilmişti. Bu teknikler savaşın ardından kendine yeni pazar alanı buldu ve tarım sanayiinde kullanılmaya başlandı. Nitrojen bombası modifiye edilerek nitrat gübresine, sinir gazı modifiye edilerek böcek öldürücü ilaçlara dönüştürüldü. Bu ve buna benzer birçok örnek tarımsal girdilerin ecza şirketleri tarafından ele geçirilmesinin önünü açtı. Gelişmiş ülkelerdeki tekellerin tarım sistemindeki egemenliklerini iyice pekiştirmesi, küçük çiftçinin ve küçük gıda firmalarının yavaş yavaş yok olması sonucunu doğurdu. Tekeller malın üretiminden satışına kadar her türlü aşamaya hakim hale gelmeye başladı.
Tekellerin egemenliği
Günümüzde, altı şirket, dünya tahıl ticaretinin %85’ini gerçekleştiriyor. Sekiz şirket dünya kahve satışlarının %55-60’ını ele geçirmiş durumda. Batı ülkelerinde tüketilen çayın %90’ı yine bu şirketlerden sağlanıyor. Kakao ticaretinin %83’ü yine onların kontrolünde. Gıdanın yalnızca üretimi değil dağıtımı ve nakliyesi de söz konusu şirketler tarafından kontrol ediliyor. Dünyada tahılı taşımak için gereken tahıl vinçleri, demiryolu bağlantıları, terminaller, mavnalar ve gemilerin idaresinin %80’i dev bir çok uluslu şirket olan Cargill tarafından gerçekleştiriliyor.
Endüstriyel tarımsal üretimde, gerçekleşen harcamaların büyük bir kısmı sentetik gübre, tarım makineleri yakıtı, makinelerin bakımı, elektrik enerjisi, taşıma, dağıtım, hibrit tohum, yabani ot ilacı, böcek ilacı, sulama gibi alanlarda yapılıyor. Bu harcamaların içerisindeki en düşük kalem işçilik.
Ülkemizin tarım tarihinden örnek verecek olursak; Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinden ürünün %90’ı çiftçide kalıyor, %10’u ise topraklardan sorumlu kılınan sipahilere ayni ürün olarak veriliyordu. Günümüzde ise; tarımsal ürünlerde yapılan cironun ortalama olarak %90’ı şirketlere, %10’u ise çiftçinin eline geçiyor. Yalnızca bu örnek dahi tarihsel sürecin nasıl çiftçinin aleyhine işlediğini göstermek için yeterli.
Günümüz çiftçisi tarlasındaki ürünü elde etmek için büyük oranda bu konuda üretim yapan çeşitli sanayi kuruluşlarına bağlı. Bu sanayi kuruluşlarının büyük bir kısmı tabii ki yukarıda bahsi geçen çok uluslu şirketler.
Yeni pazar arayışları
Sözü edilen tabloya bu şirketler arasındaki kıyasıya rekabet ve kapitalizmin doğası gereği sürekli varolan kriz de eklenince, tekellerinin yeni pazar arayışına girişmesi ve bu pazarların yaratılması doğrultusunda bazı tedbirler almaları kaçınılmaz hale geldi. Gelişmiş ülkelerin 1980’lerden bu yana tarım konusuyla ilgili DTÖ, GATT, Tarım Anlaşması gibi uluslararası anlaşmalarla yaptıkları düzenlemeler bu üretim fazlasına pazar bulma arayışından başka bir şey değil. “Üç Kızkardeş” adıyla anılan IMF, Dünya Bankası ve DTÖ’nün birbiriyle son derece uyumlu bir şekilde uyguladığı programlar sayesinde az gelişmiş ülkelerdeki korumacı ticari engeller aşılmaya, gümrük tarifeleri sözü edilen kurumların dayatmaları doğrultusunda belirlenmeye başladı. Üçüncü dünya ülkelerindeki tarımsal üretim gelişmiş ülkelerden gelen sübvansiyonlu tarımsal ürünler karşısında yavaş yavaş boğulmaya başladı.
İkinci Yeşil Devrim
Son zamanlarda sıkça tartışma konusu olan genetiği değiştirilmiş gıdalar da tarımın şirketleşmesi sürecinin son halkasından başka bir şey değil. Yeşil Devrim’in sağladığı artışı sonsuza dek sürdürmek elbette mümkün değildi. Çiftçi aynı miktarda ürünü alabilmek için tarlasına her geçen yıl daha fazla gübre, yabani ot ilacı, böcek öldürücü vb. kimyasallar kullanmak zorunda kalıyordu. Çünkü kullanılan tarım teknikleri ve kimyasallar toprağın yapısını olumsuz etkiliyor, topraktaki organik maddeleri, mikroorganizmaları öldürüyordu. Üstelik söz konusu kimyasallar ve teknikler doğal dengeyi de altüst ediyor, ekolojik sorunlar her geçen gün artarak çoğalıyordu. Bu noktada biyoloji alanındaki buluşlar uluslararası tekellerin imdadına yetişti. Genetiği değiştirilmiş organizmalar; yani GDO’lar sayesinde Yeşil Devrim’in ikinci aşaması gerçekleştirilebilecekti.
Muhtelif canlılardan alınan genler tarımsal ürünlere aktarıldı. Bu sayede ürünlerin böceklere ve yabani otlara karşı dayanıklı olması sağlanacak, ürünlerin raf ömrü uzatılacak, tarım için uygun olmayan arazilerde ürün yetiştilebilecekti. Genetiği değiştirilmiş gıdalar, yukarıda vaadelilenleri sağlayıp sağlayamayacakları, çevreye ve insan sağlığına karşı ne tür riskleri olduğu vb. konular henüz tartışma aşamasındayken piyasaya sürülüverdiler. Çünkü uluslararası tekeller bu ürünlerin ar-ge faaliyetleri için büyük yatırımlar yapılmıştı, artan rekabet koşulları yüzünden ürün artışı sağlanmalı, tekellerin tüm dünya pazarına tam hakimiyeti bir an önce tesis edilmeliydi. Hakimiyeti tam olarak kesinleştirme işi transgenik ürünler için alınan patentler sayesinde sağlanacaktı. Genetiği değiştirilmiş ürünler ticari buluş olarak değerlendiriliyor ve üreten firmaya söz konusu ürünün patenti verilerek ticari çıkarları koruma altına alınıyordu.
Genetiği değiştirilmiş ürünler de Yeşil Devrim’in ilk zamanlarındakine benzer bir propagandayla piyasaya sürülmüştü. Tarım tekelleri, dünya nüfusunun hızla artmakta olduğunu, aç insanların sayısının gün geçtikçe çoğaldığını, buna çare olmak için ürün miktarını artırmaktan, yani genetiği değiştirilmiş gıdalardan başka çare olmadığını iddia ediyorlardı.
İkinci Yeşil Devrim propagandasının öne sürdüğü argümanların geçersizliği gün geçtikçe daha fazla ortaya çıkıyor, tek kazanan yine gıda tekelleri. Genetiği değiştirilmiş tarım ürünlerinin ticaretinin başladığı 1996 yılından günümüze 10 yıl geçti. Genetiği değiştirilmiş ürün tarımı 1996 yılında 1,7 milyon hektar alanda yapılırken bu ürünler 2005 yılında 90 milyon hektar alanda ekildi, yani söz konusu ürünlerin ekiminde 53 katlık bir artış yaşandı. 2005 itibarıyla genetiği değiştirilmiş ürün tarımı 21 ülkede, 8,5 milyon çiftçi tarafından yapılıyordu. 1996 yılından bu yana ekim yapan ülke sayısı da 3,5 katlık artışla 6’dan 21’e çıkmış durumda. Dünya üzerindeki toplam soya ekim alanının %60’ını, pamuk ekim alanının %28’ini, kanola ekim alanının %18’ini, mısır ekim alanının %14’ünü genetiği değiştirilmiş ürünler işgal ediyor. Dünya ölçeğinde, toplam 299 milyon hektar tarım alanının %30’u transgenik ürünlere ayrılmış durumda. Genetiği değiştirilmiş ürünlerin tüm dünyaya yayılışı her geçen gün daha da artarak sürüyor.
Gıda zincirinin ilk halkası
Vandana Shiva, Çalınmış Hasat adlı eserinde çiftçi ile tohum arasındaki ilişkiyi şöyle açıklıyor: “Çiftçi için tohum yalnızca gelecekteki bitkiler ve gıda için bir kaynak değildir; kültür ve tarih de tohum içinde saklıdır. Tohum gıda zincirinin ilk halkasıdır. Tohum gıda güvenliğinin nihai sembolüdür.”
Şimdi gıda zincirinin bu ilk halkasını kaybetme tehditi ile karşı karşıyayız. Günümüzde yüz binlerce ürün uluslararası tarım tekelleri tarafından patent altına alınmış durumda. Patentli ürünleri tarlasına eken çiftçiler söz konusu ürünlerden ertesi yıl için kendi tohumluğunu ayırma hakkına sahip değil. Yani çiftçiler her sene tohum tekellerine patent bedeli ödeyerek tohum satın almak zorunda.
2000’li yılların başından bu yana dünyanın çeşitli yerlerindeki çiftçiler patent haklarını ihlal ettikleri gerekçesiyle haklarında açılan davalarla karşı karşıya kalıyor. Bu davaların sebebi, istemedikleri halde tarlalarındaki ürüne komşu tarlalardan tozlaşma yoluyla genetiği değiştirilmiş ürünlerin bulaşmış olması. Haklarında açılan davaları kaybeden yüzlerce çiftçi var. Çıkartılan yasalar sayesinde birçok yerde çiftçilerin kendi tohumluğunu saklaması ve kendi aralarında değiş tokuş etmeleri neredeyse suç sayılacak hale geldi.
Örneğin; Kentucky, Iowa ve Illinois’de tohum saklayan bir grup çiftçi Monsanto’ya kişi başına 35 bin dolara varan miktarlarda ceza ödemeye zorlandı. Monsanto’dan Scott Baucum’un konu hakkındaki açıklaması şöyleydi: “Şu iki bedelden birini seçin diyoruz, dükkânda 6,5 dolar veya mahkemede 600 dolar.”
Dünya Ticaret Örgütü’nün tüm dünyaya dayattığı fikri mülkiyet haklarını konu alan TRIPS Anlaşmasına göre, bir bitkinin patent hakkını almak isteyen bir şirketin tek yapması gereken, patente konu olan değişiklik bitkiyi anlamlı bir şekilde değiştirmemiş olsa bile değiştirmiş olduğunu iddia etmek. Büyük olasılıkla elde edilecek sonuç; patent müfettişleri söz konusu özelliği test etme imkânına sahip olmadıklarından, patent hakkının şirkete verilmesi ve gerisinin mahkemelere bırakılması olacaktır.
Çiftçiler direniyor
Dünyanın dört bir yanındaki çiftçiler uluslararası tekellerin hakimiyetine karşı çeşitli yollarla direnmeye çalışıyor. Biraraya gelerek oluşturdukları kooperatifler, dernekler, sendikalar vb. kuruluşlarla yerel ve diğer ülkelerdeki çiftçilerle dayanışma içerisine giriyorlar. Örneğin Seattle’daki DTÖ toplantısına karşı verilen büyük tepkide dünyanın dört bir yanından gelen küçük çiftçilerin payı büyüktü.
Ülkemizde de yapılması gereken çiftçilerin dünyanın dört bir yanında başlattıkları hareketlere benzer bir hareket oluşturmak. Kooperatifler aracılığıyla biraraya gelerek tohum, araç-gereç vb. alışverişini kolaylaştırmak, dayanışma ağı kurmak, yerel pazarlara ulaşarak, yoksa bu pazarları oluşturarak kendi bölgesinde çok uluslu şirketlere karşı direnmek. Tabii yapılması gereken en önemli şeylerden biri de sendikalar, dernekler vb. örgütlerde biraraya gelerek uygulanan neo-liberal politikalara karşı tavır almak.
Bu konuda çifçilerin en büyük destekçisi yine diğer halk kesimleri olmak zorunda. Toplumsal destekli ekolojik ve sürdürülebilir köylü tarımının geleceği tüketiciler arasında yaratacağı etkilere bağlı. Gerek üretici, gerekse de tüketici kooperatiflerinde biraraya gelerek, yerel tohumları korumak için sivil tohum koruma, geliştirme istasyonları ve bankaları kurmak. Üretici ile tüketicinin yüzyüze buluştuğu yerel ya da bölgesel pazar yerlerini kurmak, yaygınlaştırmak ve geliştirmek. Tüm bunları tarım ve gıda şirketlerinden bağımsız, yerel yönetimler ve sivil toplum kuruluşlarının organizasyonu ve desteğiyle yapmak.
İşte bu noktada, Çiftçi Sendikalarına, Ziraat Mühendisleri Odası gibi meslek kuruluşlarına, Tüketici Örgütlerine, Ekoloji ve Çevre Örgütleri ne önemli görevler düşüyor. Önümüzdeki bu önemli temel görev; tarımın şirketleşmesine karşı toplumsal destekli, ekolojik ve sürdürülebilir köylü tarımını savunmak ve geliştirmek için örgütlenmek ve somut mekanizmalar kurmak. Hiçbir şeyi yarına ertelemeden...
Sunday, September 30, 2007
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
No comments:
Post a Comment