Monday, April 30, 2007

Tohumculuk Kanunu; Yabancı Tohumculuk Firmalarının Çiftçiye, Tüketiciye, Doğaya, Saldırısı mı?

Sorular ve Cevaplar

Soru: Tohumculuk kanunu Avrupa Birliği (AB) yolunda yeni bir adım mı?
Cevap: AB bizden başka konularda talep ettiği gibi, bir tohumculuk kanunu çıkarılmasını talep etmedi. Ancak tohumculuk kanununun “AB’ne uyum” paketi içinde ve temel yasa olarak Meclise getirilmesi, bu tür kanunların hızlı görüşülebilmesini sağladığından, yasanın kısa bir zaman içinde, fazla muhalefete yol açmadan çabucak meclisten çıkarılması amaçlandı. Böylelikle eleştiriler büyümeden fırtına hızı ile yasalaşması ve karşıtlarının çağdaşlaşma düşmanı ilan edilmesi sağlanmak istendi. 31 Ekim 2006’da 5553 sayı ile çıkan “Tohumculuk Kanunu” ülkemiz biyoçeşitliğini, çiftçi ve tüketici haklarını yok edecek zaman ayarlı bir bomba.

Soru: İyi de Avrupa Ülkelerinde de benzer kanunlar yok mu?
Cevap: Çoğunda benzer kanunlar var, ancak bu ülkelerde de çiftçiler ve tüketiciler bu yasalardan şikâyetçi. Hatta başta AB ülkelerinden olmak üzere dünyanın çeşitli köşelerinden 30 çiftçi kuruluşu çiftçi, tüketici çıkarlarına aykırı, biyoçeşitliliği yok edecek olan bu yasanın ne Türkiye ne de dünya için iyi olmayacağını bildirdiler ve milletvekillerine yazılar gönderdiler. Ayrıca bu ülkelerde çiftçiler ve tüketiciler örgütlü onlara rağmen bir şey yapmak pek kolay değil. Avrupa Birliği ülkeleri tohum yasalarını çıkarmadan önce tohum kullanımının sınırlarını belirleyen Biyogüvenlik Yasalarını çıkarttılar, önlemleri var.

Soru: Irak’ın da benzer bir yasası varmış.
Cevap: Irak’ı işgal eden güya koalisyon kuvvetleri komutanı Paul Bremer’in imzalayarak Irak kanunu olarak yürürlüğe soktuğu 81 nolu kararındaki tohumculuğu düzenleyen 51-79 arası maddelerinin içeriği bizim yasamıza çok benziyor. Orada işgalle dayatılan kanun bizde üzülerek söyleyelim yeterince tartışılmadan TBMM’ce çıkarıldı.

Soru: Kim destekliyor bu yasayı?
Cevap: Başta ABD olmak üzere AB’deki büyük tohum şirketleri bu tür yasaları bütün dünyada destekliyor. Onların çiftçiyi, tüketici haklarını, doğayı ve biyoçeşitliliği korumak gibi bir amaçları yok. Onlar için varsa yoksa çıkarları önemli.

Soru: İyi de kanunla kaliteli tohum satılması sağlanmayacak mı? Siz değişimden yana değil misiniz?
Cevap: Şüphesiz kaliteyi artıracak çabaları desteklememiz gerekir. Bu yasadan önce her şey iyi idi demiyoruz. Ancak yasayı destekleyenlerin asıl amaçları kaliteli tohum değil, karlarını arttırmak. Büyük şirketlerin ithal ettiği tohumlarla birçok hastalık ve sorun geldiğini biliyoruz. Örneğin başta Niğde olmak üzere Nevşehir, Kayseri, Giresun, Ordu, Trabzon’a ithal patates tohumlukları ile patates kanseri hastalığı geldi. Tarım ve Köyişleri Bakanlığı bu hastalığa patates siğili demekte. Bu illerde birçok köyde 30 yıl boyunca patates ekimi yasaklandı. Başka birçok tarla, bahçe bitkisinde de, ithal tohumluklarla ve fidanlarla pek çok problemin Türkiye’ye getirildiğini Ziraat Fakültelerinden araştırmacılar açıkladılar. Özellikle tohumla taşınan virüs hastalıkları son zamanlarda, yani ithal tohumdaki olağanüstü artışla sebzelerde birincil tehdit öğesi durumuna gelmiştir. Bu nedenlerle biz iyiden yana olan bilimsel doğruları içeren değişimlerden yanayız, ancak bu tür, üretici ve tüketicilerin zararına olan ve kamu yararına olmayan düzenlemelere karşıyız.

Soru: Tohumculuk alanında çok kâr var mı? Türkiye bu konuda dışa bağımlı mı?
Cevap: Türkiye tohumda yaklaşık 30 milyon dolarlık ihracat, 70 milyon dolarlık ithalat yapmakta. Şu anda dışa bağımlı sayılırız. Dünya tohum devleri şu anda özellikle sebze tohumlarında, örneğin domates gibi bitkilerin tohumunda tam hâkimiyet elde ettiler. Bu nedenle domates tohumunun gramı altından daha pahalı.

Soru: Buğday gibi şu anda devletin tam olarak çekilmediği alanlarda da aynı hegemonyayı kurarlarsa yandık o zaman değil mi?
Cevap: Buğday gibi kendine döllenen bitkilerde bu durum domates kadar kolay değil. Ancak, çok uzun süreli ıslah çalışmaları gereken bu alanlara girmeleri zamanla mümkün ve bu da buğdayın temel besin maddesi olması nedeniyle belki de çok daha tehlikeli olacak.

Soru: Kendine döllenme ne demek?
Cevap: Domates gibi bazı bitkilerde dişi organları, çoğunlukla başka bitkilerdeki erkek organların saçtığı polen tozları ile döllenir. Bunlar yabancı döllenen bitkilerdir. Buğday gibi bitkilerde ise aynı bitkinin erkek organlardan döllenme sağlanır. Bunlar da kendine döllenen bitkilerdir. Ancak çok az miktarda başka bitkilerden de polenler gelebilmektedir. Buğday gibi kendine döllenen bitkilerde tohumun genetik (irsi) özellikleri pek değişmeden devam eder. Bu nedenle çiftçi kendi tohumluğunu veya komşusundan aldığı tohumluğu bir süre rahatlıkla kullanır. Bu yüzden dev şirketler buğday gibi kendine döllenen bitkilerde fiyatları altın kadar pahalı yapamayabilirler, ama amaçları her alanda hegomonya sağlamaktır. Aslında olay biraz daha çok boyutlu.

Soru: Nasıl yani?
Cevap: Ulusötesi şirketler tohuma sahip olarak başka birçok alanda da ağalıklarını kurmak istiyorlar. Örnek olarak Vietnam savaşında kullanılan orange agent denilen ormanları yok edici kimyasal silahın üreticisi olarak ün yapmış olan Monsanto şirketi, GDO’lu (Genetik Olarak Değiştirilmiş Organizmalar) tohumlar üretmektedir. Bu şirket GDO’lu bir pamuk çeşidi üretiyor. Bu çeşit ot öldürücü (herbisit) ilaçlara dayanıklıdır. Dolayısıyla pamuğa çok zarar vermeden yoğun ot öldürücüsü kullanılabilmektedir. Şirket bu çeşitle uyumlu ot öldürücüsünü de satmaktadır. Doğal olarak yoğun herbisit kullanımı ve GDO’lu pamuk kullanımı insan sağlığı, çevre kirliliği ve biyoçeşitliliğe büyük bir tehdit oluşturmaya da başlayacaktır. GDO’lu çeşide bağlanan çiftçi ot öldürücüsüne de bağlanmaktadır. Bu ve başka birçok yoldan dev şirketler çiftçiyi avuçlarının içine alacaklardır.

Soru: Yasadan GDO’lu çeşitlerin kullanımı çıkarılmış, doğru mu?
Cevap: Başlangıçta yasa GDO’yu kapsayacak şekilde bir ifade ile hazırlanmış idi. Ancak yoğun tepki üzerine GDO ifadesini çıkardılar. Ancak bunu uzlaşıyoruz görüntüsü de vererek o şekilde yaptılar ki, aslında yasa GDO’lu tohumlara kapalı da olmamış oldu. Sadece yasada GDO ifadesi yok. Ama değişen bir şey olmadı.

Soru: GDO’lar Türkiye ve dünyada yayılırsa ulusötesi tohum şirketlerinin hâkimiyetini katmerlendireceğini çıkarıyorum. Doğru mu?
Cevap: Evet. Ayrıca GDO’nun getireceği diğer tehlikeler de var. Öncelikle bir ürünün kalıtımına bir gen eklendiği ya da bir geninde değişiklik yapıldığında, değişen çevre koşullarının da etkisiyle ve gen dizilimindeki yeni durumda genler arası etkileşimlerle nasıl bir karakter oluşacaktır? Bunu kesin olarak saptayan bir sistem henüz bulunmuş değildir. Bu durumuyla GDO’ların kendisi doğrudan insan sağlığı ve çevre için potansiyel bir tehdittir. En azından şimdiden bilinen budur.

Soru: Tohumculuk kanununun biyoçeşitliliği yok edeceğini söylüyorsunuz. Biyoçeşitlilik ne demek? Televizyonda ayıların yok olması ile ilgili bir şeyler görmüş idim. Bu değil mi? Tarımda bunun işi ne? Biyoçeşitlilik olmasa olmaz mı?
Cevap: Biyoçeşitlilik kısaca belirli bir alanda hayattaki çeşitliliktir. Bu alan küçük ev bahçeniz de olabilir. Bir köy, ilçe, Türkiye ve hatta dünya da olabilir. Biyoçeşitliliğin en az üç boyutu vardır. Örneğin bir köyde buğday, pamuk, ıspanak, mercimek gibi bitki türlerinin; koyun, sığır gibi hayvan türlerinin çok olması “tür çeşitliliğidir”. Diğer boyut ise “genetik çeşitliliktir”. Bu ise aynı tür içinde çeşit zenginliği, örneğin buğdayın çok çeşidinin olmasıdır. Üçüncü boyut ise “ekosistem çeşitliliğidir”. Bu ise sulak alan, ormanlık alan gibi biyolojik sistemlerin çokluğu ve bütün canlılar arasında çok sayıda birbiri besin olarak veya dayanışma için kullanma anlamında süreçlerin çeşitliliğidir. Türler arasında özellikle beslenme açısından birbirlerine bağımlılık olduğunu biliyoruz. Bir ilaç uygulaması ya da kalıtım yoluyla bir türün ya da bazı türlerin yok edilmesi doğal dengeleri alt-üst eder ve giderek besin zincirini koparabilir. Doğal alanlarda ve tarım alanlarında biyoçeşitlilik yoksa o bölgede hayat çöker. Her şeyin tekdüze olduğu farklı olmaya şans tanınmadığı bir dünya ne kadar anlamlı olur. Bu anlamlarda boz ayının yaşamaya devam etmesi gereklidir. Ancak tarımda da biyoçeşitlilik önemlidir. Örneğin 1840 yılında İrlanda’da tek bir ürün yani patates en yaygın ekilmekte idi. Tek bir patates çeşidi vardı. Ortaya çıkan patates mildiyösü denilen bitki hastalığı patatesleri çürüterek çok zarar verdi. İrlanda’nın nüfusu 8 milyondu, 1.5 milyon insan açlıktan öldü. Bir milyon göç etmek zorunda kaldı. Hâlbuki patatesin geldiği Latin Amerika’da 3800 çeşit patates ve 100 yabani patates türü vardı. Latin Amerika’da bu hastalık çok az zarar verdi. Çünkü bu çeşitlerin bir kısmı zarar görse de çoğu dayanıklı oldu. Çiftçiler de buna göre tohumlukları seçtiler.

Soru: Yani biyoçeşitlilik bir bakıma tarımın, çevrenin sigortası mı?
Cevap: Doğru. Biyoçeşitlilik olmazsa hayat durur.

Soru: İyi de şimdi kimyasal mücadele ilaçları ile sorun olduğu söylenen bu hastalıklar halledilmez mi?
Cevap: Dünya da ve Türkiye’de mücadele ilaçlarının çare olamadığı çok örnek var. 1970’de ABD’de mısır üreticileri bir hastalığa engel olamadılar ve bir milyar dolar kaybettiler. Sorun gene az sayıda mısır çeşidi idi. Mücadele ilaçlarının hastalığı önlemesi durumunda ise bunun getirdiği maliyeti ulusötesi şirketler hiç hesaplamıyor. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü FAO 2000 yılındaki bir raporunda tarımın sera gazlarına katkısının %20-30 arasında olduğunu saptamıştır. Bu durum böyle gidemez. Ayrıca tarım ilaçları ve kimyasal gübre kullanımı çiftçinin ürün maliyetini arttırıyor ve hem kendi ailesinin hem de tüketicilerin zehirli ve kansorejen besinler tüketmelerine yol açıyor. Tarım ilaçlarını ve kimyasal gübreleri hiç kullanmadan veya çok az kullanarak daha verimli tarım yapılabileceği artık kanıtlanmıştır. Ayrıca dünyada açlık sorununun gelir dağılımı sorunu olduğu Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü FAO’nun verileri ile de ispatlanmıştır. Bir yandan şişmanlıktan patlayacak insanların diğer yandan açların olduğu bu dünyada açlık teknik bir sorun değil politik bir sorundur.

Soru: Anladığıma göre ulusötesi tohum şirketlerinin az sayıda tohumla çalışarak biyoçeşitliliği yok edeceğini söylüyorsunuz. Onlar da çok çeşitle çalışamazlar mı?
Cevap: Çiftçiler tarımın dünya’da ortaya çıktığı yıllardan, yani on bin yıldan beri bilinçli seçimlerle kendi topraklarına ve çevrelerine uygun, hastalık ve zararlılara dayanıklı birçok çeşit geliştirdiler. Bunlar kimyasal ilaç ve kimyasal gübresiz yetiştiriliyorlardı ve lezzetleri de (dolayısıyla besleyici değerleri) çoğunlukla şirketlerin tohumlarından üstün idi. Küçük bir coğrafi alanda yüzlerce çeşit çok olağandı. Şirketler çok yüksek kar elde edebilmeleri için bu sayıyı çok aza düşürmek zorundadırlar. Ayrıca çok çeşit tohumla çalışmayı kabul etseler bile bu işi, yani tohum geliştirme işini köylülerle işbirliği olmadan bu kadar fazla çeşitte yapamazlardı. Bu nedenle tohum geliştirme işinden köylüyü dışlamak zorunda idiler. Bu da onları az sayıda çeşitle çalışmaya mahkûm etti. Şirketler bilim adamlarını tekellerine alarak biyoçeşitliliğe aykırı bir yolda gitmeye başladılar. Bu eğilim 1960-1970’lerde “yeşil devrim” adı altında o zaman daha çok kamu kurumları ve uluslararası vakıflarca başlatılmış idi.

Soru: “Yeşil devrim” iyi sonuçlar vermedi mi?
Cevap: Tahıl üretimi arttı, ancak zararları çok daha fazla arttı. Birincisi sulanan alanların dışındaki alanlardaki üreticiler ve küçük üreticiler bundan zarar gördü, ürün fiyatları düşünce daha yüksek maliyetli ürünlerini üretemez oldular ve yoksullaştılar. İkincisi az sayıda çeşit ancak kimyasal ilaçlar ve kimyasal gübreler ile yetiştirilmek zorunda kalındı. Bu üretim maliyetini arttırdı, toprakların uzun dönemde bozulmasına yol açtı. Sular kirlendi. Besinler kirlendi ve besleyicilik özellikleri geriledi. Küresel ısınmaya katkıda bulundu. Kısacası düşük maliyetli olduğu ileri sürülen bu endüstriyel tarımın asıl maliyeti çok yüksektir.

Soru: Peki tohumculuk kanunu nasıl biyoçeşitliliğe zarar verecek?
Cevap: Yasayı savunanların biyoçeşitlilikten anladıkları yerel tohum çeşitlerinin kutularda tohum bankalarında saklanılması. Halbuki biyoçeşitlilik yaşayan bir şey olmalı. Kanunda tutulacak bir kataloğa kaydedilmeyen ticari çeşitlerin satılamayacağı belirtiliyor. Her ne kadar yasa köylülerin tohumluklarını değiştirebileceklerini kabul etmekte ise de kanun durulmuşluk (sabitlik) gibi çeşit özelliği göstermeyen köylü çeşitlerinin satılmasını yasa dışına itmektedir. Durulmuşluk çeşidin, tekrarlanan üretimlerden sonra veya belirli çoğaltım dönemleri sonunda ilgili özellikleri değişmeksizin aynı kalması, bir başka deyişle standart ürün vermesi anlamına gelmektedir. Bu ise çeşit altında bir biyoçeşitliliğin yasa dışı ilan edilmesidir. Çiftçinin yetiştirdiği bazı tohumlar ise durulmuşluk göstermemekte yani çıkan bitkiler arasında az çok farklılıklar görülebilmektedir. Bu durumda bunlar standart çeşit olmamakla birlikte çok değerli olmaktadır. Bu durum yasaklanacak bir şey değil korunacak bir değerdir. Ayrıca değişik nedenlerle kayıt altına alınmayan çeşitler de aynı şekilde yasa dışı olmaktadır. Böylelikle kanun ulusötesi şirketler için bir biyolojik temizlik (aynı etnik temizlik gibi) harekâtı yapmaktadır. Dev şirketler köylü çeşitleri ile rekabet etmek istememektedirler.

Soru: Pazardaki bir çiftçiden, gazete kâğıdından yapılma külahlara koyduğu maydanoz, roka, dereotu tohumlarını artık alamayacak mıyız? Yani, amcalar, teyzeler artık pazarda tohum satamayacak mı?
Cevap: Doğru, çiftçilerimiz yasa tam anlamıyla uygulandığında artık hiçbir şekilde tohumlarını satamayacaklar. Ne bireysel olarak bir şeyler ekmek isteyenlere, ne de diğer çiftçilere... Sadece çiftçiler kendi aralarında tohum değiştirebilecekler.

Soru: Şirketler sanırım tohumluklarını yüksek fiyatlarla satabilmek için çiftçilerin tohum değişimi ve ticaretine engel olmak istiyorlar. Bu nedenle fikri mülkiyet haklarına sığınmak istiyorlar. İyi de, bir gelişme olması için fikri mülkiyet haklarını kabul etmek gerekmiyor mu? O zaman kim tohumluk geliştirmek ister?
Cevap: Ulusötesi (çokuluslu) şirketler bütün dünyayı tarayarak, işlerine gelen ve çiftçilerin on bin yıldır geliştirdikleri çeşitlere iki tane gen koyarak bunlar üzerinden bir mülkiyet geliştirme peşindeler. Çiftçilerin doğadaki değişimlerden de yararlanarak geliştirdikleri bu çeşitler on binlerce gen içermekte. Bu şirketler bu genler için birisine bir ücret ödemiş mi? Ne hakla bunlar üzerinde bir mülkiyet iddia ediyorlar? Şirketlerin patentleme mantığına göre kullandıkları her çeşit için çiftçilere onar yirmişer milyar dolar ödemeleri gerekir. Ayrıca kendi çeşitlerinden gen kaçması yoluyla zarar verdikleri çiftçilere de tazminat ödemeliler. Halbuki GDO’lu tohum üreten firmalar bu durumlarda zarar gören çiftçilere “tohumumu çaldın” diye dava bile açmaktalar. Bu şirketler yeni bir şey icat etmedi ki bunların mülkiyetini çıkartsın. İşin doğrusu şudur: “yaşam patentlenemez” Hiç kimse on bin yıldır çiftçilerin geliştirdiği tohumları patentleyemez. Ayrıca gelişme veya yeni çeşit üretimi için mutlaka patent gerekmiyor. Bunun aslında en iyi örneği tohumlardır. Çünkü on bin yıldır çiftçiler tohum geliştiriyor. Hiç biri bunları patentlemiyor. Kendi aralarında değişiyorlar. Çağdaş başka bir örneği bilgisayara işletim sistemleri için verelim. Özgür yazılım (GNO) ve Linux tamamen birlikte çalışan birçok kişinin birbirlerinden hiçbir bilgi saklamadan ve ürettiklerini patentlemeye kalkmadan, kısacası ortaklaşa (kolektif) olarak geliştirdikleri bilgisayar yazılımlarıdır. Bu ise maddi çıkar gütmeden de gelişmenin olabileceğinin ispatıdır. Özgür yazılım şimdiden hızlı gelişimi ile birçok alanda patentli yazılımlara üstünlüğünü ortaya koymuştur.

Soru: Tohum alanında bunun karşılığı var mı?
Cevap: Aslında söyledim. On bin yıldır dünyanın her ülkesinde çiftçiler kolektif tohum geliştirmeyi başardılar. Ancak bunun çağdaş şekli “katılımcı ıslah” olmaktadır. Katılımcı ıslah dünyada hızla yayılıyor. Bilim insanları ve köylüler bu uygulamada en başından itibaren birlikte çalışarak tohum ıslah ediyorlar.

Soru: Türkiye’de bu uygulama var mı?
Cevap: Nohut çeşitleri geliştirmede duyduğumuz bir örnek var. Ziraat Fakülteleri ve Tarım ve Köyişleri Bakanlığı bu konuya girmeli. Ancak tarım alanındaki kooperatif, oda, dernek vb. kurumlar öncülük yapmalı.

Soru: Şirketler tohum üretmesin mi?
Cevap: Üretmeli tabii. Ama köylü çeşitlerini yok etmeye çalışmamalı. Köylülerin tohum satmalarına kalite gerekçeleri ileri sürerek engel olmaya çalışmamalı. Daha kalitelisini üretebiliyorsa piyasada yer bulacaktır. Doğaya, çiftçiye, tüketiciye zarar vermeyecek tohum geliştirme çabalarının çeşitli yollarla desteklenmesi de sağlanabilir.

Aslında bir ulusun damak tadı ya da ağız tadı dediğimiz, tükettiğimiz ürünlere ait lezzet algılamamız uzun bir tarihsel süreçte oluşur. İnsanlar domates vb. ürünlerde alıştıkları lezzeti ararlar. Oysa ulusötesi şirketlerin sundukları ürün bambaşka bir lezzette olabilir. Bu açıdan bakıldığında olgu uluslararası sermayenin küreselleşme bağlamında tohumculuk üzerinden ağız tadımıza da getirdiği bir dayatmadır.

Soru: Büyük dev şirketlerin tohumları ile devletin geliştirdiği çeşitler veya köylü çeşitleri nasıl rekabet edecek?
Cevap: Maliyet ve verim konuları daha önce söylediğimiz gibi daha iyi tanımlanmalı. Lezzetsiz, tarım ilaçları ve kimyasal gübreler ile zehirlenmiş ve çevreyi zehirlemiş bir ürünün maliyeti sadece o ürünün birim maliyeti olarak dar anlamda hesaplanamaz. Bu tohumları üretmenin doğaya ve dolaylı olarak insanlara maliyeti ne olmaktadır? Bu tür üretime izin verme öncelikle politik bir tercihtir. Gerçekten organik ve sürdürülebilir tarım sistemleri ile daha düşük maliyetli üretimin mümkün olduğu dünya çapında ispatlanmıştır. Ancak zehirli besinler rahatlıkla satılmaya devam edebildikçe bu rekabetin kolay olmayacağı söylenebilir. Diğer yandan Tarım ve Köyişleri Bakanlığı da 1980’den bu yana sürekli geriletilmekte. Buna rağmen 1984’de geliştirilen Nazilli 84 ve 87 pamuk çeşitleri hâlâ Ege Bölgesinde ekim alanının yarısını alabilmekte. Yıllardır bakanlığın araştırma enstitülerini ihmal etmesine rağmen bu tür örneklere rastlanabilmesi gene de büyük başarı sayılır.

Soru: Tohumculuk kanununda kamunun bu alandan çıkarılacağı söyleniyor, doğru mu?
Cevap: Evet. Yasa kamunun tohum üretme, sertifikasyon, kayıt oluşturma, anlaşmazlıkların çözümlenmesi gibi hemen hemen bütün kamusal yetkilerini kurulacak olan bir tohumculuk üst birliğine devretmeyi öngörüyor.

Soru: Bu birliği yerli tohum firmaları oluşturacaksa çok sakınca olmamalı değil mi?
Cevap: Bu firmaların oluşturduğu dernek kendilerini yerli kuruluşlar olduklarını ilan etse de, şimdiden çoğunun büyük ulusötesi şirketlerin dümen suyunda oldukları çok açık. Reklâm ve tanıtım amaçlı çalışmalarında, kendilerini ve şirketlerini tanıtırken bile yabancı tohumların distribütörü olarak tanımlıyorlar. Ayrıca Türkiye tohumculuğuna yön vermek üzere düzenledikleri toplantılara katılanların neredeyse tamamının yabancı tohum devlerinin temsilcileri olduğu ispatlandı. Yani bu üst birlik yabancı tohum devlerinin güdümüne girecek. Nitekim tasarı TBMM’de görüşülürken Ziraat Mühendisleri Odası, bazı bilim insanları, tüketiciler, çiftçi ve bazı tarım örgütleri gibi gerçekleri açıklamaya çalışanlara karşı gösterdikleri saldırgan tavır yaşanacak sakıncaları şimdiden görmemiz açısından önemli.

Soru: Yani o zaman devletin yetkilerini de mi ele geçirmiş oluyorlar.
Cevap: Kesinlikle.

Soru: Bir çiftçi bu tohum devlerinin tohumundan memnun kalmaz ise, başvurduğu heyette aslında şirketin temsilcisini mi karşısında bulacak.
Cevap: Kesinlikle.

Soru: Tam bir hegemonya yani
Cevap: Çok doğru.

Soru: Bu yasadan kurtuluş yok mu?
Cevap: Anayasa mahkemesinden geri gelebilir. Ancak köylüler, tüketiciler, çevreciler, uzmanlar ve bilim insanları ve bunların örgütleri olarak alan savunması yapmalıyız. Kısa vadede kaybolan yerli tohumları korumalı, bunları doğal yollarla yetiştiren çiftçilere destek olmalı, tüketiciler ve üreticiler arasında kısa yollar bulmalı, doğrudan pazarlama sistemleri geliştirmeliyiz. Maç daha bitmedi. Hatta dünya olarak, ya yok olacağız, ya da bu mücadeleyi kazanacağız.

Soru: Ben de varım.

NOT: Bu broşür GDO'ya Hayır Platformu tarafından hazırlanmıştır.

No comments: