Monday, April 30, 2007

TARIMIN TARİHSEL SÜRECİ İLE GIDA GÜVENLİĞİ İLİŞKİSİ


Ahmet ATALIK
TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası
İstanbul Şube Başkanı


Tarım Devrimi Sanayi Devrimini Getirdi

Yaşayan her canlı gibi insan da hayati fonksiyonlarını devam ettirebilmek için enerjiye, bu enerjiyi sağlayabilmek için de beslenmeye ihtiyaç duymuştur.

İlk insanlar otçul hayvanları izleyerek yenebilecek otları, etçil hayvanları izleyerek de avlanmayı ve etçil beslenmeyi öğrenmişlerdir. Nüfusun az, doğal gıda kaynaklarının da bol olması bu durumun binlerce yıl sürmesini sağladı. İnsanoğlu zamanla gıda kaynaklarına ulaşmada zorlanmaya başlayınca bu kaynakları kendi yaşadıkları çevrede yetiştirme yolunu seçti. Öncelikle av hayvanlarını doğal korunaklar içine hapsetti. Ancak, bir süre sonra açlık ve susuzluktan ölmeleri üzerine suyu ve otu bu hayvanlara taşımaya başladı. Her mevsim bulunmamasından dolayı otu çevresinde yetiştirmenin yollarını aradı. Özellikle kuşların toprak altına tohum sakladıkları yerlerden bitkiler çıktığını görerek tohumla üretmeyi öğrendi.

İnsanoğlu bitki üretmeyi ve hayvan yetiştirmeyi öğrendikten sonra yerleşik düzene geçmeye başladı ve barınaklarını geliştirdi. Tarımın gelişmesine paralel olarak kentleşme olgusu doğmuş, tarım ürünlerinin takas yoluyla satışı ile de ilk ticaret başlamıştır.

Toprağı sürekli tarımsal faaliyette kullanan insanlar, zamanla toprağın yorulduğunu fark ederek onu nadasa bırakmayı öğrendiler. Nüfusun artması tarım ürünleri üretiminin artırılması için itici bir güç oldu. Yeni topraklar tarıma açılmaya başlandı.

Hollanda 14. yüzyılda nadası ortadan kaldıran alternatif yöntemler buldu. Toprak, nadasa bırakılmaktansa yem bitkileri ekildiğinde hem kendini toparlıyor hem de daha çok hayvan besleme olanağı elde ediliyordu. Nadas gereksinimini kaldıran yeşil gübre ile toprağın sürekli kullanımının mümkün hale gelmesi Tarım Devrimi’ni başlattı. Hayvan yemi üretimi hayvancılığın gelişmesini özendirirken, hayvan gübresinin de artması ve bunun tarımda kullanılması tarımda verimin daha da artmasını sağladı.

Tarım Devrimi’ne kadar tarım tek ekonomik faaliyetken, sonrasında tarım dışı faaliyetler de görülmeye başlandı. Önceleri sadece ticari fonksiyona sahip şehirler, sanayi faaliyetlerinin yeşerdiği yöreler oldu. Sanayi faaliyetlerinin yoğunlaşmasıyla giderek büyüyen şehirlerin ortaya çıkışı, tarımda verim artışının sağlanmasından sonra mümkün olabildi. Bu olgu, Sanayi Devrimi’nin Tarım Devrimi’nden sonra ve tarım devrimi sayesinde patlak verdiğinin kanıtıdır. Sanayi Devrimi’nin 18. yüzyıl ortalarında gerçekleştiği kabul edilmektedir.

Endüstriyel Tarım

Endüstriyel tarım diğer adıyla fabrika tarımı, çiftlik hayvanları, balık ve ekinlerin endüstriyel üretimi esasına dayanır. Kullanılan yöntemler en düşük maliyetle en fazla çıktı üretimini hedefler. Uygulamaları gelişmiş ülkelerde çok daha yaygındır ve elde edilen ürünler genellikle süpermarketlerde satışa sunulur.

Endüstriyel tarım uygulaması 10 bin yıllık tarım tarihinin oldukça yakın zamanındaki gelişmelere paralel olarak başladı. 1800’lerin sonunda başlayan tarımdaki yeni uygulamalar, Sanayi Devrimi olarak anılan farklı sanayi faaliyetlerindeki gelişmelerle yakından bağlantılıdır.

Sanayinin tarım üzerindeki geliştirici etkilerini makinenin tarımda kullanılmaya başlaması, biyolojinin ve kimyanın tarıma uygulanması, deniz ve kara ulaşımındaki gelişmelerin tarıma ekonomik etkisi şeklinde özetleyebiliriz.

Azot ve fosforun bitki yetiştirmede önemli faktörler olarak tanımlanması sentetik gübre üretimini teşvik etti, bu da yoğun tarımı olanaklı hale getirdi. Vitaminlerin keşfi, 20. yüzyılın ilk 20 yılında hayvan beslenmesinde takviye olarak kullanılmalarını sağladı. Çiftlik hayvanları, doğanın olumsuz koşullarından izole edilmek amacıyla kapalı mekanlarda yetiştirilmeye başlandı. 1940’larda antibiyotiklerin keşfi, hastalıkların kolayca kontrol edilerek çiftlik hayvanlarının büyük sayılarda bir arada yetiştirilmelerine olanak sağladı. Kimyasalların 2. Dünya Savaşı’nda kullanılmak üzere geliştirilmeleri tarımda sentetik pestisit (zararlılara ve yabancı otlara karşı kullanılan tarım ilaçlarının genel adı) kullanımını artırdı. Deniz taşımacılığında yaşanan gelişmeler tarım ürünlerinin uzak mesafelere taşınmasını, yerel pazarlardan uluslararası pazarlara girmesini sağladı.

Yeşil Devrim

Yeşil Devrim tabiri, 1940 ve 1960’lı yıllar arasında tarımsal üretimde belirgin bir artışa yol açan gelişmekte olan ülkelerdeki tarımın tam olarak dönüşümünü tanımlamak amacıyla kullanıldı. Bu değişim Rockefeller ve Ford Vakıfları ile hükümetlerin büyük destekleri sonucu tarımsal araştırmalar yapılması, yaygınlaştırılması ile altyapı geliştirme programlarının bir sonucu olarak gerçekleşti.

Yeşil Devrim 1943 yılında Rockefeller Vakfı ile Meksika hükümetinin işbirliği ile Özel Çalışmalar Ofisi’nin Meksika’da kurulmasıyla başladı. Bu ofiste yüksek verimli buğday ve mısır çeşitleri geliştirildi. 1951 yılına gelindiğinde Meksika buğday üretiminde kendine yeterliliği yakalamış ve ihraç etmeye başlamıştı. Özel Çalışmalar Ofisi 1959 yılında gayri resmi bir uluslararası araştırma enstitüsüne çevrildi ve 1963’te de resmen CIMMYT (Uluslararası Mısır ve Buğday Geliştirme Merkezi) oldu.

Yeşil Devrim’in ikinci durağı Hindistan’dı. Burada da Ford Vakfı ve Hindistan hükümeti işbirliği ile CIMMYT’ten büyük miktarlarda buğday tohumu ithal edildi. Hindistan bitki besleme, sulama yatırımları ve tarım kimyasallarını finanse etme şeklinde kendi Yeşil Devrim programını uygulamaya koydu. 1970’lerin sonuna doğru çeltik verimini %30 oranında artırdı.

Rockefeller ve Ford Vakıfları birlikte Filipinler’de 1991 yılında IRRI’yi (Uluslararası Çeltik Araştırma Enstitüsü) kurdular. Burada yetiştirilen yüksek verimli çeşitler üçüncü dünya ülkelerine hızla yayıldı. IRRI ve CIMMYT 1971 yılında kurulan CGIARI’a katıldılar. Bu tarihten sonra CGIAR dünyanın pek çok yöresinde araştırma merkezleri açtı.

Yeşil Devrim uygulamaları ile dünyanın pek çok yöresinde 1980 ve 1995 yılları arasında tarım ürünleri üretimi en üst noktaya ulaştı. Günümüzde ise çölleşme ve sulama uygulamalarında yapılan hatalar sonucu üretimde düşmeler yaşanmaya başlamıştır. Bunların bir sonucu olarak Yeşil Devrim birçok bölgede tarımsal üretimde kısmi ya da tam bir sınırlayıcı faktör olmaya başlamıştır.

Yeşil Devrim Açlığa Çare Oldu Mu?

Gelişmekte olan ülkelerdeki hububat üretimi 1961-1985 yılları arasında iki kattan fazla arttı. Çeltik, mısır ve buğday verimi bu dönemde muntazam artış gösterdi. Yeşil Devrim bu etkisiyle yaygın kıtlığı önlemede faydalı oldu. Ancak, tarımsal üretimdeki artış nüfus artışını da beraberinde getirdi. Dünya nüfusu Yeşil Devrim’in başlangıcından bu yana yaklaşık 4 milyar arttı. Yeşil Devrim bu yönüyle de oldukça fazla sorgulanmaktadır. Zira, Devrim olmasaydı dünya nüfusu da bu denli hızlı artmayacaktı. Gelişmekte olan dünyada ortalama bir insan Yeşil Devrim öncesine göre günde ortalama %25 daha fazla kalori tüketmektedir. Sonuçta dünyadaki açlık sorunu da giderilememiştir.

Yeşil Devrim ile Ortaya Çıkan Sorunlar

Yeşil Devrim özellikle gelişmekte olan ülkelere mevcut teknolojileri yaymaya çalıştı. Ancak bunlar endüstri ülkelerinin dışında fazla kullanılmadı. Bu teknolojiler sentetik azotlu gübreler ile pestisitlerin kullanımı ve sulama projelerinin uygulanmasından oluşuyordu.

Yeşil Devrim’in yeni teknolojik gelişimi ise “mucize tohumlar” ile gerçekleştirilen tarımsal üretimdir. Bilim adamları bu bağlamda yüksek verimli mısır, buğday ve çeltik çeşitleri geliştirdiler. Geleneksel çeşitlerle karşılaştırıldığında bu yüksek verimli çeşitler topraktaki azotu da hızlı tüketmeye başladılar.

Yüksek verimli çeşitler yeterli sulama, pestisit ve gübre kullanılması durumunda geleneksel çeşitlere göre daha yüksek verimli olabiliyorlardı. Bu girdilerin noksanlığında ise tam tersine olarak geleneksel çeşitler daha verimliydiler. Yeşil Devrim’in sunduğu yüksek verimli çeşitler başlangıçta öyle olmamasına karşın ilerleyen süreçte sadece bir kez ürün veren şekle dönüştürüldüler. Bu da çiftçinin tohumda şirketlere bağımlılığını ve üretim maliyetini artırıcı bir unsur oldu.

Yeşil Devrim ile üretimde sağlanan artış beraberinde de bir takım tartışmaları da getirmiştir. Örneğin çok sayıda hayvanın bir arada yetiştirilmesi hastalık riskini artırıyor ve antibiyotik kullanımını teşvik ediyordu. Bu durum da insan sindirim sistemindeki bakterilerde antibiyotik direnci oluşturmak suretiyle insan sağlığını olumsuz etkiliyordu. ABD’de hayvanların hızlı büyümesini sağlamak amacıyla büyüme hormonları kullanılmış, ancak kısa bir süre sonra bunları tüketen insanların kanlarında bu hormon görülmeye başlayıp, buna bağlı bir takım sağlık sorunlarıyla karşılaşılınca bu hormonun kullanımı derhal yasaklanmıştır. Yoğun hayvansal ve bitkisel üretimden arta kalanlar çevre kirliliğine yol açmaktadır. Yine özellikle hayvanların sıkışık bir düzende kapalı mekanlarda yetiştirilmesi streslerinin artmasına neden olmaktadır. Yoğun tarım aynı zamanda yoğun kaynak kullanımını gerektirmektedir. Yoğun tarım sistemi gıdanın kaynağının izlenebilirliğini de zorlaştırmaktadır. Tüketici ürünü doğrudan üreticiden alamamaktadır. Bitkisel üretim açısından bakıldığında ise tek ürünün geniş arazilerde her yıl üst üste yetiştirildiği görülmektedir. Bu da beraberinde sentetik gübre ve tarım ilaçlarının kullanımını artırmıştır. Genetiği değiştirilmiş organizmalar birçok çevre ve sağlık sorunu yaratmaktadır. Makineli tarımın yaygınlaşması ve tarım arazilerinde görülen genişleme erozyon ve küresel ısınmanın nedeni sera gazı çıkışını da hızlandırmıştır. Büyük alanların sulamaya açılması, yanlış kullanımdan dolayı kimi bölgelerde tuzlanma yüzünden tarımsal üretimi sınırlamıştır.

Gübrelerin Sağlık Etkileri

Birinci Dünya Savaşı’nın hemen devamında sentetik gübrelerin üretilmesi ve aynı zamanda patlayıcı olarak kullanılması ile başlayan süreç Alman bilimci Justus von Liebig’in 19. yüzyılın ikinci yarısında “bitkiler beslenmek için azot, fosfor ve potasyuma gereksinim duyarlar ve bu elementler toprağa dışarıdan da verilebilir” ifadesi ile hızlanmıştır. Sentetik gübrelerin tarımda hızla yayılmaya başlaması çiftçilerin hayvan gübresini kullanmalarını da hızla azaltmıştır. Bu değişimin çok hızlı gerçekleşmesi Liebig’i dahi endişelendirmiştir.

Özellikle nitrat sulama suyu ya da yağmurun etkisiyle yeraltı ve yerüstü su kaynaklarında kirlilik yaratmaktadır. Nitratın insan sağlığı üzerine olan etkisi doğrudan olmayıp, önce nitrite daha sonra da insan sindirim sisteminde kanserojen oldukları bilinen nitrozaminlere dönüşmesindendir. Ayrıca, nitrit insan kanındaki hemoglobin ile birleşerek methemoglobinemia hastalığına da yol açmaktadır. İnsan bünyesine nitrat daha ziyade yaprakları yenen sebzeler yoluyla geçmektedir.

Bazı gübreler hammaddelerinde insan sağlığı için olumsuz elementler kapsayabilirler. Örneğin ham fosfatlar uranyum, flor, kadmiyum içermektedir. Uranyumun böbreklerde birikmesi nefropati hastalığını meydana getirebilir. Flor ise dişlerde mine hastalığına ve kemiklerde kalınlaşmaya neden olabilir. Kadmiyum ise akciğer, böbrek, idrar yolları, prostat kanserleri ile böbrek yetmezliğine neden olmaktadır. Potasyumlu gübrelerde ise K-40 izotoplarından ileri gelen bir miktar radyoaktiviye bulunmaktadır. Fosforlu ve potasyumlu gübreler bir miktar radyasyon içerdiklerinden zararlı olabilirler.

Mikrobesin elementleri açısından baktığımızda ise manganez fazlalığında insanlarda manganez nörotoksitesi oluşabilmektedir. Fazla çinko ise tüm organlarda kanser, çeşitli deri hastalıkları, solunum yollarında tahriş ve zatürre, nefes almakta güçlük, akciğerlerin su toplaması ve kanlı balgam oluşturma gibi hastalıklara yol açmaktadır. Bakır fazlalığında akud gastrid irridasyonlar ve karaciğer sirozu meydana getirir. Bor fazlalığı gastrointestinal irritasyonlar ve testis atrofisi hastalığı oluşturabilir. Demir fazlalığı ise hemokromatosize neden olabilir.

Ayrıca gübrelerin üretilmesi esnasında korozyonla gübreye ağır metaller bulaşmış olabilir. Bunların da insan ve çevre sağlığı yönünden önemi bulunmaktadır.

Ülkemizde gübre tüketimi yaygın olmayıp 115 kg olan dünya ortalamasının çok altında olarak 85 kg/hektardır.

Pestisitlerin Sağlık Etkileri

Bitkisel üretimde hastalıklar, zararlılar ve yabancı otlar üründe %65’e varan bir kayba neden olmaktadır. İstatistiklere göre dünyada bu şekilde oluşan ürün kaybı 23 milyon ton olup 150 milyon insanın bir yıllık ihtiyacı kadardır. Bu nedenle tarımda hastalık, zararlı ve yabancı otlarla mücadelede en çok pestisitler kullanılmaktadır.

İnsanlar MÖ 500 yılından bu yana ekinlerine zarar veren zararlılara karşı pestisitleri kullanıyorlar. İlk bilinen pestisit 4500 yıl önce kullanılan elementel kükürt tozudur. 15. yüzyıla kadar haşerelere karşı arsenik, cıva ve kurşun gibi son derece toksik kimyasallar uygulandı. 17. yüzyılda insektisit (yabancı ot ilacı) olarak kullanılmak üzere tütün yapraklarından nikotin sülfat elde edildi. 19. yüzyılda krizantemlerden elde edilen pyrethrum ile tropik sebze köklerinden elde edilen rotenone gibi daha doğal pestisitler uygulamaya kondu. 1939’da çok etkili bir pestisit olan DDT bulundu. Kuvvetli etkisinden dolayı tüm dünyada çabuk ve geniş bir kullanım alanı buldu. Ancak 1960’larda biyoçeşitlilik açısından büyük bir tehlike arz edecek şekilde DDT’nin balıkçıl kuşların üreme yeteneğini yok ettiği saptandı. DDT şu anda 86 ülkede yasaklanmış durumda. Ancak, bazı gelişmekte olan ülkelerde sıtma ve bazı diğer tropik hastalıkları önlemek amacıyla sivrisineklerin ve diğer hastalık taşıyan haşerelerin öldürülmesinde hala kullanılmaktadır. Doğada çabuk bozunmadığından dolayı gıda zinciri içinde birikmekte ve ekosistemde yayılmaktadır.

Yeşil Devrim tarımı, monokültürün ister istemez oluşturduğu haşerelerin yüksek düzeydeki zararlarını sınırlamak amacıyla pestisit kullanımında artışa yol açtı. 1950’den bu yana pestisit kullanımı yaklaşık 50 kat artmıştır ve günümüzde yılda yaklaşık 2.5 milyon ton endüstriyel pestisit kullanılmaktadır.

US Geological Survey’e göre ABD’de pestisitlerin hemen her gölü ve akarsuyu kirlettiği belirlenmiştir. Pittsburg Üniversitesi tarafından yapılmış son araştırmalar, topraktaki su birikintilerine bulaşmış pestisitlerin birçok canlı için öldürücü olduğunu göstermiştir.

Türkiye tarım ilacı kullanımı açısından aslında oldukça geri sıralardadır. Hektara aktif madde olarak Almanya ve Fransa 4.7 kg, Yunanistan 6 kg, İtalya 7.6 kg, Belçika 11.3 kg, Hollanda 17.8 kg tarım ilacı kullanırken Türkiye sadece 600 gr kullanmaktadır. Ancak, unutulmaması gereken önemli bir nokta Ege ve Akdeniz bölgelerimizde tarım ilacı kullanımı birçok Avrupa ülkesinin üzerindedir. Buna rağmen Türkiye önemli sorunlar yaşamaktadır. Birkaç örnek vermek gerekirse 2001 yılında, sadece tütün ve pamukta kullanılması gereken, gıda maddesi olarak tüketilen ürünlerde kesinlikle kullanılmaması gereken bir ilacı çiftçi biberde kullanmış ve olay bu biberlerin ihraç edildiği Almanya’da yapılan analizler sonucu ortaya çıkmıştı. Çiftçi daha zehirli olan bu ilacı etkisi, daha ucuz olması ve bilinçsizliği nedeniyle seçmişti. Daha sonra İsveç’e ihraç ettiğimiz patlıcanlarımızda ilaç kalıntısına rastlandı. Bu tespit de ülkemizde değil ne yazık ki İsveç’te yapılmıştı. Kullanılan ilaç patlıcanda kullanılabilen bir ilaçtı, ancak ya verilmesi gereken doza uyulmamıştı ya da hasada kadar 14 gün beklenilmesi gerekirken bu süreye uyulmamıştı. İlaç kalıntısı sorununa son derece hassas ülkelere dahi gönderilen ürünlerimizde sorun yaşamamız, yurtiçi piyasalarda durumun çok daha kötü olduğunun göstergesidir.

İnsan sağlığı açısından olaya baktığımızda pestisit karın ağrısı, baş dönmesi, baş ağrısı, mide bulantısı, kusma, deri ve göz sorunları gibi ciddi sağlık sorunlarına yol açabilmektedir. Birçok çalışma, insanın pestisitlere uzun süre maruz kalması durumunda solunum yolları hastalıkları, hafıza kayıpları, dermatolojik vakalar, kanser, depresyon, sinir bozuklukları, çocuk düşürme, doğum kusurları gibi uzun süreli sağlık sorunlarına yol açtığını göstermektedir. Pestisit etkisine maruz kalmış anneden çocuğuna emzirme yoluyla pestisit geçebildiği saptanmıştır. Tüketicilerin pestisit etkisine maruz kalmaları ise tükettikleri gıda maddesi üzerinde ve içindeki kalıntılar ile olmaktadır.

2. Yeşil Devrim

Birinci Yeşil Devrim, tarımsal üretimi artırma etkisinin yanında dünya nüfusunu da hızla artırması nedeniyle açlığa çare olamamıştır. Günümüzde Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO), dünyadaki açlığı bitirmek üzere şirketler tarafından insanoğlunun önüne konmuş ikinci Yeşil Devrim’dir.

Çinlilerin 1980’li yılların başında tütünde bir deneme olarak başlattıkları çalışmalar kısa sürede ABD’li şirketler tarafından fark edilerek gıda olarak tüketilen tarım ürünlerinde uygulanmış, 1994 yılında bu şekilde üretilen ilk ürün domates olmuştur. Bu ürünlerin ticaretinin yaygınlaştığı 1996 yılında 1.7 milyon hektar arazide GDO tarımı yapılırken 2006 yılı itibarıyla bu alan 102 milyon hektara yükselmiştir.

GDO’ların insan sağlığı açısından etkilerine göz atarsak; gen aktarımının başarılı olup olmadığının kontrolü için antibiyotik direnç genleri kullanıldığından bunları tüketen insanlarda da antibiyotik direnci oluşturduklarını görüyoruz. Ayrıca, bu ürünler etiketlerinde aktarılan genle ilgili bir açıklama bulunmadığından alerjiye yol açabilmektedirler.

GDO’lu ürünlerin sağlık üzerine etkileri konusunda yakın dönemde yapılmış iki araştırma var. Bunlardan birincisinde Dr. Arpad Pusztai, genetiği değiştirilmiş patateslerle beslediği farelerdeki tahribatı inceledi. Dr. Pusztai, bu patateslerle beslenen farelerin tüm iç organlarında gelişme bozuklukları, sinir sisteminde çökme, kan yapısında bozulma ve bağışıklık sisteminde zayıflama tespit etti. Bu bulguları kamuoyuna açıklayınca da çalıştığı İskoçya’daki Rowett Araştırma Enstitüsü’nden kovuldu.

Sağlığı yakından ilgilendiren diğer bir araştırma ise Rusya Bilim Akademisi’nden Dr. Irina Ermakova’ya ait. Dr. Ermakova, farelerden üç grup oluşturdu. Bir grubu genetiği değiştirilmiş soya, ikinci grubu normal soya ve üçüncü grubu da normal gıdalarla besledi. Genetiği değiştirilmiş soyayla beslenen farelerin yavrularının %56’sı doğumdan üç hafta içinde öldü. Bu oran normal soya ile beslenenlerde %9, normal gıdalarla beslenenlerde %7 oldu. Ayrıca, genetiği değiştirilmiş soya ile beslenen farelerin yavrularının %36’sı normal doğum ağırlığının altındaydı. Yukarıdaki veriler ışığında, günümüzde yaygın rastlanır hale gelen parmak çocuk vakalarının GDO’lu beslenme ile ilişkisini tıp dünyası araştırmalıdır.

GDO’lar, kimsenin itiraz edemeyeceği dünyadaki açlığı bitirmek gibi güzel söylemlerle dünyada yayılmaya çalışıyorlar. Ancak, yukarıdaki iki bariz örneği dikkate alarak bu ürünleri tüketip tüketmeme konusunu tüketicinin bir kez daha düşünmesi yararlı olacaktır. Bir önemli nokta da Amerikan Tarım Bakanlığı’nın (USDA) 2006 açıkladığı üzere GDO’ların verimi en iyimser söylemle konvansiyonel sistemle üretilenler kadar olabilmiştir. Kurak dönemlerde GDO’lu üretimde verim oldukça fazla düşmektedir. Diğer bir önemli nokta da GDO’lu üretim tarım ilacı kullanımını artırmıştır (şirket bilim adamlarının ilaç kullanımını düşüreceği karşı söylemlerine rağmen).

Ülkemizde genetiği değiştirilmiş tohumla üretim yapmak ya da bu tohumları ithal etmek yasak olmasına karşın, alanı düzenleyecek mevzuat bulunmadığından soya ve mısır gibi genetiği değiştirilmiş ürünler ülkemize girmektedir. Etiketlerinde herhangi bir açıklama bulunmayan bu gıdalar tüketici tarafından bilmeden tüketilmektedir.

Sonuç

Gıda güvenliği açısından bir gıda işletmesi hijyen şartlarına ve kaliteye ne kadar dikkat ederse etsin, tarım ürünün o işletmeye gelinceye kadar geçirdiği süreç çok önemlidir. Gerek bitkisel gerekse hayvansal üretimde 5179 sayılı Gıda Yasası’nın da zorunlu hale getirdiği izlenebilirlik ülkemizde henüz oluşturulabilmiş değildir.

Gübre kullanımı konusunda analize dayalı bir kullanımdan ziyade çiftçinin komşusuna bakarak ve göz kararı kullanımı hala yaygındır. Gübre kullanımında hem insan ve çevre sağlığı hem de ekonomik kayıpların önlenmesi açısından toprak analizi yaygınlaştırılmalı, ekilecek bitki çeşidine göre gübre tavsiyesinde bulunulmalıdır. Bu görevi yerine getirecek kişi, konunun eğitimini almış uzman kişi olmalıdır.

Toprağın fiziki yapısının düzelmesini sağlayan hayvan gübresinin tekrar kullanımının teşvik edilmesi hayvancılığı geliştirici bir rol oynayacak, daha sağlıklı ürünlerin üretilmesini sağlayacaktır.

Ülkemizde pestisit kullanımı ne yazık ki çiftçinin insiyatifine bırakılmış olarak devam etmektedir. Ülkemizdeki 6 bin zirai mücadele bayiinin 2 bini aşkını ilkokul mezunudur. Tarım ilaçlarının zamanında, ürüne uygun, dozunda kullanılması ve hasada kadar olan bekleme süresine uyulması insan sağlığı açısından son derece önemlidir.

Gübrelerin ve tarım ilaçlarının olumsuzluklarının yanında, kişi başına tüketimlerinin yüksek olduğu ülkeleri incelediğimizde, bu ülkelerde insan ömrünün de uzun olduğunu görüyoruz. Bu sonuç bize gübre ve pestisitlerin doğru şekilde kullanılmalarının önemini göstermektedir.

GDO’ların insan sağlığı yanında tarımsal üretim açısından da oldukça fazla olumsuz yanları vardır. Kimi kesimler tarafından 2. Yeşil Devrim olarak adlandırılan GDO’ların sayılan olumsuzlukları bertaraf edilmediği sürece üretim ve tüketimleri önlenmelidir.

Sentetik tarım ilaçlarının, gübrelerin ve GDO’ların ortaya çıkardığı risklerden dolayı günümüzde organik tarım ve her türlü girdinin minimum düzeyde kullanıldığı sürdürülebilir tarım şekilleri günümüzde hızla yayılmaktadır.

No comments: