Monday, November 19, 2007

Hayvancilik Raporu

Son günlerde Türkiye’de yaşanan tartışmalardan biri de damızlık hayvan ithalatının zorunlu olduğunu savunanlar ile damızlık hayvan ithalatına karşı olanlar arasında yaşanıyor. Çiftçi Sendikaları Konfederasyonlaşma Platformu bu konudaki düşüncesini basın açıklaması yaparak duyurdu ve ayrıca “Hayvancılık Raporu”nu açıkladı. HAYVAN İTHALATI DEĞİL, HAYVAN ISLAHI
Avrupa’da deli dana hastalığının görüldüğü 1996 yılından itibaren, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’na bağlı Koruma Kontrol Genel Müdürlüğü, Avrupa ülkelerinden canlı hayvan ithalatını yasaklamıştı.
Aslında Bakanlıkça kesin bir yasaklama kararı alınmamıştı ama genel müdürlük ‘kontrol belgesi’ vermeyerek ithalatı bir bakıma yasaklamış oldu. Bu yasaklama Avrupa’dan canlı hayvan ithalatını neredeyse tümden kesmişti.
Yıllar itibarıyla canlı hayvan ithalatımız;
1996’da 167.429,1997’da 16.929,1998’de 26.094,1999’da 23.618,2000’de 33.458,2001’de 22.843,2002’de 15.392,2003’de 11.845,2004’de 9.782,2005’de 14.074,2006’da 15.318,2007’de 374,**2007 Ocak ayı ithalat rakamı
Son günlerde Türkiye’de damızlık hayvan ithalatının zorunlu olduğunu savunanlar ile damızlık hayvan ithalatına karşı olanlar arasında bir tartışma almış başını gidiyor.
Türkiye Damızlık Sığır Yetiştiricileri Birliği Başkanı Sedat Güngör damızlık sığır ithalatına karşı; mevcut hayvan yetiştiricilerinin durumunu zora sokacağını söylüyor.
Türkiye Odalar Borsalar Birliği (TOBB) Başkan Yardımcısı ve Ankara Ticaret Borsası Başkanı Faik Yavuz, damızlık hayvan ithalatına karşı; “damızlık hayvan ithalatı yeni yatırımcının sektöre girmesinin önünü kapatır,” diyor.
Bilindiği gibi hayvan yetiştiricileri için daha önce ıslah yaparak damızlık yetiştiren Tarımsal İşletmeler Genel Müdürlükleri (TİGEM) vardı. IMF ve Dünya Bankası istiyor diye kamu bu görevi terk etti, TİGEM’leri de özel sektöre kiraladı. Daha önce hayvan yetiştiricileri için ıslah yaparak damızlık yetiştiriciliği yapan TİGEM’leri kiralayan iş adamları ıslah yaparak damızlık yetiştirmek yerine işin kolayına kaçarak şimdi damızlık ithal edelim diyorlar. Gerekçe olarak da; on binlerce dönüm arazi kiraladıklarını on milyon dolarlarla ifade edilecek yatırımlar yapacaklarını ama yeterli damızlık hayvan olmadığını söylüyorlar. Milyonlarca hayvan yetiştiricisi için ıslah yapan TİGEM’leri kiralayarak küçük çaplı hayvan yetiştiricileri için damızlık umut kapısı olan kaynağı kurutmaya neden oldukları yetmiyormuş gibi hükümete; “milyon dolara varan yatırım yapacağız ama yeterli damızlık yok, izin verin getirelim” diyebiliyorlar.
Hükümetlerin, şirketlerin dışarıdan damızlık getirerek hayvan yetiştiriciliği yapmasına izin vermesinde bu ülkenin ekonomisi, yurttaşları ve hayvan yetiştiricileri için bir faydası yok. Bu durum Türkiye’yi damızlıkta daha fazla dışarıya bağımlı kılıyor. Hükümetler, kamudan kiralanan işletmelerinin bu güne kadar yaptığı iş olan, “damızlığını kendin üret ve ülke ekonomisine, ülkenin hayvan yetiştiricilerine faydalı ol, ülkeyi damızlıkta bağımlılıktan kurtar” demiyor; “olur damızlık ithal edebilirsiniz” diyor, izin veriyor. Üstelik Avrupa’dan getirilen damızlık hayvanlarında yaşanan felaketin üzerinden 11 yıl geçmiş olmasına karşın ülke olarak kendimize has bir çözüm üretmemiş olmamız da hayvan yetiştiriciliğine nasıl baktığımız gösteren başka bir gösterge.
Gebe düve ithalatı sağlık, ekonomik ve sosyal açıdan büyük bir tehlike taşımaktadır. Şöyle ki;
• Geçmiş yıllarda yapılan gebe düve ithalatının Türkiye hayvancılığına bir yararı olmamıştır, yine olmayacaktır. Bir başka iş adamı Orhan Ziya Diren, bir süre önce Uruguay’dan 800 hayvan ithal edildiğine ama pek başarı sağlanamadığına dikkat çekiyor.• Gerçekte Türkiye’nin damızlık gebe düve ithaline ihtiyacı yoktur. Türkiye düve ihraç edecek potansiyele sahiptir. İthalat yerine damızlık düve üretme çiftlikleri kurulabilir, TİGEM’ler bu amaç için kullanılabilir, kesime giden düveler üretime kazandırılabilir.
ABD ve AB’den ithal edilecek sığırlarda, Deli Dana Hastalığı (BSE) ile bulaşık olma olasılığı yüksektir. Türkiye’nin ithal edeceği sığırlar genç düve olacağı için bu hastalığın varlığı testlerle saptanamıyor. Hastalık belirtileri sığırlarda doğumdan sonra en erken 20. ayda ortaya çıkıyor.
Deli Dana Hastalığı’nın insanlara bulaşma riski yüksek. Kuluçka dönemi çok uzun, ortalama 5–5,5 yıl. Bu hastalık insanlarda hafıza kaybı yapıyor, son aşamada felç ortaya çıkıyor, hasta birkaç ay içinde ölüyor.
Bütün bu nedenlerden dolayı;
• İthal edilecek gebe düveler BSE riski taşıdığı için halkımızın sağlığı risk altına girebilir.• İthal edilecek gebe düveler BSE riski taşıdığı için Türkiye riskli ülkeler arasında sayılır.• BSE hastalığı halkın et ve süt tüketimini olumsuz etkileyebilir.
Ayrıca yapılacak ithalatla Türkiye hayvan yetiştiricilerinden esirgenen kaynak yabancı hayvan/damızlık yetiştiricisi şirketlere aktarılmış olunacak.
Büyük çaplı hayvan yetiştiricileri ile devletin TİGEM’lerini kiralayan şirketler kendi çıkarları için birbirine girmiş; ortalık toz duman, göz gözü görmüyor!
Bu arada şirketlerin çıkar kavgasının sebep olduğu karmaşada ülke nüfusunun büyük bir bölümünü oluşturan tarımcıların (bitkisel ve hayvansal üreticilerin) hayatlarını kolaylaştıracak tek bir çözüm konuşulmuyor. İthalatın ülke tarımına olacak olan yarar ve zararı düşünülmüyor, hesap edilmiyor. Başka bir deyişle, Bakanlık, ithal edilecek hayvanların, köydeki hayvan yetiştiricisine vuracağı darbe, bitkisel üretimde neden olacağı verim düşüklüğü göz önüne alınmadan ithalatı serbest bırakıyor.
Bir başka gerçeklik ise çokça öykündüğümüz ve referans olarak gösterdiğimiz AB ülkelerinde 100 baş ve üzeri işletmelerin sayısı %1’i geçmiyor. Büyük (fabrikasyon) sığır işletmeciliği Türkiye tarımının (bitkisel üretim ve hayvan yetiştiriciliğinin) yapısal özelliklerine uygun değil. Bu tür işletmelere yönelmek hayvan yetiştiriciliğinin yanında bitkisel üretimi de olumsuz etkileyecek. Çiftçimiz işsiz kalacaktır.
Tüm sakıncalarına karşın tarımın şirketleşmesi için hükümet elinden gelen kolaylığı zaten gösteriyor. 100 başın altında olmamak kaydıyla ithalat serbestliği zaten vardı, sürüyordu. Yani şirketlere damızlık ithal etme yasağı hiçbir zaman olmadı denilebilir. Sadece deli dana hastalığından sonra damızlık hayvan ithalatı Avrupa yerine Yeni Zelanda ve Avustralya’dan yapılıyordu. ABD ve AB’de var olan BSE riskine karşın ısrar niye?
Çiftçi Sendikaları Konfederasyonlaşma Platformu tarımı şirketleştiren, hayvan yetiştiriciliğini, üreticiliğe/fabrikasyon üretime dönüştüren ve hayvan yetiştiriciliği ile bitkisel üretimi birbirinden ayıran şirket tarımcılığı politikalarına karşıdır. Bu tür politikaların ülke ve yetiştiricilerin yararına olmadığına inanır.
Hayvan yetiştiriciliği konusundaki sendikalarımızın görüş ve düşüncelerini içeren rapor ektedir.
Abdullah AYSUÇiftçi Sendikaları KonfederasyonuPlatformu Dönem Sözcüsü
*****************************************************************************
HAYVANCILIK RAPORU
Hayvanlar toprağa zenginlik katar, dönüştürür ve yenilerler. Hayvanların toprağa bıraktıkları gübreler ile insanlar tarafından toprağa karıştırılan hayvan gübreleri bitkileri besler, gelişimini olumlu yönde etkiler.
Hayvan gübrelerinin karıştırıldıkları topraklarda yetişen bitkiler sonra insanlar için çok değerli bir besine dönüşür, sağlıklı ve lezzetli ürünler olarak sofralarımıza gelir. Bu nedenle hayvansal üretim ile bitkisel üretimin birlikte yapılması, ayrıksılaştırılmaması; insanlar, hayvanlar, diğer tüm canlılar ile birlikte toprak ve su sağlığı, dengeli bir çevre için zorunluluktur.
Hayvan yetiştiriciliği konusunda şu an süren/uygulanan iki üretim modeli birbiriyle karşıtlık taşımaktadır. Bunlardan biri sürdürülebilir köylü tarımı çerçevesinde sürdürülebilir hayvan yetiştiriciliği, diğeri ise şirketlerin uyguladığı endüstriyel hayvan üretimi ki; yaygın adıyla fabrikasyon hayvan üreticiliği.
Evet, sürdürülebilir köylü tarımı çerçevesinde köylüler hayvanları yetiştirirler. Endüstriyel tarzda ise şirketler hayvan yetiştiriciliği yapmaz, hayvan üretirler; çorap, ayakkabı veya başka herhangi bir şeyi ürettikleri gibi…
Sürdürülebilir hayvan yetiştiriciliği, dünya nüfusunun büyük bir kesimini oluşturan köylüler için iş, aş ve sağlıklı bir çevrede bitkisel ürün üretimi yapabilmeleri için de sigortadır.
Fabrikasyon hayvansal üretimi ise, küçük bir azınlık olan şirket sahiplerinin kasalarını ve keselerini şişirir, zenginliklerine zenginlik katar. Dünya nüfusunun büyük bir kesimini oluşturan köylüler ise işinden ve aşından eder.
Ayrıca sürdürülebilir hayvan yetiştiriciliği, fabrikasyon hayvan üretiminin tersine çevreyle dosttur, küresel iklim değişikliğine olumlu katkıda bulunur ve bitkisel üretimde verimlilik artışı sağlar.
Fabrikasyon hayvan üretim tarzı hayvanla bitkiyi birbirinden koparan bir sistem olduğu için bitki çıktısının hayvanı, hayvan çıktısının bitkiyi ve toprağı beslemesini engeller.
Çokuluslu gıda şirketlerinin çıkarı fabrikasyon hayvan üretiminden yana… Köylülerin çıkarı ise tüm insanların ve diğer canlıların da çıkarı olan sürdürülebilir hayvan yetiştiriciliğinden yana…
Hayvancılıkta sürdürülebilir hayvan yetiştiriciliği mi, endüstriyel/ fabrikasyon hayvansal üretim mi?
Sürdürülebilir hayvan yetiştiriciliği, yerli sığırlardan yapılan yetiştiriciliği ve onların ıslahı ile verimliliği artırmayı esas alır. Çünkü yerli sığırlar bölgeye adapte olduğu için çevre koşullarına ve hastalıklara daha dayanıklı olur, ürün artıklarını ve ekilmemiş arazilerdeki bitkileri kullanır, besin için insanlar ile rekabet etmezler. Bitkisel üretime beşiklik eden tarlalar için organik gübre sağlar ve bu yolla insanlar için gıdaya dönüşecek bitkisel verimliliği arttırırlar. Yerli sığırlar bu olumlu işleri yaparken çevrenin dengesini ve toprağı da korurlar.
Sürdürülebilir hayvan yetiştiriciliği yapan köylüler hayvan yetiştiriciliğini sadece kesimlik/kasaplık hayvan elde etme amacıyla yapmaz. Birbirini desteklesin/beslesin diye bitkisel üretim ile hayvan yetiştiriciliğini birlikte yapar yani hayvansal üretimle bitkisel üretimi bir bütün olarak görür.
Hayvanı yetiştirir, hayvandan sütünü alır peynire, tereyağına, çökeleğe dönüştürür fazlasını yerel pazara götürür pazarlar. Et için ise kısırlaşmış, yaşlanmış, verimden düşmüş mecalsiz hayvanları keser, gıda olarak tüketir, kendi ihtiyacının fazlasını yerel pazara götürür sunar. Buradan elde ettiği artı değeri bütçesine aktarır, diğer ihtiyaçlarının temininde kullanır. Bu tür üretim ve yetiştiricilik hem sürdürülebilir, hem de doğayla barışıktır. Hem ülke düzeyinde yeterliliği sağlar, hem de kırların ıssızlaşmasını önler, canlı kalmasını sağlar.
Yerli sığırlar endüstriyel sığırların aksine, tükettiğinden daha fazla besin üretirken fabrikasyon/endüstriyel hayvan üretim tarzında hayvanlar sağladıkları gıdanın altı mislini tüketirler. Bu konuda rakamların tanıklığı şöyle: yerli sığırlar kendilerine verilen organik maddenin %29’unu, enerjinin %22’sini, proteinin %3’ünü tüketir. Endüstriyel hayvan yetiştiriciliği tarzında hayvanlar organik maddenin %9,7’sini, enerjinin 5,5’ini ancak tüketir.
Yeşil devrim ve hayvan yetiştiriciliği
Şirketler, bitkisel üretimde kimyasala, hayvan yetiştiriciliğinde fenni yeme ve antibiyotiğe toprak işlemede fosil yakıtlı yoğun makineleşmeye, tohumda suya duyarlı hibrit tohuma dayalı üretim modelini halka “yeşil devrim” diye yaldızlayarak, şirinleştirerek sundular.
Yeşil devrim, hayvansal üretim ile bitkisel üretimi birbirinden ayırdı; bitkisel üretimin eksenini makineye, kimyasala, suya duyarlı tohuma kaydırdı. Bitkisel üretim için gerekli olan gübre kaynağını yenilenebilir organik gübrelerden yenilenemez kimyasal girdilere doğru kaydırdı. Yani kimyasal gübre temelli üretim tarzını esas aldı ve yaydı. Bunun sonucu olarak da gıda üretiminde yerli sığırlar değersizmiş gibi gösterildi, kadınların ise sığırların üstündeki emeği ve bilgeliği yok edildi/sayıldı.
Ayrıca, hayvancılık alanında sürdürülebilir hayvan yetiştiriciliği tarzındaki hayvancılık, fabrikasyon hayvan üreticiliği tarzına dönüştürüldü; hayvanlar kapalı alanlara hapsedildi, fenni yem ve antibiyotikli beslenmeye tabii tutuldu.
Yeşil devrim, bitkisel üretimde sap üretimini kısalttı ve azalttı bu yolla yüksek verimliliğe erişti. Ancak bitkisel üretimdeki bu üretim modeli, hayvanların bitkisel üretimde tükettiği yan ürünler olan sap benzeri kısımları ortadan kaldırdı. Endüstriyel üretim modeli, yan ürünleri ortadan kaldırdı. Fabrikasyon hayvan üretim tarzı, bitkisel üretimle bağını kopardı. Bu tarz üretimle ortaya çıkan gübreler bitkisel üretimde değerlendirilmemeye/buluşturulmamaya başladı. Bu durum, büyük bir israfın yanısıra ciddi çevresel sorunlara yol açmaya başladı.
Yeşil devrim, birliktelikleri, birbirlerine aracısız girdi sağlayan bitkisel ve hayvansal üretimi ayrıksılaştırarak, bitkisel üretim için de hayvan yetiştiriciliği için de gerekli olan girdileri dışarıdan (kimyasal-sentetik girdi üreten şirketlerden) sağlamaya mecbur etti/kıldı.
İnek sadece süt makinesi midir?
Hayvancılıkta fabrikasyona, bitkiselde kimyasala dayalı üretimi esas alan yeşil devrim hayvanları tarla bitkileriyle bir bütün olarak görmüyor, ineği sadece süt makinesi olarak görüyor.
Yeşil devrim yanlıları, sığıra baktıklarında sadece inekle sütü eşdeğer görüyor. Sığırların diğer ürünleri olan; işgücünü, gübre ve yakıt üretimini, deri, boynuz ve toynaklarını görmezden geldiği gibi, bunların görünmez olması için çalışıyor/çabalıyor.
Hâlbuki bitkisel üretim ile hayvansal üretim bir bütündür. İnek sütü bu bütünün sonucunda elde edilen ürünlerden sadece bir tanesidir. Sığırlar, gıda sisteminde üretimi gerçekleştiren unsurlardan sadece biridir…
Eğer süt üretimi yeşil devrim sistemine göre yürütülecek ve artırılacak olursa Türkiye tarımı olumsuz etkilenir; hastalıklara karşı dirençli çeşitli sığır türleri yok olur. Hayvan-bitki üretim sistemlerinin bütünleştirilmesi sayesinde ayakta kalan, yaşamını sürdüren küçük çiftçiler mesleklerini bırakmak zorunda kalır.
Evet, endüstriyel üretimden yana olanlar (şirketler) sığırları süt makinesi olarak görüyor. Bu amaçla çokuluslu biyoteknoloji endüstrisinin, süt üretimini artıracak yeni gen mühendisliği “mucizeleri”ni destekliyorlar.
Endüstriyel yetiştiricilikte inekler bir deri bir kemik kalır
Cynamic, Monsanto ve Upjohn gibi çokuluslu şirketlerin gen mühendisliği yöntemiyle ürettikleri bovin somatrofin (BST) büyüme hormonunun çevresel etkileri hakkındaki tüm tartışmalara/karşı çıkmalara karşın pazara sürülüyor.
BST ineklere günlük olarak şırınga edildiğinde enerjiyi süt üretimine yönlendirmektedir. Eğer ineklerin enerjisi süt üretimine çok fazla yönlendirilirse bu kez inekler bir deri bir kemik kalabilirler.
Peki, endüstriyel/fabrikasyon üretim tarzında BST uygulayarak hayvanları süt makinesi gibi görenler hayvanlara işkence etmiş olmuyorlar mı? Bu yolla küçük yetiştiricilerin geçim kaynakları tehdit edilmiş olmuyor mu?
“Bir başkasına zarar verdiği yerde durma/durdurulma” sınırı şirketler için ilerleme hakkı olarak tanınıyor/kullandırılıyor.
Gen mühendisliği yöntemleriyle üretilen BST veya bovin büyüme hormonu (BGH) tüketici direnişine neden olmakta ve sütlerin etiketlenmesini talep eden tüketicilere karşı biyoteknoloji endüstrisi etiketlemeye şiddetli bir biçimde karşı çıkmaktadır. Monsanto, sütlerini “BGH içermez” şeklinde etiketleyen ABD’li çiftçileri mahkemeye bile verebilmiştir.
Yani özgürlükler ve demokrasi, serbest ticaret yanlısı şirketler tarafından ayaklar altına alınmaktadır. Başka bir deyişle; serbest ticaretçilerin (şirketlerin) başkasının haklarına saygı göstermemesi demokrasi olarak ifade ediliyor artık. Şirketlerin özgürlüklerini kullanmada birey ve topluma uygulanan “bir başkasına zarar verdiği yerde durma/durdurulma” sınırı şirketler için ilerleme hakkı olarak tanınıyor/kullandırılıyor.
Şirketler gıdaya egemen olmak için ne etik, ne insan ve hayvan hakları konusunda sınır tanıyor, tüm sınırları ihlal ediyor. Gıdaya egemen olma yolunda hiçbir şeyi engel olarak görmüyor.
Şirketler için yerli hayvanlar verimliliği düşük diye harcanıyor. Hayvan çeşitliliği yok edildiğinde yaşamın kaynağı olan canlı türlerin nasıl korunacağı bilgisi de beraberinde yok edilir, şirketler ve şirket güdümlü hükümetler buna aldırmıyor. Bu koruma bilgisi yerini şirketlerin kârlarının nasıl korunacağı anlayışına ve endüstriyel tarım işletmelerinin (şirketlerin) egemenliğine terk ediliyor. Bütün bunlar ekonomik gereklilik diye ifade ediliyor, bu gerekçeyle de herkes “ikna” ediliyor ya da herkesin “ikna” edildiğine inanılıyor!
Tarla bitkileri hepimiz için gıdadır
Sürdürülebilir köylü tarımı/ekolojik tarım kültüründe teknolojiler ve ekonomiler, bitkiler ile hayvan yetiştiriciliği bir bütünlük arz eder. Birinin atıkları diğerleri için besin maddesi sağlar, onları geliştirir yani karşılıklı iki taraflı bir besleyici ilişki söz konusudur. Bitki yan ürünleri hayvanları, hayvan atıkları bitkileri yetiştiren toprağı besler. Bitkiler sadece dane vermez, aynı zamanda sap da verir. Sap hayvanlar için yem ve organik madde sağlar. Bitkiler; sadece hayvanlar için değil, hayvanlar ile birlikte insanlar ve topraktaki pek çok canlı organizma için de gıda değeri taşır.
Toprak, insanlar, hayvanlar, bitkiler ve daha birçok canlı için gıda sağlayan beşik görevi görür. Onu çok iyi korumak ve beslemek gerekir. İnsanlar, hayvanlar, bitkiler ve daha birçok canlının toprağın hem üzerinde hem de altında yaşamlarını sürdürebilmelerini sağlamak için toprağı kimyasallar ile değil organik maddeler ile beslemeliyiz.
Organik olarak beslenen topraklar, milyonlarca mikroorganizmaya ev sahipliği yapar, mikroorganizmalar toprağın verimliliğini artırır. Çünkü topraktaki mikroorganizmalar bitkilerin alması gereken besinleri parçalar, kullanılabilecek hale getirir. Bakteriler ise çiftçilerin tarlalara bıraktığı sapların selüloz lifleri üzerinde beslenir. Hektar başına 100 ile 300 kg amip bu bakterilerle beslenerek kömürleşmiş liflerini bitkiler tarafından alınmaya hazır hale getirir. Toprağın her gramında organik madde sağlayan ve yaşamsal önemdeki azotu bağlayan 100.000 yosun bulunur. Her hektar, bir ila on iki ton arasında mantar ve eklembacaklı, yumuşakça ve tarla faresi barındırır, onlara ev sahipliği yapar. Tarlaların altında yaşayan kemirgenler toprağı havalandırarak toprağın su tutma kapasitesini arttırırlar. Örümcekler, kırkayaklar ve böcekler toprağın yüzeyindeki organik maddeleri ufalar, zenginleştirir.
Kimyasala dayalı üretim modeli bu canlıları öldürür, azaltır, mecalsiz bırakır; fonksiyonlarını azaltır.
Toprağı yaşayan canlı ve canlıları da toprakta yaşayabilir kılmak için kimyasala dayalı üretim tarzı yerine sürdürülebilir köylü tarımını uygulayarak organiğe dayalı ve birbirini besleyen, destekleyen hayvancılık ile bitkisel üretimi şirketler gibi ayrıksılaştırmayan, bütünleştiren bir üretim modeli esas alınmalıdır.
Tarımsal üretimin traktörü, gübre fabrikası ve barajı; solucanlar
Çünkü hayvan gübresi ile beslenen topraklar işlenmeyen topraklara oranla 2 ila 2,5 misli daha fazla solucan içerir. Bu solucanlar toprağın yapısını, havalanmasını ve drenajını koruyarak, organik maddeyi parçalayıp toprağa karıştırarak toprak verimliliğini artırırlar. Charles Darwin’e göre “yaratıklar tarihinde bu derece önemli rol oynamış daha başka hayvanların olup olmadığı şüphelidir.” Ancak bitkilerin üzerindeki haşereleri öldürmek için kullanılan kimyasal ilaçlar solucanları da öldürür. Bitkilere verilen kimyasal gübreler solucanların yaşama ortamlarını yok eder.
Toprakta görünmeden çalışan küçük solucanlar tarımsal üretimin en önemli ve yararlı girdileridir. Solucanlar açtığı galeriler ile toprağı traktörden daha iyi işler, bıraktığı dışkılar ise gübrelerin en kalitelisi ve yararlısıdır. Ayrıca toprağa bıraktığı gübreler en iyi inşa edilmiş barajdan daha iyi su muhafaza edicidir. Kısacası solucanlar tarımda toprağı işleyen traktör, gübre sağlayıcısı ve barajdır, denilebilir. Ama kimyasalın kullanıldığı yerde solucanlar yaşayamaz. Oysaki solucanların işlediği topraklar diğerlerine göre düzenli su dengesine sahiptir. Solucanların yaşadığı topraklar organik karbon ve azot yönünden daha zengindir. Solucanlar sürekli hareketleriyle toprağı havalandırır.
Bu konudaki veriler şöyle: Solucanlar, hava hacminin %30’lara ulaşmasına katkıda bulunurlar. Solucanların yaşadığı topraklar suyu diğerlerine göre dört ila on misli daha fazla boşaltırlar ve diğer topraklara göre su tutma kapasiteleri %20 daha fazladır. Her yıl hektar başına 15 tonu bulabilen solucan atıkları veya toprak kümecikleri verim için son derece önemli mikrobiyolojik aktiviteleri destekleyecek karbon, azot, kalsiyum, magnezyum, potasyum, sodyum ve fosfor içerir. Veriler böyle… Ancak endüstriyel üretimde solucanlar bu faaliyetlerini tam olarak yerine getiremez. Endüstriyel tarım yöntemleri bu canlı türlerinin gıda kaynaklarını yok eder ve onlara kimyasallarla saldırır; topraktaki zengin biyoçeşitliliği yok ederek verimin yenilenebilmesinin temellerini çökertir. Solucanların sözü edilen yararlılığı gösterebilmesi için toprağın organik gübre ile desteklenmesi gerekiyor. Bu da ancak hayvansal üretim ile bitkisel üretimi bütünleştirmekle/birlikte uygulamakla mümkün olabilir.
Fabrikasyon hayvan yetiştiriciliği büyük arazi gerektirir
Şu an Avrupa’da uygulanan fabrikasyon hayvan üretim tarzı, sığır yemi üretimi için diğer ülkelerden Avrupa’nın yedi misli büyüklüğünde arazi gerektirdiği söylenmektedir.
Yem üretimi için gerekli olan bunca alan kaynakların aşırı bir şekilde kullanılması anlamına gelir ve bu yem üretim sistemi arazi tasarrufu sağlamadığı gibi hayvanların yaşanamaz ortamlara hapsedilmesine de neden oluyor. Fabrikasyon hayvan yetiştiriciliğinin verimlilik ölçütlerini: “En düşük maliyet ve en yüksek kazancı sağlamak için, en küçük mekâna en fazla kaç hayvan kapatılabilir” üzerine yapıyor.
Fabrikasyon hayvan üretimi hayvanları etobur yapar
İnekler temelde otoburdurlar. Yedikleri besin, ineğin dört midesinin ilk ve en büyük haznesi olan işkembede hazmedilir. Fabrikasyon tarzda et ve süt üretiminde yüksek verimlilik protein değeri yüksek yem konsantreleriyle gerçekleşmektedir. Bu uygun bir besleme yöntemi değildir. Çünkü ineklerin otobur bir canlı olarak kaba yem tüketmeye özel olarak ihtiyaçları vardır.
Endüstriyel hayvan üretiminde hayvanların bu ihtiyacını bakın nasıl bir hile-i şerriyle yaklaşılıyor! İneklere plastik bulaşık süngeri yutturuyorlar. Bu plastik bulaşık süngerleri hayvanın işkembesinde yaşam boyu kalıyor. Sığırlara kaba yem yerine ahlak dışı sayılabilecek bu uygulamayı para kazanmak için şirketler hayvanlara reva görebiliyor. Hayvanlara reva görülen bu ahlak dışı uygulama sığırları beslemek için gereken arazi miktarını da yine de azaltmaya yetmiyor, yetmez de. Çünkü fabrikasyon yetiştirilen hayvanların tükettiği yemin çoğunluğu insanları da besleyebilecek olan dane tahıllardan hazırlanıyor.
Deli dana tarımda kırmızıçizgiyi aşmaktır
Endüstriyel tarımın deli dana ile vardığı nokta, tarımsal üretim için kabul edilebilen kırmızı çizginin de aşılması anlamına gelmektedir. Başka bir deyişle şirketlerin en fazla kâra ulaşma arzusu ahlak, insan ve hayvan sağlığı ve sağlıklı çevre için kabul edilen sınırları zorlaması, ihlal etmesidir.
Bitkisel üretim ile hayvan yetiştiriciliğinin bağının koparılması fabrikasyon hayvan üreten şirketleri yem temininde başka kaynaklara sevk ediyor. Bu kaynaklar arasında hayvan leşleri, kan tozu, kemik unu ve sakatatlar da var. Yani otobur olan hayvanlar etobur yapılıyor, fabrikasyon hayvan üretim sisteminde. İşte deli dana hastalığına bu en fazla kâra ulaşmak için her yolun/sınır ihlallerinin mubah görülmesi neden oluyor.
Görüldüğü gibi endüstriyel hayvan üretimi, sadece küçük çiftçilerin yok olmasına neden olmaz, çevresel dengeyi bozar, insan sağlığı için tehdit oluşturur. Bilindiği üzere İngiltere’de 1,5 milyon hayvana bulaşan deli dana hastalığı (BSE- bovin spongiform encephalopathy) sonrasında endüstriyel hayvan yetiştiriciliği sorgulanmaya başlandı. İngiltere’deki hayvanlara bulaşan deli dana hastalığı acaba hayvanların delirmesi mi, hayvanların insanlar tarafından delirtilmesi mi yoksa insanların sadece para için bu delice-çılgınca davranışları hoş görmeleri, insanların delirmesini göze almaları mı, veya hepsi birlikte mi? Bunu sorgulamalı ve geleceğimize yönelik kararlarımızı buna göre almalıyız.
Fabrikasyon hayvan üretimi dane tahıl paylaşımında insanlar ile hayvanlar arasında rekabete yol açar
Sürdürülebilir hayvan yetiştiriciliğinden fabrikasyon hayvan üretimine yönelmek ayrıca kıt arazi ve dane tahıl kaynakları üzerindeki paylaşımda insanlarla hayvanlar arasında rekabetçi bir durumu körükler. Bu ise bitkisel ve hayvansal üretimde sürdürülemezlik, hayvanlara yönelik vahşet ve tüm sistemleri bir arada değerlendirdiğimizde ise bitkisel ve hayvansal üretimin ayrı tutulmasının aslında düşük üretkenlik anlamına geldiği kolaylıkla görülebilmektedir.
Hayvan yetiştiriciliği ile bitkisel üretimin bir arada yapıldığı tarım sisteminde sığır, insanların tüketemedikleriyle, bir kısım yiyecek artıklarıyla ürünlerin saplarını, meralardaki ve tarla kenarındaki otları yiyerek, beslenir. Fabrikasyon hayvan üretiminde dane tahıl insanlardan alınıp yoğun yem olarak kullanılmak üzere hayvanlara verilir. Şöyle ki; bir kilogram kümes hayvanı eti üretmek için iki (2) kilogram, bir kilogram domuz eti üretmek için dört (4) kilogram, bir kilogram dana eti üretmek için ise sekiz (8) kilogram dane tahıla ihtiyaç vardır.
Fabrikasyon hayvan üretimi; kadınları işinden eder
Hayvanların katkıları, onları sağan, tezek toplayan, onları besleyen ve gerektiğinde tedavi eden kadınların emeği sayesinde mümkün olur. Hayvancılıktaki işgücünün neredeyse %90’ı kadınlardır.
Kadınlar hayvan yetiştiriciliği alanında uzman oldukları kadar geleneksel mandıracılıkta da ustadırlar; tereyağı, peynir, çökelek ve yayık ayranı üretirler. Fabrikasyon üretimle birlikte bu kültür de yok olmaktadır.
Fabrikasyon hayvan üretimi; kırsalın enerji kaynağını yok eder
Hayvanlardan elde edilen tezek, kırsal enerjinin önemli bir bölümünü karşılar. Hükümetler, tezek yerine başka bir enerji hammaddesi kullanılması halinde ne kadar bir harcama yapılması gerektiğinin hesabının yapılmasına bile gerek görmezler. Endüstriyel yetiştiricileri ve onun ideologları; yerli sığırın bu katkısını görmezden gelir, kırsalda yaşayanların ne şekilde yaşadığı veya yaşayacağı onları ilgilendirmez. Onlar her şeyi kendi kârlılık gözlüğünden bakar yorumlarlar. Onlar; “yerli sığırlar az süt verir, ‘yararsız’ hayvanlardır”, der, kestirip atarlar.
Yerli hayvanların bu çok çeşitli yaralarının getirdiği/sağladığı verimlilik, gıda şirketlerinin çıkarı/kârı için “ekonomik gereklilik!” diye tasfiye ediliyor.
Fabrikasyon hayvan üreticilerinin savunduğu gibi hayvansal protein tüketimi yaşam kalitesini ve zekâ seviyesini yükseltmez
Hayvansal proteinin tek protein kaynağı olduğu daha fazla hayvan tüketmenin daha yüksek yaşama kalitesi anlamına geldiği kanısı yaygınlaştırılmaya çalışılmaktadır. Oysa ki daha fazla hayvansal protein tüketmek yaşam kalitesini artırmaz, zekâ düzeyini yükseltmez diyenler de az değil.
Bilindiği gibi insanların bir bölümü vejetaryendir ama bunların yaşam kalitesinin ve zekâ seviyesi düşüktür denilebilinir mi? Baklagiller insanlara sağlıklı proteinler sağlar, havadaki azotu alarak toprağa bağlar toprağı azot açısından ayrıca zenginleştirir de. Baklagiller çok çeşitli olmasıyla da tarımı çeşitlendirir.
Ayrıca gelişmiş ülkelerde görülen başlıca hastalıklar olan; kanser, enfarktüs ve kalp hastalıklarının kesin olarak et tüketme kültürü/alışkanlığından kaynaklı olduğu dile getirilmektedir.
Endüstriyel hayvan yetiştiriciliği sonunda elde edilen etlerin endüstriyel olmayanlara göre daha fazla ilaç ve antibiyotik kalıntısı içerdiği, yedi kat daha fazla yağlı olduğu bir başka gerçeklik olarak orta yerde durmaktadır.
Serbest piyasa, ihracata dayalı uluslararası ticaret ve çeşitli propagandalar, çok hayvan kesilmesi, ululaşırı gıda şirketlerin isteği sonucu IMF, DB, DTÖ ve AB OTP’nin hükümetleri yönlendirmesiyle sürdürülebilir hayvan yetiştiriciliği yerine endüstriyel hayvan üreticiliği yaygınlaşıyor, bu yaygınlaşma; yerli türlerin azalmasına, tükenmesine neden oluyor. Bu konuda FAO; “yerli hayvan türlerinin çeşitliliği hızla azalmaktadır. Yok olan her tür beraberinde yenilenmesi olanaksız genetik özellikleri de götürmektedir ki bu özellikler hastalıklara karşı korunmak, üretkenlik ve çetin şartlar altında yaşayabilmek için anahtar unsur olabilir” diyor.
Evet, yerli hayvan türleri tarımsal üretimin temelidir, sürdürülmesi yaşamsal bir zorunluluktur.
Tarım DTÖ, IMF, DB ve AB OTP’in tehdidi altında.
Sürdürülebilir köylü tarımı dolayısıyla sürdürülebilir hayvan yetiştiriciliği yeşil devrimle şirketlerin baskılanmasına girdi. Bitkisel üretim ile hayvan yetiştiriciliğinin bağı koparıldı, ayrıksılaştırıldı.
Küresel kapitalizmin girdiği bu yeni evrede şirketler için tarımı, DTÖ, IMF, DB ve AB OTP yeniden tasarlıyorlar. Tarım kültürü bir bütün olarak uluslararası ticaret anlaşmalarının tehdidi altında.
AB tarımsal ürün ihracatına getirilen kısıtlamalara karşıdır. Bu kısıtlamaların GATT’ın (Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması) 11. Maddesine aykırı olduğunu savunmaktadır. GATT’ın 11. Maddesi: “ihracat ve ithalat üzerindeki her türlü kısıtlama, bu kısıtlamalar kültürel, ekonomik nedenlerle gerekli bile olsa yasadışıdır” diyor.
Fabrikasyon hayvan üretim modeli; yalnızca tarımsal yapıyı değiştirmez, kültürü de değiştirir
Bilindiği gibi, Türkiye’nin ekosistemi değişik ve çeşitli, bu nedenle tarımsal ürünler de çeşitlilik arz ediyor. Ülkemizde bol ve çeşitli tahıl, baklagiller, sebze, meyve yetişebilmektedir. Bütün bu bolluk ve çeşitlilikten kaynaklı yeme içme konusunda zengin bir kültüre sahibiz; çeşitlere göre uygun pişirme yöntemleri, yörelere göre damak tadı gelişmiş ve gelenekselleşmiş uzun yıllar süren bir kültür halini almıştır.
Evet, bilindiği gibi tarım bir kültürdür. Ulusaşırı şirketlerin değiştirdiği sadece tarımsal yapılar değil, esasen tarımsal kültürün kendisini değiştiriyorlar, yok ediyorlar. Reklâmlarla şu an yeme içme kültürümüz, damak tadımız hızla değiştiriliyor; köylerde artık köy tavuğu yerine paketlenmiş piliç, köy ekmeği yerine şehirli fırın ekmeği tüketilmekte, misafirlere ayran, limonata, çay yerine cola gibi meşrubatlar, ev yapımı pasta, kek ikramı yerine gofret, bisküvi, cips gibi şeyler ikram eder olduk. Görüldüğü gibi değişen/değiştirilen sadece tarımsal yapı değil bir kültür değişiyor/değiştiriliyor.
Yerel ve gelenekselleşmiş bu yeme içme kültürünün yerini bildiğiniz gibi ülkemizde McDonald, Kentucky Fried Chicken (KFC) ve Pizza Hut gibi restoranlar alıyor. ABD senatosu, bu tür restoranlarda sunulan işlenmiş tavuk ve dana etlerinin ABD’de her yedi saniyede bir kişide ortaya çıkan kanserlerin kaynaklarından biri olduğunu açıkladı. Sorun sadece üretici ve yetiştirici köylünün sorunu olmaktan çoktan çıktı/çıkıyor; tüm tüketicilerin sağlıklı gıda hakkı ile halkın tamamının kültürü değişiyor, değiştiriliyor.
Fabrikasyon hayvan üretim modelinde atıklar, değerlendirilmez kirleticiye dönüşür
Sürdürülebilir hayvan yetiştiriciliğinde yerel tüketim için küçük ölçekli kesim yapılır. Küçük ölçekli bu kesimler yoksul kesimlerin gıda ihtiyacını karşılamaya yönelik yapıldığından yoğun kesim yerine ihtiyaç kadar kesim yapılır aynı zamanda hayvanın tüm parçaları değerlendirilir. Örneğin postunu dericiler, kemik ve boynuzunu zanaatçılar, gübresini de aynı zamanda bitkisel üretim de yapan köylüler tarlalarda kullanırlar.
Fabrikasyon yetiştiricilikte büyük ölçekli kesimler yerelden çok genel için yapılır. Büyük ölçekli mezbahalarda yapılan kesimlerin yan ürünlerin her biri atık olarak kabul edilir değerlendirilmez, çevre ve insan sağlığı için tehdide dönüşecek olan kirleticilere dönüşür.
Evet, endüstriyel hayvan üreticileri ile onun savunucuları olan IMF, DB, DTÖ, AB OTP ve neoliberal politikaların siyasetçi ve iktisatçı ideologları; sürdürülebilir hayvan yetiştiricileri olan köylülerin, üretici olan çiftçilerin ve kadınların bilgisinin yerini endüstriyel hayvan üreten şirketlerin alması için hükümetlere baskı yapıyor, yönlendiriyor.
Başka bir deyişle bitkisel üretim ile sürdürülebilir hayvan yetiştiriciliğini birbirinden koparacak politikaları IMF, DB, DTÖ ve AB OTP hükümetlere dayatıyor ve uygulatıyor.
Damızlık yetiştiriciliği ve ıslahı yapan TİGEM’lerin özel sektöre kiraya verilmesi, TİGEM’leri kiralayanların damızlık yetiştiriciliği ve ıslahı yapmak yerine hayvan ithali yolunu seçmesi ve bunun için hükümete bastırması ve hükümetin de özel sektöre izin vermesi dışa bağımlı endüstriyel/fabrikasyon hayvancılık ekseninde bir politika izlediğimizi göstermektedir.

Abdullah AYSUÇiftçi Sendikaları KonfederasyonlaşmaPlatformu Dönem Sözcüsü

No comments: