Monday, April 30, 2007

DÜNYAMIZ PİŞİYOR (!)


Küresel ısınmanın sonuçlarının neler olduğuna ilişkin onlarca yıldır bilim adamları açıklamalar yapıyor, raporlar yayınlıyorlar. Ancak birkaç yıl öncesine kadar tüm dünya bu raporlara ve açıklamalara kulaklarını tıkamışken, şimdi bambaşka bir tavır alınmaya başladı. Birleşmiş Milletler resmi bir açıklama ile, EXON firmasının yetkilisinin küresel ısınmaya dair raporların yayınlanmaması için BM’ye binlerce dolar rüşvet verme girişimini açıkladı.

Şimdi insan ister istemez soruyor: Doğa üzerinde yaratacağı tahribatların kesin olarak yıllardır bilindiği küresel ısınma niye şimdi bu kadar gündeme geldi? ABD Başkanlığına adaylığını koymuş Al Gore dahi, neden bu felaketi tartışıyor ve tartıştırıyor?

Bu soruya verilen ilk yanıt, küresel ısınmanın yarattığı tahribatın doğanın sınırlarını tam anlamda zorlar düzeye gelmiş olması; bu nedenle artık çözülmek zorunda olması; dünyanın elden gitmekte olduğunun genel olarak kabul edilmiş olması… O zaman ne yapmak lazım; küreseli ısıtmayacak enerji kaynaklarına yönelmek lazım. Yani yenilenebilir enerjiye…

Geçenlerde Enerji Bakanımız da aynı durumu vurguladı. Fabrikaların civarlarına rüzgar santralleri kurarak kendi enerjilerini üretmeleri gerektiğini, böylece hem kar marjlarını yükseltebileceklerini hem de temiz enerji kullanmış olacaklarını, bu nedenle de devlet tarafından teşvik edileceklerini açıkladı. Ama burada temel sorun fabrikanın hangi enerjiyi kullandığından öte, ne ürettiği değil midir? Yani, eğer bu fabrika en nihayetinde aslında hiç ihtiyaç olmayan bir ürünü üretmekte ise ve tabi bu arada doğal kaynakları sömürmekte ise, sırf kömür değil de rüzgardan enerjisini ürettiği için takdir mi edilecektir?

Yine bu durumun bir benzeri yurtsever benzinimiz biyodizel için de söz konusu. Biyodizel bitkilerden üretildiği ve bitkilerin doğayı tahrip etmesi mümkün olmadığı (!) için, küresel ısınmanın en güzel alternatifi olarak karşımıza konuyor. Ancak sadece iç tüketime yetecek kadar biyodizel üretebilmek için bile şu anki tarım arazilerimizin yetmeyeceği düşünülüyor. Yine bu alanda genetiği değiştirilmiş tohumlar ve onlarca kimyasal madde kullanılıyor. Şimdi biyodizeli fosil bir yakıt olmadığı için tercih mi etmeliyiz?

Yine cevaplanması gerek bir diğer önemli soru; küresel iklim değişikliğinin riske attığı insan sayısı ile bu nedenle hareket geçtiği varsayılan kişi ve kurumların bunun kaç katı insan hayatı risk altındayken neden hiçbir şey yapmadığıdır? Yani, İngiltere küresel ısınmanın yaratabileceği sellerden etkilenebilecek 10.000 kişinin hayatını kurtarma meraklısıyken; Irak’ta onbinlerce kişinin katledilmesi operasyonunun altında neden imzası var?

Anlatmak istediğim kısaca şu; bazı olaylara, bir felaket senaryosunun dışında ve ellerimize hazır verilen bilgilerle değil, başka bir pencereden bakmaya başladığımızda; karşımızdaki tablonun tüm anlamı değişir.

Dünyada iklim değişir! Her zaman değişmiştir. 2-3 derecelik artışlar ve hatta çok daha fazlası zaten olur, olmuştur, olacaktır. Hatta dünya tarihi içinde sıcaklığın 10-15 derece değiştiği de olmuştur. Dahası büyük tür yok oluşlarının olduğu dönemler de vardır. Günümüzden 260 milyon yıl önce dünyada yaşayan canlıların %97’si yok olmuştur. En son 65 milyon yıl önce karasal canlıların yaklaşık %70’i ortadan kalktı.

Günümüzdeki sorun, iklimin insan etkisi ile değişmesidir. Tabiî ki 2 derecelik bir artış 10.000 yılda olursa doğaldır ama 100 yılda olursa, yani 100 katı bir hızla olursa, o zaman dönüp başka bir yere bakmak gerekir ki şu an yaptığımız da budur. Ancak mesele şu ki bu tip iklim değişiklikleri “dünyamızı pişirmez”, “bizi öldürmez” veya “dünyamızı yok etmez”. Yani mesele şu, dünya eninde sonunda yok olacak. Şöyle de denilebilir ki, dünya zaten bir felaket içerisinde. Yeni felaketlerin uydurulmasına gerek yok.

Ve bizler yukarıda anlattığımız nedenlerle buna karşı takınılan resmi mücadele tavrının soruna gerçekçi bir çözüm yaklaşımı üretmediğini biliyoruz. O halde iklim değişikliği dünyayı nereye götürür ve bunun gerçek çözümü nedir bunu araştırmamız gerekir.

Sizlere Einstein’ın 1949 tarihli makalesinden kısa bir bölüm aktarmak istiyorum: “Bence kötülüğün gerçek kaynağı kapitalist toplumdaki mevcut ekonomik anarşi. Önümüzde koca bir üreticiler topluluğu görüyoruz; bu topluluğun üyeleri ise, durmaksızın birbirlerini, kolektif emeklerinin sonuçlarından mahrum bırakmak için çabalıyorlar. Bunu zor kullanarak değil, yasalaşmış kurallara körü körüne inanarak gerçekleştirmekteler.” Yani bize diyorlar ki, Kyoto’ya inanın, bu protokol bu sorunları çözecek. Bu arada hemen şunu açıklıkla belirteyim, Kyoto’yu imzalamayalım, demiyorum. Ya da iddiam dünya zaten ısınır da değil. Önemli bir durum yok demeye de çalışmıyorum, zamanın da bir politikacımızın söylediklerine benzer biçimde “küreler ısınmakla aşınmaz” da demiyorum.

Evet, Kyoto önemlidir ve imzalanmalıdır. Ancak sorunun çözümü, sorunun gerçek kaynağına inmekle başlar. Kyoto’nun ise böyle bir iddiası dahi yoktur ve verili sistem içinde olması da beklenemez. Çünkü hala egemen anlayış, ülkelerin gelişmişlik düzeylerini enerji tüketimiyle paralel olarak saptamaktadır. Dolayısıyla küresel ısınma sorununa “kimin, ne için, ne kadar enerjiye ihtiyacı var” sorusuna gerçek yanıtlar verilmedikçe, sistem içi yamalarla çözüm bulunması mümkün değildir.

Şimdi bir kez daha Einstein’e kulak verelim: “Teknolojik ilerleme, genellikle, herkesin çalışma yükünü hafifletmekten çok, daha fazla işsizlikle sonuçlanır. Kapitalistler arasındaki rekabetle bağlantılı olarak, kâr dürtüsü, sermaye birikimi ve kullanımında dengesizliğe yol açar ki, giderek daha da şiddetlenen bunalımların nedeni budur. Sınırsız rekabet, büyük ölçüde emek israfına ve daha önce belirttiğim gibi, bireylerde toplumsal bilinç tahribine neden olur”. Burada anlatılanı konumuza uyarlarsak, varlığı bile yanlış olan bir fabrikayı aklamak için kenarına rüzgar santrali kurulmasını teşvik etme çabasının nihai olarak bizi nerelere götürebileceğini görürüz.

Peki, doğanın dengesini nasıl korumak lazım? Ya da zamanında korumak lazımdı??? Şimdi doğanın dengesi lego gibi, içinden bir parça alıp, yerine ona benzer bir parça koyduğunuzda aynen devam edebileceğiniz bir sistematik ile işlemez. Dolayısıyla dengeyi korumanın tam yolu, olabildiğince müdahale etmemektir ki, bu aşamaları insanoğlu çoktan atlamıştır. Ancak her türlü enerji kaynağını ve endüstriyel tarımsal üretimi bir kenara bıraksak dahi, insan bu günkü nüfusuyla zaten yeterince doğanın dengesini bozmuştur. Şöyle ki, bir canlı türü keşfettiğinizde yaptığınız alan çalışması ile bu canlının hangi bölgede ortalama olarak ne miktarda bulunduğuna dair bir bilgi çıkarırsınız. Bu çalışmayı insan toplumu üzerinde uyguladığınızda ise hepinizi çok şaşırtacak bir sonuç ortaya çıkmaktadır: İnsanoğlunun tüm dünyadaki olması gereken toplam nüfusu 500.000 ila 1.000.000 arasındadır. Oysa şu an dünya nüfusu yaklaşık 6 milyardır. Bu durum da enerji sorununa başka bir boyut daha eklemektedir. Yani ne kadar kullandığınız enerji üretim biçimi ne kadar temiz de olsa aşırı kullanılması nedeniyle sorun yaratmaya devam edecektir. Dahası bu nüfus düzeyi nedeniyle ortaya çıkan soruna rağmen bir de siz insanlığa daha çok refah ve dolayısıyla tüketim için yenilenebilir enerji kaynaklarını önerirseniz, sorunu sadece 3 – 5 yıl ötelemiş olursunuz.

Mesela ben nükleer enerjiye karşıyım. Hatta Nükleer Karşıtı Platformun temel ilkelerini yazanlardan da biriyim. Ancak şunu da belirteyim ki nükleer enerji insanlığın şimdiye kadar bulduğu enerji kaynaklarının en temizlerinden biridir. Bu çok garip değil mi? Burada şöyle bir sorun var; kimse niye nükleere karşıyız sorusunu sormadı şimdiye kadar. Herkes Çernobil dolayısı ile nükleere karşı. Oysa bir tekniğin doğaya ne kadar zararlı ve faydalı olduğuna ilişkin kanı, o tekniği yaratan toplumsal koşullara bakarak oluşturulmalıdır. Nükleere karşıyız, çünkü “daha çok tüketelim, bunun için de daha çok enerji üretelim” felsefesinin en uç göstergesidir. Nükleere işine bir kere girdiğinizde sınırsız bir enerji üretim olanağı ve sınırsız bir tüketim olanağı yaratmış oluyorsunuz. Karşı olmamızın nedeni bu. Dolayısıyla karşıtlığın açıkça nedeni belirtilmediği sürece, aynı nedenlerle hem her şeye karşı, hem de yandaş olabilirsiniz. Kesin olan tek bir şey vardır ki sorunu çözemezsiniz.

Küresel iklim değişikliğine karşı yapılabilecek en temel şeyin rüzgardan ve güneşten enerji üretmek olduğu söyleniyor. Oysa güneş enerjisi üretmek için yapılan pillerde ağır metal iyonları kullanılmaktadır ve bu atıklar sonsuza kadar durur. Oysa Çernobil’den çevreye salınan radyoaktif izotoplar zaman içinde parçalanıp yok olur. Şimdi hangisi daha kötü, güneş enerjisinin atıkları mı, Çernobil’in sonuçları mı?

Yani bugün karbondioksit salınım oranları ciddi bir tehlike ve tehdit içermektedir. Ancak bu salınımların nasıl önlenebileceği tartışması çok kritik bir tartışmadır. Ve basit bir petrolden değil de havadan, sudan, güneşten enerji üretelim tartışması değildir.

Dolayısıyla küresel ısınmaya hayır derken, neyi destekleyeceğimiz konusunda net bir karar vermemiz gerekmektedir. Örneğin Al GORE bir alternatif midir? Değildir, Amerikan Başkanı olmayı başarabilseydi, BUSH için söylediklerimizi onun için söylüyor olacaktık. Yoksa Kyoto’nun imzalanması ile mi bu sorunun çözüleceğine inanacağız? Kısaca özetlemek gerekirse, hayır derken alternatifini de açıkça ortaya koymalıyız. Ama alternatifin sistemin önümüze koyduğu beş seçenekten birini işaretlemek anlamına gelmediğini de bilerek.

Teşekkür ederim.

NOT: GDOHP Bilim Komitesi Üyesi Şafak Mert’in 16 Nisan 2007 tarihinde Hacettepe Ü. Beytepe kampusünde düzenlenen Küresel İklim Değişikliği panelinde yaptığı konuşmadır.

No comments: