Wednesday, May 13, 2009

Küreselleşme Kıskacında Türkiye’nin Ekolojik Tarımı






Küreselleşme Kıskacında Türkiye’nin Ekolojik Tarımı*
Emet Degirmenci


Endüstriyalist-kapitalizm; IMF (International Monatery Fund), Dünya Bankası (DB), 1995 den bu yana Dünya Ticaret Örgütü (DTO), Avrupa Birliği (AB)’nin Ortak tarım Politikaları (OTP) gibi organları vasıtasıyla tahakkümünü sürdürürüyor. Tarım da bu gidişattan fazlasıyla nasibini alıyor. Verilere göre ‘zengin ülkelerde tarımla uğraşanların sayısı genel nüfusa oranla çok azalmış durumda ve yalnizca % 2 ila %6 dolaylarındadır’(1). Bu oran 1990 larýn gerçeðini göstermekle birlikte 21. Yüz Yýlda durum daha da vahýmdir.

Ülkemizde tarým politikalarý, kapitalist küreselleþmenin estirdiði neo-liberal rüzgârdan fazlasýyla nasibini almýþ durumda. Örneðin, Türkiye 1980 öncesine kadar kendi kendine yeten yiyecek ambarý iken 1980 sonrasý sürdürülebilirliðini kaybetmiþtir. Bugün Türkiye her yýl milyonlarca tonluk buðday ve mýsýr gibi temel hububatý dahi ABD, Kanada ve Arjantin gibi ülkelerden satýn almak zorundadýr.

Günümüzde tarýmla uðraþmak eskiden olduðu gibi artýk kokusuyla rengiyle ve biyolojik çeþitliliðiyle bir kültür deðil, bir ticaret haline dönüþtürülmektedir. Bu merkezileþme ve ticarileþme sonucu küçük çiftçi ya kimliðini yitirerek büyük tarým iþletmelerinin bir parçasý haline gelmekte ya da tarihe gömülmektedir.

Ek olarak, çocukluğumuzun tatları bir nostalji haline gelirken onlara ulaşmak ve edinmek ise bir lüks haline getirildi. Bir başka deyişle; kapitalizm yaşamın organik akışını ve bütünlüğünü bozup sentetik bir yaşamı dayatmakla kalmadı aynı zamanda ulus ötesi şirketlerin çıkarına hizmet eden (örneğin, AB’ nin Ortak Tarım Politikası (OTP) vasıtasıyla) kimin ne kadar ne üretmesi gerektiğine kadar vermektdir. Öte yandan biyo-teknoloji devleri yaşamın başlangıcı olan tohumun yapısına dahi müdahale edip patentleme yoluyla çiftçiyi kendine yalnız göbekten değil, hücrelerinden bağımlı hale getirmektedir.

Bu bağlamda Türkiye yalnızca tarımın ticarileşmesi sorunuyla karşı karşıya değildir. Aynı zamanda Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) tehlikesini de içeren biyo-teknoloji iktidarının kucağına düşme tehlikesiyle de karşı karşıyadır.

Bu kapsamda ulus ötesi kurulusların çıkarlarına yönelik olarak uygulanan IMF “uyum paketleri” sonucu tarımımız yalnızca dışa bağımlı olmakla kalmadı, Avrupa Birliği (AB) sevdasıyla neye nasıl, ne amaçla kimin yararına uyum sağlayacağını da şaşırmış durumdadır. Ayrıca tarımda eskiden kendi topraklarımızda üretip tadıni ve kokusunu alarak yiyip içtiğimiz ürünlere karşı da yabancılaştırıldık. Artık onlar doğal ya da organik ürün kategorisinde bizim için değil Avrupa’lıları doyurmak için.

Bu yazıda küreselleşme kıskacında Türkiye tarımının ticarileştirilip merkezileşmesi ele alınıp ekolojik tarımının kimin ve ne için olduğu sorgulanacaktır. Ayrıca GDO ya da trans-genetik ürünler ve biyo- teknoloji iktidarına dikkat çekilip alternatifin ne olması gerektiği üzerinde durulacaktır.

Tarımın Ticarileştirilmesi

Kapitalist toplum 1960-70 arası “modern tarım tekniklerí” adı altında kimyasalların yaygın kulllanıldığı Yesil Devrim’ i dayatmıştı. Bu yolla tarımda tek tür ekimi (mono-kültür’ü) gündeme getirip dünyanın bir çok yerinde toprakları çoraklaştırdı. Şimdi de ABD ve AB tekellerinin arkasında olduğu agro-business adı altında genetiği değiştrilmiş endüstriyel tarım ürünlerinin ekimini dayatıyor.

GDOlar kimilerine göre açları doyuran “yeşil altın”, kimilerine göre ise canlıların hayatını tehdit eden organizmalardır. Oysa biz altının ne menem bir şey olduğunu Bergama köylülerinin yıllardır süren onurlu mücadelesiyle öğrendik. Türlü acılar içeren altının adını bile duymak istemiyoruz. Hatta bu yeşil altın ekolojik bilincin gelişmemiş olduğu ülkelere “biyo-yakıt” adı altında empoze edilmektedir. Örneğin, dünyanın petrolce zengin ikinci ülkesi sayılan Irak’ın ABD tarafından işgali ve Ortadoğu’ da estirdiği saldırgan politikalar sonucu 2006 yılında ciddi bir petrol krizi belirdi. Benzeri bir kriz 1970 lerde güneş ve rüzgar gibi alternatif enerji araştırmalarına ayrılan fonların artmasına neden olurken 21. YY da Gerge Bush yönetimindeki ABD egemenliği iklim değişiminden etkilenen yalnızca New Orleans ta kara derili vatandaşlarını suya gömmmekle kalmıyor GDO’lu endüstriyel bitkilerin (tatlı sorgum ve mısır gibi ) Afrika ülkelerine “yeşil enerji” kaynağı adı altında endüstriyel tarım olarak teşvik ediliyor. Bir başka deyişle kapitalizm kendi yarattığı ekolojik krizi kullanma peşinde. Herşeyi yeşile boyayıp satmaya çalışmakta. Oysa GDO lu tarım da polenlerin rizgar ve fırtınalarla kilimetrelerce ötelere taşındığını biliyoruz. Üstelik sel ve yeraltı suları vasıtasıyla okyanus ötesine taşınması da söz konusu. Kısacası; yemiyoruz yedirmiyoruz yalnızca ısınmak ya da taşınmak için kullanıyoruzdiye GDO lu tarım bitkilerinin ekilemesi de doğru görünmüyor.
Tarımın şirketleştirilmesi 1990 dan beri sürüyor. Tarım emekçilerinin yüzyüze ilişkiye dayanan çiftçilik mesleği artık bir kültür değil, tarım işletmeciliği haline getiriliyor. Büyük çiftliklerde makinalar vasıtasıyla insan yüzü görmeden yürütülecek mekanik bir faaliyet. Dolayısıyla şimdiki yeşil devrim küçük değil, büyük işletmeleri zorunlu kılıyor. Bir başka deyişle kapitalizmin büyü ya da öl politikası. Elbette bu durumu nedenleri ve nasıllarıyla irdelemek lazım. Örneğin, görüşlerden biri, ‘Türkiye’nin bugüne kadar kendine özgü demokratik ve bağımsız bir tarım programının olmaması ve yönetenlerinin bağımsız davran(a)maması küresel ve kıtasal kapitalizmin çapraz ateşi altında olması. Bunun da Türkiye’nin tarım ve hayvancılığını çökertiyor’ olduğu yönünde(2) Apaçık ki; AB’nin dayattığı tarım işletmeleri politikası küçük çiftçileri silip süpürmeyi amaçlıyor. Çiftçiye değil işletmeciye gerek duyulduğundan küçük çiftlikler ya topraklarını büyüklere devredecek ya da ortadan silinecektir.

AB de çiftçilik mesleğini ortadan kaldırma yolundadır. Yerine tarımın şirketleşmesi doğrultusunda ilerleyişini Ortak tarım Politikaları (OTP) aracılığıyla sürdürülmektedir. AB’li çiftçiler iflas ettikçe topraklarnı en büyük toprak sahiplerine satılma zorunluluğu getirilmesi, büyük toprak sahiplerini daha da irileştirilecektir. Topraklar büyük toprak sahiplerinde biriktikçe endüstriyel tarım uygulaması AB’de dönüşü olmayan yolda ilerlemeye devam edecektir. OTP na göre kimin ne ekip biçeceğine de “büyük başlar” karar verecek. Örneğin Türkiye’nin bu yıl bilmem kaç ton soya fasulyesine ihtiyacı olmasa da birileri istiyor diye onu ekmek zorunda kalacaktır. Sonra da ürün fazlası çöp bidonlarını boylayabilir ve çiftçi aç kalabilir o OTP yi uygulayanların derdi değil. Aşağıda değinileceği üzere Yunanistan AB ye katıldıktan sonra bu tür durumlarla karşı karşıya kaldı. Oysa AB bütçesinin yaklaşık üçte ikisi OTP kapsamındaki harcamalara ayrılıyor. Uygulanan söz konusu politikalar mali yük oluşturmanın yanında bir de yukarıdaki bahsedilen tehlıkeler yaratılıyor.
AB, OTP’ýnýn Yunanistandaki yansýmalarýna bakarsak büyü ya da öl baskýna dayanamayan küçük çiftçi iflas ediyor. Ýþini kaybeden küçük tarým iþletmeleri yine OTP yaptýrým ve politikalarý sonucu büyük iþletmelerle birleþtirilmekte. Ek olarak OTP’nin bu politikalarý tarýmla uðraþan nüfusun azalmasýna neden olmuþtur. Yani 200 dönüme sahip bir çiftçi iflas sonucu ya meslek deðiþtirmek zorunda kalýp bulabilirse turistik yerlerde hizmetçilik yapma yollarý aramaktadýr. Arazisini de o yöredeki en büyük arazi sahibine satmak durumundadýr. Örneðin; ‘200 dönüm arazisini satacak olan çiftçi arazisini eðer varsa 500 dönüme sahip olana deðil de 5000 dönüm arazisi olana satmak zorundadýr. Bu yolla büyük toprak sahiplerinin topraklarý sürekli büyütülüyor. Ek olarak, Yunan halký kendi ihtiyaçlarýna dönük deðil, AB’nin çýkarlarýna yönelik ekim yapmak zorunda kaldý. Üretilen meyvalarýn %50-60'ý yok edildi ya da pazardan geri çekilmek zorunda kalýndý’ (4). Baþka bir deyiþle OTP politikalarý küçük çiftçileri öðütmüþ, büyük çiftçilerin topraklarýný büyütmüþtür. OTP’deki söz konusu politikalar sonucu kýrsalda nüfus azalmýþ ve ýssýzlaþmýþtýr. .
Öteki zararları ise geleneksel tarımın ortadan kaldırılması olmuştur. Yerine yeni endüstriyel çiftçilik yerleştirerek piyasada yığınlarca uzo, beyaz peynir, Kalamata zeytini, Valentin portakalı oluşturuldu. Ayrıca pazara uygun ürünler için “yüksek standartlar” konulup paketlemeye yönelik amaçlar çok enerji ve hammadde giderine yol açtı. Bu program biyolojik tarım dahil var olan tüm üreticileri merkezi bir sistem kapsamina zorladı.

Dolayýsýyla AB tarafýndan dayatýlan tarým politikalarýnýn Yunanistan’da topluma maliyetine bakarsak; kýrsal nüfusun (geçim sýkýntýsý nedeniyle) azalmasýnin yaninda rakamlarla ifade edilemeyecek bir toplum saðlýðý sorunuyla yüz yüze gelindi. Çünkü kullanýlan kimyasallar nedeniyle insanlar sayýsýz hastalýklara yakalandý. Ayrýca geniþ ölçekli bir çevre maliyetini de göz önüne almak gerekir. ‘Bu nedenle Yunan tarımı yukarıda sayılan maliyetler söz konusu edilmeksizin Avrupalılaştırıldı’(4).

Türkiye de tarımın şirketleştirilmesi tohum tekellerinin yasal olarak ülkeye girmesine kapı açmaktan GDOlu katkı maddeleri konusunda ürünlerin etiketlenmemiş olamsına kadar geniş yelpaze göstermektedir. Ziraat Mühendisleri odasının bilgilerine göre Türkiye’de tarlarını cazip paralarla kiraya veren çiftçilerin karşılaştıkları durum trajik. ‘Eskişehir’in Çifteler ilçesinde iki köyde patates üretimiyle ilgili yaşanan bir olay çiftçileri çileden çıkardı. Amerikan şirketi Lambweston, 1998-1999 yılları arasında Çifteler’e bağlı Kör Hasan ve Abbas Halim Paşa köylerinde, patates ekmek üzere vatandaşlardan toplam 6000 dönüme yakın tarlayı kiraladı. Tarlalarını yüksek fiyatla kiraya veren köylüler, iki yıl boyunca normal patateslerin iki üç katı büyüklüğünde ürünlerin elde edildiði tarlalarında artık hiçbir üretim yapamadıklarını ancak beş yıl sonra keşfetti. Tarlalarda transgenik tohum ekimi yapılıp yapılmadığı bilinmiyor (7).

Öte yandan özelleþtirme de, tarımın ticarileştirilmesinde önemli rol oynadı. ‘ IMF ve Dünya Bankası’nca kurgulanan hükümetlerimizce de uygulanan yerli-yabancı büyük tarım ve gıda şirketleri lehine olan bu yeni üretim yapısı ile çiftçilere tek taraflı sözleşmeli üreticilik dayatılarak kendi toprağında “bağımlı işçi” olma rolü biçiliyor. Hükümetler; IMF ve Dünya Bankası’nın kendilerine dayatılan uygulamalarını çiftçilere “yeniden yapılanma” diye, anlatıldı’ (3). Ön görülere göre ise AB uyum süreci çerçevesinde, ‘10 yılda 6 milyon çiftçinin daha mesleklerini bırakmaları bekleniyor. Böylesi bir programın uygulanması ne kadar doğru/akılcı, ne kadar insani, ne kadar ülke ekonomisine yararlı düşünmek gerekir’ (2).
Türkiye de tarımın özelleştirilmesinin tarihine bakarsak 24 Ocak karalarına dayandığını görürüz. O zamana kadar küçük ve orta boy çiftçi ürettigi üzüm ve zeytin ve zeytin yağı gibi mamullerini Taris’e, findığını Fisko Birlik’e, Tütününü TEKEL’e satarak geçinip gidiyordu. Fakat daha sonraki yıllarda tarıom da (başlangıcı Turgut Özal dönemine rastlayan) neo-liberal politikalarla özelleştirmenin pençesine düştü. Dolayısıyla IMF ve Dünya Bankası ve sonrada DTÖ yaptırımlarına göre KİT’ler ve Tarım Satış Kooperatifleri Bir­likleri (TSKB) gibi en temel tarım kuruluşları dahi özelleştirildi.

Öte yandan 21. YY’in baþlangýcýndan itibaren Türkiye de bu gidiþata karþý bir direniþ de söz konusudur. A ralarýnda tek tük de olsa bilim insanlarýnýn da bulunduðu 100 e yakýn sivil toplum kuruluþu GDO’ya Hayýr Platformu çatýsý altýnda halký biliçlendirmeye GDO lu tohum ve ürünlerin piyasada dolaþmasýna karþý birþeyler yapmaya çalýþmaktadýrlar. Hareketin baþýndan itibaren bu makelenin yazarlarýnýn da içinde olduðu bir karþý duruþ söz konusudur. Platform 2004’de düzenlediði ev yüksekliðinde Canavar Balon Turu’yla uluslararasý GDOlu tarým þirketlerinin çýkarlarýna göre hareket edilmemesini vurguladý. Yaþam Patentlenemez bildirgesi yayýnlayýp binlerce imza toplayýp ilgili makamlara ilettildi. Basýn açýklamalarýyla Türkiye de giren GDOlu ürünlere tepki gösterilirken biyo güvenlik yasasýnýn çýklmasý ve GDO lu ürünlerin etiketlenmesi yolunda çaba sarfedilmektedir. Tarým Ve Kýrsal Çevre Bakanlýðý (TKCB) ný biyolojik çeþitliliði korumayý ülkeyi ticari amaçlý tarým ürünlerine açmakla özdeþleþtirmemesi gerektiði konusunda uyarmaktadýr.


GDO’lu Tarım ve Zararları

Monsanto, Syngenta, Bayer ve Cargill gibi çok uluslu biyo-teknoloji devlerine “dünyadaki açlarý doyurmak” dert olduðundan beri raflarda aylarca (hatta yýllarca) parlak kalacak ürünleri pazara sunmaktalar. Canlýnýn kendi doðal yayapýsýna ters olan GDO’larý tüketenlerin vücutlarýnda nasýl tehlikeler yaratýldýðý henüz net olarak saptanamamakla birlikte GDO’larýn yarattýðý saðlýða zararlar artýyor. Örneðin çeþitli alerji ve kanser vakalarýn günden güne arttýðýna tanýk oluyoruz. Ýlgili konuda týp uzmanlarý antibiyotiðe dirençli bu ürünlerin tüketilmesi sonucu birçok hastalarýný tedavi edemediklerinden yakýnýyorlar.
Türkiye de sözde trans-genetik ürünler yasak ama nedense hala bir biyo-güvenlik yasası yok.
Tarým ve Kýrsal Çevre Bakanlýðý yurt içinde GDO lara karþý mücadele yükselirse biyo-güvenlik yasasý üzerinde çalýþtýklarýný beyan ediyor. Kýsacasý tüketici masasýna ne geldiðini hala bilmiyor. Bu balýk genli bir domates olabileceði, gibi akrep genli mýsýr da olabilir. Malesef þu andaki gerçekler gösteriyor ki; Türkiye AB ve ABD’nin GDO’ larýný kolayca pazarlayabilekleri cennet bir ülke konumundadır.

Ülkede açıklık ve demokrasinin olmaması da GDO lar konusunda araştırma yapıp ses çıkarmaya çalışan bilim insanlarının sesinin (çeşitli baskılarla) kısılmasına neden olunuyor. Arada çıkan cılız seslerden birine kulak verirsek “Gümrüklerimizden giren ürünlerin GDO içerip içermediğini bilemiyoruz. Hiçbir kontrol yapılmıyor, sadece ithalatçı beyanına dayalı hareket ediliyor” (5). Kısacası gümrüklerde bir kontrol mekanizması yok. Tamamen ürünü getiren firmanın insafına kalmış. Öyle görünyor ki; Türkiye yalnızca gelişmiş ülkelerde yasaklanan tarım ilaçları için bir cennet değil gerekli önlemler alınmazsa gelecekte ulus ötesi GDO devleri için de bir fırsatlar ülkesi olabilir.

GDO araştırmacısı sosyal ekolojist Brian Tokar’ın açıklamalarına göre GDO ve tarim ilacı firmalarının hakimiyetini şöyle: 1999 da Monsanto Syngenta, Aventis, Dow ve Dupont haşere ve yabani otları yok edici ilaç piyasasının %60 ını ticari tohum piyasasının % 23ünü ve dünyadaki genetiği değiştirilmiş tohumların hemen hemen tamamını kontrol etmekteydi (6)
GDO tohum şirketleri deneme tohumu adı altında yanında yabani ot ve haşereleri öldüren ilaçları da birlikte vererek yoksul çitfçiye başlangıçta şirin görünüyor. Daha sonra da çiftçiyi gübekten değil hücrelerinden kendine bağlamlı kılıyor. Çiftçiye başta cazip gelebilecek bu durum daha sonra çiftçinin kendi tohumunu kaybetmesine neden oluyor. Çünkü GDO lu terminator tohum kýsýr olup topraða atýldýðýnda yeþermiyor. Böylece çiftçinin en doðal hakký olan gelecek yýllarda topraða atacaðý tohum hakký elinden almýþ olup ulus ötesi GDO þirketlerine sürekli bir baðýmlýlýk yaratýlýyor.
Hintli küreselleşme karşıtı aktivist, araştırmacı ve yazar bilim kadını Vandana Shiva Çalınmış Hasat kitabında trans-genetik tohum satan ‘Chargill şirketinin 1992 de ülkeye girererken arıların polenlerini aldıkları savını ortaya sürerek GDO paketlerini tanıttıklarını’ belirtir (10). Shiva ayrıca bu yolla biyolojik çeşitliliğin yok olması Hint köylülerini birkaç kat açlığa maruz bıraktığını belirtir. Çünkü köylüler yabani otları toplayıp bizim deyimimizle koca karı ilacı olarak kullanmaktadırlar. Ayrıca yabani otlarla beslenen onlardan değişik yemekler yapan binlerce köylü vardir. Bu tür açıklamalar bize hiç de yabancı değil. Çünkü Türkiye nin geleneksel besenme şeklinde ve köylünün yaşamında yabani otlar (ve arıcılık) ‘in önemli bir yer tuttuğunu biliyoruz. Bir başka deyişle; Monsanto Chargıll vb ulus ötesi şirketler tarafından başlangıçta GDO’lu tohumun kullanılması her derde deva olarak tanıtılır. Oysa organik tarım yapanlar (rengarenk görüntüleri dışında) kelebek arı gibi böceklerin de bitki sağlığı için gerekli olduğunu vurguluyor. Örneğin, bugün Amerika da büyük ve göz alıcı rente olan monark kelebekleri GDO’lu tarım sonucu kaybolmuştur.
GDO firmalarının gerek araştırma sonuçlarını gerekse deneme üretim sonuçlarını halka açık yapmadıkları söylense de Türkiye de GDO lu üretim mevcuttur. Ziraat Mühendisleri Odası’nın açıklamalarına göre ‘ODTÜ Gıda Mühendisliği Bölümü'nün yaptığı iki yıllık bir araştırmada, Türkiye'nin 8-9 ilinden domates, patates, mısır numunesi toplanır. Bu ürünler arasında 22 domatesten 17'sinin, 20 patatesten 12'sinin, 10 mısırdan 10'unun genetik yapısının değiştirildiği saptanmıştır (7). Özellikle uygun bir kontrol mekanizmasının olmadığı dikkate alınırsa bu tür örnekleri artırmanın mümkün olduğu açıktır.
Öte yandan Türkiye de satılan GDO’ lu tohum oldukça pahalı ve ülkede dolaşan ,tohumun ABD ve İsrail menşeili olduğu öne sürülüyor. Üstelik bu tohum altından daha pahalı. Örneğin, ‘Sarıgöl'ün Dindarlı köyünde domates üretimi için temin edilen İsrail kaynaklı tohumun bir kilogramının 23 milyar liraya malolduğunu öğreniyoruz. Bir kilogram altın ise 17 milyar TL ye alınabilir’ (1). Buradan da görülüyor ki GDO lu tohumu ancak şirketleşen tarım firmaları alabilir. Deneme üretimi yapan çiftçi de kendi tohumunu kaybettiğiyle kalır.

Türkiye de Organik Tarım Kim İçin?

Dünyada 130 ülkede organik tarım yapıldığı söyleniyor. ‘Organik tarým yapýlan 130 ülkeden 90’ý az geliþmiþ ülkelerdedir’ (7). Bu da gösteriyor ki; zengin ülkeler bir yandan zararlý endüstrilerini ekolojik bilincin geri olduðu ülkelere taþýrken öte yandan da onlarýn geçmiþte sanayi atýklarý ev kimyasallarla kirletilmemiþ topraklarýný büyük organik tarým çiftliklerine dönüþtürmektedir.
AB’nin Ortak Tarım Politikaları kapsamında organik tarımı teşvik etmek gibi bir çabası da olduğu görülüyor. Bu bağlamda GAP projesnden Anadolu’nun diğer yerlerine kadar dokunulmamış temiz topraklar avrupalılar için bir kaynak olarak değerlendiriliyor. Dolayısıyla Türkiye de organik tarım yapanlara cazip destekler var gibi de gözüküyor. Ama yine de organik tarımın dahi şirketleştirilmesi koşuluyla.
Verilere göre insan, canlý, toprak, su ve hava saðlýðýna saygýlý biyoçeþitliliði koruyan organik tarým ‘2005 yýlý itibariyle dünyada toplam 24,1 milyon hektarlýk alanda yapýlmaktadýr. Türkiye ise birçok nedenle organik tarým alaný yalýzca 103 bin 190 hektardýr. Bu oran, Türkiye de tarým yapýlan arazilerin ancak yüzde 0,1’inde organik tarým yapýldýðýdýr ’ (2 ).

Öte yandan Avrupa Birligi (AB) ye girme hazırlıkları içinde olan Türkiye de organik (doğal) tarımın kimin çıkarına olduğu tartışılmalıdır. 2005 Yýlýnýn baþýnda organik tarým kanununun kabul edilip yürürlüðe girmesi iyi bir iþaret. Ancak bunun ne kadarý Türkiye pazarýnda yerel halkýn alým gücüne yönelik satýldýðý tartýþma konusu. Örneðin, ‘Doðal yöntemlerle üretilenlerin 200 bin tonu aþkýn meyve ve sebze tümüyle Avrupa ülkelerine ihraç ediliyor’ (7). Dedelerimiz ve büyük annelerimizin yaptýðý tarým biçimi “organik Yeni Tarým” adýyla pazarlanýp dýþarýya satýlan miktara göre oranlanýrsa organik tarým ürünlerinin % 90 ný Almanya, Hollanda ve Ýngiltere pazarlarý içindir. Doðal ürünlere ulaþabilenlerin oraný Türkiye de ancak nüfusunun % 10’dur (6). Ancak ne kadar nüfusun bu pahalý ve lüx sayýlan ürünleri almaya gücü yettiyor soru iþareti. Çünkü serifika bedeli* el emeði ve büyük süpermarket zincirlerinin karýný da hesaba katarsak doðal ürünlerin ederi halkýn alým gücünü aþmakta ve üretilenlerin aslan payýný Avrupalýlar almaktadýr. Bu hem saðlýklý besnme ve hem de ekonomik alým gücü olarak dýþ odaklý yaþam kalitesine hizmet etmek anlamýna gelmektedir’ (9).


Tarihi geşen yüzyıla dayanan ekolojik tarımın en önemli amaçlarıysa su kaynaklarını, toprak ve havayı kirletmeden çevre, bitki, hayvan ve insan sağlığını korumak. ‘Ülkemizde 1980’li yıllarda yaygýnlaşan organik tarým, ilk olarak 8 ürüne yönelik baþlamýþken þimdilerde 179 ürün üretiliyor’ (7). Kirletilmemiş toprak yanında Türkiye AB için hem ucuz iş gücü deposu ve ucuz hammadde kaynağı ( hem de çevre politiklarının esnek olması nedeniyle) kolayca oraganik ürünlerini ve diğer üretimini artırabileceği bir potansiyel olarak görülmektedir.

* DÝP NOT:
Her ülkenin standardı değişik olmakla birlikte bir ürünün ekolojik olduğunu gösteren sertifikası için son 10 ile 15 yıldır toprağın hiçbir sanayi atığıyla ve kimyasalla kirletilmemiş olması gerekir.Üreticinin organik koşullara göre çiftçilik yaptığını kanıtlayan belge belli otoriteler tarafından çok pahalıya veriliyor. Dolayısıyla küçük organik çiftliklerin böylesi bir sertfikayı alması ekonomik ve bürokratik olarak zor.


Aternatif Ne Olabilir?

Alternatifler bir dizi planı gerektirir. Öncelikle dünyanın geleceği için tarımın eskiden olduğu gibi tamamen organik halde çeşitli ekimin birbirini ve topragı dengeleyeceği biçim olan günümüzün ekolojik kavramýyla perma-kültür ( perma culture) prensibine dayanmalıdır. Bu tür çiftliklerin tarım işletmeciliği amaçlı değil de yerel ekonomiye hizmet etmesi amaçlanmalýdır. Örneðin, 2003 yýlýnda Hatay’ýn Vakýflý köyünde 38 çiftçinin bir araya gelip ürettikleri mahsul]n de % 85 inin Avrupaya sattýldýðýný bilioruz (8). Yurt genelinde bu tür çiftçiler “organik çiftçi koperatifleri” altýnda örgütlenebilir. Bu örgütlenme yurt genelinde doðal tarým yapanlarýn dayanýþmasýný saðlýyacaðý gibi kapitalist küreselleþmenin yýkýcýlýðýna karþý da güçlü bir tavýr almayý saðlayacaktýr.

Ek olarak Hindistan daki gibi tohum kooperatifleri kurulabilinir. Bu birliktelik ulus ötesi tohum þirketlerinin hakimiyetine karþý karþý bir direniþ ve var olmayý yaratacaktýr. Hindistanda GDO lu organizmalarý dayatan ulus ötesi þirketler için küreselleþme karþýtý gösterilerde dahi sesleri duyulan büyük bir örgütlenme var. Örneðin, 1995 yýlýnda Hindistanýn bagýmsýzlýk gününde binlerce çiftçi GATT ýn uygulamalarýna karþý ses yükseltti. ‘Monsanto vb uls ötesi þirketlerin hakimiyeti sonucu bugün 200 pirinç çeþidinden yalnýzca 70 çeþit pirinç olduðu söylense de’ (11). Bu dayanýþma vasýtasýyla köylüler birbirleri arasýnda tohum deðiþ tokuþu da yapýyorlar. Böylece tohumlarýnýn geleceðini yapabilecekleri tohum kooperatifleri kurdular.

AB den medet umanlar için ‘Uluslararasý Kooperatifler Birliði”nin 1984 “Avrupa Parlamentosu” seçimlerini destek bildirgesinde “Avrupa tarýmsýz, tarým kooperatifsiz olmaz” sloganý vardý. Ancak “AB’in uyum sürecinde Türkiye’ye verdiði ev ödevinin içinde kooperatif örgütlülüðüne ihtiyaç olduðuna iþaret eden bir belirleme yoktur. Bunu sürecin IMF, DB, DTÖ ve OTP ile tarýmýn þirketleþmesine sürüklemek olarak deðerlendirebiliriz’(2). Sonraki yýllarda böylesi bir kooperatif örgütlemesi baþlatýldýysa da buradan görüleceði üzere AB nin Türkiye de uygulamaya çalýþtýüý politikanýn iyileþmesi yalnýca halkýn tepkisine baðlýdýr.
Merkezkezileşen ve ticarileşen tarımda tarım kesiminde aile işçisi olarak çalışanlar ile diğer tüm çalışanlar siyasi, ekonomik ve sosyal haklarını elde edebilmeleri için örgütlenebilir. Çünkü görüldüğü üzere şirketlerin tek yanlı egemenlik kurmaları sonucu çiftçilik mesleği ortadan kalkmak zorunda kalacaktır. Görünen o ki; eski tadları bilen ya da anlatılanlardan duyup öğrenenler zamanla biyolojik ye da organik çiftçiliğe yönelecektir. Çünkü ticari pazar dışında kendileri, aileleri, komşuları ve yerel tüketici için zehirli kimyasalları içeren yiyecekleri sunmak istemezler. Çiftçi aynı zamanda genetiği değiştirilmiş organizmaların endüstriyel çiftliklerde üretilmesine karşı da uyanık olacağı için biyolojik çeşitlilik (hepsi olmasa da zamnala bir kısmı) geri kazanılabilir. Bununla birlikte ülke tatımı Ortak Tarım Politikaları ve DTÖ'nün yargılamalarından da uzak duracaktır. Üstelik pazarcılar yerel ekonomi ve yerel pazar için olan ürünleri ve orada üretilen malı satmaktan memnun olacaktır.

Bunlar için herþeyden önce Yunanlý dostlarýn geçmiþten ders alýp öðrendikleri gibi bir kýrsal kesim politikasýna ihtiyaç vardýr. AB pazarýna yönelik üretimde çiftçilerin bugün ürettikleri gelecekte karlý olmayabilir. Þu ana kadar küreselleþen pazara yetiþmek kaygýsýyla göz korkutucu bir tablo yaratýldý. Kaldý ki OTP sonucu Türkiyenin var olan Avrupa pazarýnda yarýþabilmesi mümkün deðildir. Orada ne çiftçilerin, ne de tüketicilerin gereksinimleri dikkate alýnýyor. Tüketicilere kimyasallarla kirletilmiþ hatta genleriyle oynanmýþ ürünler dayatýlýyor. Üretici ile tüketici arasýnda olan üçüncü kiþi olan süpermarket politikasý onlarýn karþýlýklý baðýmlýlýklarýný ortadan kaldýrýyor. Böylelikle küreselleþme kapsamýnda tarýmýn ticarileþtirilmesine karþý çýkarken endüstriyel kapitalizmin süpermarket zincirine de karþý olmak gerekir. Onlarýn yerini rengarenk yerel pazarlar almalý. Dolayýsýyla çiftçilerin kendi bulunduklarý çevreyi koruduklarý, kendi ihtiyaçlarýna ve yaratýcýlýklarýna göýe geliþtirdikleri, bölgelerinde ve yakýn çevredeki öteki kooperatiflerle ve topluluklarla iliþki geliþtirdikleri bir politikaya gereksinin olduðu açýktýr.

Bugünkü gidişatla (ürünün ekolojik olarak onaylanması) ekolojik pazar yalnız yüksek fiyatlarla ürün alınabilen zenginlerin işine yarıyor. Yerel üretici-tüketici kollektifleri veya yerel değişim üzerine kurulu toplumsal bir sistem yaratılarak daha geniş ölçekte gereksinimleri tatmin etmek olasıdır. Bu tür bir yönyem (Ekolojik Tarım ve Ekolojik Havyancılık) izlenerek bugünkü fabrika tarımına karşı Anadolu nun geleneksel tarımı geri çağrılabilir. Böylece çevresinde ve dünyada olup biten hakkında fikir sahibi olan bilinçli ekolojik üretici ve ekolojik tüketici ağı yaratılacaktır.

Bu modelle ekonomik küreselleşmeye karşı olan ve geleceğin toplumunda kendi kendine yeten organik bir toplumunun nüvesi yaratılacaktır. Bu çiftçiler yukarıda bahsedildiği gibi yurtta ve dünya daki genel sosyal hak arayışı hareketine de katkı sağlayacaklardır. Bu da doğrudan demokrasinin hayata geçirildiği kapitalist küreselleşmeye karşı bir hareket demektir. Görüldüğü üzere burada esas olan organik çiftlikler, organik üreticiler ve organik tüketiciler arasında birbirini bütünleyen bir ağ yaratmaktır. AB içinde her ne kadar ilerici ve demokratik unsurlar varsa da böyesi bir yapılanmayı AB den ya da dışardan beklemek sadece hayalperestlik değil safdillik olur.

Ekolojik üretim ve ekolojik tüketim anlayışını yerel kooperatifler vasıtasıyla harekete geçirmek için insanın insan ve insanın doğa üzerindeki tahakkümünün kalkması gerekir. Kısacası doğayla bütünleşmiş bir tarım kültürünün yanında sosyal olarak da kültürün köklü bir değişikliğe ihtiyacı olduğu görülüyor.

Sonuç Yerine

Çok uluslu tarým iþletmeciliðinin nasýl yapýlandýðýna bakarsak; Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaþmasý (GATT) 1947 tarihinde imzalanýp 1948 tarihinde yürürlüðe girmiþtir. GATT, Dünya ticaretine iliþkin kurallar koyan çoktaraflý bir sözleþmedir. Dünya ticaretinin serbestleþtirilmesidir. Küreselleþen kapitalizm için anayasa oluþturmaya çalýþan GATT ve onun turlarý sonucu oluþan Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ), AB, OTP, ile AB’nin yaptýðý reformlar sonrasýnda ulus ötesi þirketler ortak bir noktada buluþturuluyor (2). Baðýmsýzlýk ve özgürlük kaygýsýnda olanlar için küresel kapitalizmin ördüðü bu aðdýn dýþýna nasýl çýkýlacaðý ise halka dayanan tabandan bir örgütlenme ve alternatif yaratmakla mümkün.

Küresel kapitalist að ve “deðiþen dünyada” Türkiye tarým politikalarýnýn karikatürize edildiði bir gerçektir. Bu ironik tabloda organik tarýmýn da þirketleþip endüstriyalist hale gelme tehlikesi vardýr. AB içinde demokrasiden yana güçler varsa da Türkiyenin ekolojik tarýmý konusunda köklü bir kýrsal atrým politikasý alternatine gerek vardýr.

Yerel ekonomiye hizmet eden yerel tüketici ve üreticilerin gereksinimlerine göre düzenlenecek bir ekolojik tarým politikasý geliþtirilmeli. Avrupa kiwi ve avakado istiyor diye Karadenizdeki fýndýklarý ve çay bahçelerini söküp atma yoluna gidilmemelidir. Türkiyenin fýndýðý d adünya da biricikliðini korumaktadýr. En önemlisi de ülkenin doðal yapýsýna ve kendi ihtiyaçlarýna göre GDO suz ve kimyasallar kullanmaksýzýn kendi kendine yeten geleneksel tarýma dönmek önemlidir. Çiftçilerin küresel kapitalizme karþý direniþleri ancak ve ancak kendi kurup denetleyecekleri tarým kooperatifleriyle olabilir.

*. Bu yazı Özgür Üniversite Forumu dergisinde 1/7/2008 de sayı 31 de yayınlanmıştır.

Yararlanınlan Kaynaklar:

1. Cengiz Başkaya Şirketleşen Tarım http://www.ozguruniversite.org/guncel_marx.php erişim tarihi 12 Agustos 2006.(erisim: 18 Eylül 2006).

2. Abdullah Aksu, Avrupa Birliği ve Türkiye' nin Tarım Politikaları. Henüz yayınanmadı. Yazarının izniyle kullanıldı.

3. Çeşitli yazılardan http://www.gdoyahayir.org/yayinlar/yayin_02 (erişim: 12 Agustos 2006).


4. Giorgos Kolempas Yunanistan Tarımı ve Küreselleşme Yunan Çiftçileri İçin Bir Çıkış Yolu Var mı? Bir Öneri “Eftopia” nın 2002 yılı yayını.

5. Prof Dr. Şeminur Topal la Yapılan söyleşiGDO mağduru bir profesör anlatıyor. http://www.iyibilgi.com/index.php?s=haber&id=5898
(erişim: 1 Eylül 2006).

6. Şadi İdem Biyoteknolojinin Ardına Bakabilmek Toplumsal Ekoloji üç aylık politik ve kültür dergisi.Yaz 2005.

7. Ziraat Mühendisleri Odası web sayfasından çeşitli bilgiler. http://www.zmo.org.tr/genel/bizden_detay.php?kod=773&tipi=3&sube=0 eriim tarihi 14.Eylül 2006.

8. Wylie Harris Something old, something new
Turkey's organic farmers try to survive their European honeymoon
http://www.newfarm.org/international/features/2005/0305/turkey.shtml, (erisim: 17 Mart 2005)

9. Emet Değirmenci Strugle Against GE and Who benefits of Turkish Organics : Henüz yayınlanmadı. “Eftopia” nın 2006 yılı yayını için gönderildi.

10. Vandana Shiva Stolen Harvest: The Hijacking of the Global Food Supply (Çalınmış Hasat:Küresel Yiyecek , Cambridge, MA: South End Press 2000.

11. Vandana Shiva’ nın Dünya Ekonomik Forumu Karşıtı konferenasta verdiği konuşmasından, Mebourne Avustralya, 2001.




Sunday, May 10, 2009

Hoşgeldin genetiği değiştirilmiş mısır

ABD’nin biyo-teknoloji devlerinden Monsanto’nun ürettiği, genetiği değiştirilmiş mısır tohumunun Almanya’da üretimi yasaklandı. Federal Almanya Tarım Bakanlığı son haftalarda yoğun baskı altındaydı. Kısa bir süre içerisinde mısır ekimine başlayacak olan Alman çiftçiler, Tarım Bakanı Ilsa Aigner’in, genleri değiştirilmiş “MON 810” türü mısır tohumunun yasaklanıp yasaklanmayacağı konusunda acilen karar vermesini istiyordu.Bakan Aigner’in üyesi olduğu Hıristiyan Sosyal Birlik Partisi içerisinde de, sadece hayvan yemi olarak öngörülen bitkinin ekilmeye devam edilmesine izin verilmemesi isteniyordu. Tarım Bakanı Aigner ise endişeli değil. Zira diğer Avrupa ülkeleri de bu mısır türünü yasakladı.Başkaları hayvanlarını düşünüyorAlmanya’dan önce Fransa, Avusturya, Macaristan, Yunanistan ve Lüksemburg da genetiği değiştirilmiş mısır tohumunun ithalini ve üretim yapılmasını yasaklamıştı. Yukarıdaki bilgiler 15 Nisan 2009 tarihinde Almanya’dan yayın yapan DW’nin Türkçe haber sitesinde yayınlandı, haberi aynen aktardım... (Bu haber ile ilgili bir açıklama yapayım. Almanya’da mısır genelde hayvan yemi olarak kullanılıyor. Almanlar hayvan sağlığı ve doğa dengesini dikkate alarak genetiği değiştirilmiş tohumu yasaklıyor. Bizde ise mısır büyük ölçüde hayvan yemi olarak tüketiliyor ama, biz mısır ununu değişik şekillerde insan gıdası olarak kullanıyoruz. Yeni doğan çocuklarımızdan yaşlılarımıza kadar her yaştaki insanımız mısırdan üretilen nişastayı ne de mısır şurubunu ‘sıvı şekeri’ kullanıyor.)Biz insanımızı umursamıyoruzŞimdi de bir başka haber. Bu haber de 25 Nisan 2009 tarihinde Vatan Gazetesi’nde yayımlandı. Levent İçgen yazıyor: “Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar’ın (GDO) Türkiye’ye tohum olarak ve üretilmiş olarak ithalinin ve Türkiye’de üretilmesinin önünü açacak olan “Biyo Güvenlik Yasa Tasarı” önümüzdeki günlerde TBMM’nin gündemine girecek. Tasarının görüşüleceği komisyona üye 5 milletvekili ABD Tarım Bakanlığı tarafından ABD’ye davet edildiler. Milletvekillerine, Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar’ın önemi anlatıldı. Bu arada en büyük mısır tohumu üreticisi Monsanto firmasında da ağırlandılar.”Biz uzun süredir mısır tohumunu ithal ediyoruz. İthal ettiğimiz mısır tohumunun GDO olup olmadığını bilen yok. TMO arada sırada mısır ithal ediyor. İthal edilen mısırın GDO özelliğine sahip olup olmadığından habersiziz.Son yıllarda mısır para etmeyen ürünlerin yerini aldı. İkinci olarak yetiştirilir oldu. Bu nedenle yılda 4 milyon tonun üzerinde üretmeye başladı. Bu üretim bizim 3.8 milyon tonluk mısır tüketimimizi karşılayabiliyor. Geçen yıl TMO yanlışlıkla ithalat yaptı. Depolarında 232 bin ton mısır stoğu var. Şimdi bu mısırların nasıl değerlendirileceği tartışılıyor.