Wednesday, February 27, 2008

Ege’mden Köylü Manzaraları


Prof. Dr. Mustafa Kaymakçı

Türkiye tarımı’nda çağdaşlaşmanın göstergesi Ege’de de güzel manzaralar giderek kayboluyor. Tarımsal üretim gerilerken, üretimin en önemli kısmını sağlayan köylülerde yoksulluk en yüksek düzeyde ortaya çıkıyor. İşte size “Ege’mden köylü manzaraları”;

Çiftçiler icralık durumda

Çiftçilerin büyük bir çoğunluğu, ürettiklerini değer fiyata pazarlayamadıkları için bankalardan ve kooperatiflerden aldıkları, kredileri, faizleriyle birlikte ödeyemez durumdalar. Örneğin, Denizli’de yoğun bir şekilde köylülere haciz işlemleri başlamış. Ödemiş’te tarlaların üçte ikisi birinci ya da ikinci derecede ipotekli. Köylüler, şimdilerde borçlarını kredi kartlarıyla ödemeye başlamışlar. Borçları için birinden çekiyor, ikinciye yatırıyorlar. Kredi kartı iflasları da artmış.

Köylüler sırayla cezaevine girmeye başlamışlar!

Ege’de icralık duruma gelen köylüler borçlarını ödeyemediklerinden cezaevine girmek için de sıraya girmeye başlamışlar! Örneğin; Ödemiş’te cezaevi dolu olduğu için yatma sırası uzamış. İlçe’de 640 köylünün borçlarından dolayı cezaevine girmek için sıraya girdiği bildiriliyor.
Köylüler çay parası yerine yumurta veriyorlar
Kahveler, köylerde toplumsal iletişimin kurulduğu mekanlardır. Buna karşılık köylüler kahveye bile çıkamıyorlar, çıkmak istemiyorlar. Çay parası bulamayan köylüler ceplerine iki yumurta koyup kahveye çıkıyor ve takas yapıyorlar. Takas ekonomisi hortlamış durumda. Zengin sayılan Ege köylerinde bu olaylar yaşanıyorsa vay Türkiye’nin haline.

Köylüler, hal tüccarlarının ve fabrikaların kölesi olmuş

Sebze-meyve üreten üreticiler hal tüccarlarına çalışıyorlar. Süt alım fiyatlarını da büyük süt fabrikalarında kapitalistler belirliyor. Yem fiyatları artarken fabrikalar süt alım fiyatlarında indirme yapmışlar. Köylülerin satmaktan başka çaresi kalmamış. Pazarlamada üreticiden yana bir sistem yok. Oysa özellikle kapitalistlerin girilmesini amaçladıkları Avrupa Birliği (AB)’nde tarımda üretimden pazarlamaya kadar üreticilerin egemenliği unutulmuş. Üstelik Türkiye üzerinde her türlü baskıyı kıran AB’nin dayatmalarında üreticilerin örgütlenmesi konusu yok. Bu durumu AB için normal karşılayabiliriz. Çünkü onlar kendi çiftçilerini korumak ve geliştirmek için Türkiye’nin pazar durumuna gelmesini istiyorlar, ya bizim hükümetlere ne demeli?

Köylüler hastalarını hastaneye, doktora götüremez olmuş

Ege’de bile yoksullaşan köylüler, hastalarını hastaneye, doktora götüremez olmuşlar. Bu konu da, şeriatçıların kurdukları örgütlere havale edilmiş. Ege’li köylüler bazen haberleri bile yadırgıyorlar(!); “Doğuda kıştan-kardan doktora gidememek haber oluyor da, Batıda yoksulluktan hastaneye ulaşamamak haber olmuyor” diye.

Köylüler çiftçiliği bırakıyor, şehirlere kaçıyor

Çiftçilikten iflas edenler şehirlere kaçıyor. Son iki yılda 1,5-2 milyon köylünün şehirlere göç ettiği biliniyor. Artık kimse topraklarında kalmıyor, bu çözülme bile değil, tam bir çöküş. Özellikle genç köylülerde bu durum daha yüksek oranda yaşanıyor.

Şehirlerde yoksul semtleri köylüler oluşturuyor. İş güç olmayınca da kömür ve bulgur için oy satışları geçerli olmuş. Sadaka kültürü, sadaka ekonomisi ve sadaka seçimleri diye yeni terimler ortaya çıkmış.

Değerli okurlar, bu manzaraları uzatabiliriz. Ancak sızlanmak yetmiyor, çözüm yollarını üretmek zorundayız.

Bu çözüm yollarını biz üreteceğiz. Çözüm yolu için öncelikle bir tespiti sağlıklı olarak yapmalıyız;

Çözümsüzlüğü, büyük devletlerin güdümündeki politikalar, ya da daha açık deyişle, kapitalist üretim biçiminin son aşaması olan küresel emperyalizm yaratıyor. Bu sisteme karşı çıkmadan, temelinde üreticilerin örgütlenmesine dayalı halkçı-ekonomik sistemi kurmaksızın sorunları çözemeyiz. Bu böyle biline.

Friday, February 15, 2008

ON MİLYON LİTRE SÜTÜ LAĞIMA DÖKELİM(!)

Prof. Dr. Mustafa Kaymakçı
mustafa.kaymakci@ege.edu.tr

Bu sözler elbette bana ait değil. Geçtiğimiz günlerde hayvancılık sektörüne nevzuhur olan bir işadamımız, daha önce de yapmış olduğu bu açıklamayı sürdürerek “Türkiye, 12 milyon litre süt üretiyor. Bunun 10 milyon litresi lağıma dökülecek süttür. Sokak sütü diye çocuklarımıza özenerek içirdiğimiz süt, onlara verdiğimiz en büyük zarardır” demiş. Yine aynı iş adamı, “Köylüler, en büyük rakibimizdir” diyerek köylülere karşı beslediği duygu ve düşüncelerini yakınlarda yapılan bir toplantıda dile getirmiş.

Söylenen şey doğru mu?

On milyon sütün lağıma dökülecek kadar kötü olduğu acaba hangi bilimsel verilere göre saptanmış? Bu konuda Türkiye’de yapılmış bir çalışma var mı? Yanıtlayalım; bir akademisyen olarak otuz yılı geçen bir süreden beri mesleğin içindeyim. Böyle bir çalışma yok. Sayın iş adamı böyle bir çalışmanın varlığını bize bildirirse sevinirim. Ancak yoksa, kulaktan dolma söylentilere dayanarak bu açıklamayı yapıyorsa, en azından buna hakkı olmadığını belirtmek isterim. Bu söylentileri çıkaranların amaçları acaba nedir? Kimileri şunu söylüyor; Türkiye’de üretilen sütler kötülenirse, dökülecek sütler yerine piyasanın ihtiyacını karşılamak üzere, Avrupa Birliği’nden süt ithal edilecektir ve ithalat lobisine gün doğacaktır. Ben iş adamının bu lobilerin adamı olduğunu sanmıyorum. Çünkü kendisi de süt sığırcılığı yapıyor. Bu nedenle süt sığırcılığını zan altında bırakmak doğru değil. İş adamının dikkatli olmasını öneririm.

Diğer yandan Türkiye’de pazarlanan sütün yüzde 80’nin sokak sütü olduğu da doğru değil. Türkiye’de üretilen sütün yüzde 20’si kaynağında tüketilir, yüzde10’nu buzağılar içer, yüzde 5’i fire kabul edilir. Geriye kalan sütün yüzde 65’inin bir kesimi; yaklaşık yüzde 20’sini fabrikalar, yüzde 30’unu ise mandıralar işler. Geriye kalan yüzde 15’ine yakın sokak sütü olarak pazarlanır. Neden bu böyledir? Çünkü tüketicilerimiz daha ucuz fiyatta sokak sütünü alabiliyorlar. Üstelik alınan sütler, kaynatılmadan içilmiyor, bir başka deyişle halkımız kendi evinde pastorizasyon işlemini yapıyor. Sanırım, iş adamımız bu sütleri içerek büyümüştür.

Bu bağlamda bir konuyu da unutmamak gerekli. UHT ibaresi bulunan sütün aslında gerçek süt olmadığı, bu sütten yoğurt yapılamadığı da belirtiliyor. Bunu, Türkiye’nin TÜSEDAD (Tüm Süt, Et ve Damızlık Sığır Yetiştiricileri Derneği) Başkanı Nizam Kağıtçıbaşı söylüyor.

Köylüler rakibiniz değildir!

Türkiye’de üretilen sütün büyük bir çoğunluğunu, küçük ve orta ölçekli işletmelerden, yani köylülerden sağlanıyor. İyi ki bu işletmeler var. Çünkü bu işletmeler önce kendi varlıklarını sürdürmek için üretim etkinliğini sürdürüyorlar. Başka çareleri yok. Elbette bu işletmelerin büyümesi, daha çağdaş üretim teknikleriyle işlerini devam ettirmesi gerekiyor. Ancak en önemli sorunları, işletmelerdeki hayvan sayısının azlığı değil, en önemli sorunları örgütlenme. Örgütlenme yetersizliği nedeniyle girdilerini pahalıya alıyorlar, sütlerini değer fiyata satamıyorlar. Hemen bir rakam verelim. Amerika Birleşik Devletleri’nde şu anda yetiştiriciler1 kg sütle 3 kg süt yemini alabiliyorlar. Türkiye’de bu rakam uzun zamandan beri 1 ya da 1’in altında seyrediyor. Bu durumda bile, köylüler varlıklarını devam ettirmek için sığırcılık yapmayı sürdürebiliyorlar, zarar ediyoruz diye kimi iş adamları gibi hayvanlarını satarak işten kaçmıyorlar.

Özetle köylüler rakibiniz değildir, olmamalıdır. Varlıklarını sürdürmeleri Türkiye’nin güvencesidir. Onlar olduğu için Türkiye doyuyor.

Friday, February 8, 2008

Adanalı çiftçi kadının derdi türban değil GDO

PEŞİNEN söyleyeyim ki yazı kesinlikle türbanla ilgili değil. Sadece Türkiye’de kimilerinin çok başka bir gündemi de olabileceğini göstermek için atılmış bir başlık.Oana Çorat, Adana Çiftçiler Birliği Yönetim Kurulu’nun 3 kadın üyesinden biri.Adana’nın önde gelen tarım işletmelerinin başındaki 12 kadın çiftçi gibi baba mesleğini devam ettiriyor.Çorat ile geçenlerde İstanbul’da buluştuk.Birliğin, iki hafta önce Tarım Bakanı Mehdi Eker’in de katılımıyla düzenlemiş olduğu "Türk tarımında GDO’ların kullanımı" sempozyumunu konuştuk.Konu GDO, yani "Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar" olunca ilgimi çekti.GDO Türkiye’de doğru dürüst tartışılmayan bir mesele.Tarlalarda böyle tohumlarla yetiştirilmiş ürün var mı yok mu?Belli değil.Biz bunlarla besleniyor muyuz? O da belli değil.Birkaç vesileyle Tarım Bakanlığı yetkililerine bizzat sorduğumda "Türkiye’de kesinlikle GDO yok" cevabıyla karşılaştığımı da belirtmem gerek.Çorat, yazılarımdan GDO’lara karşı olduğumu bildiğinden benimle konuşmak istediğini söylüyor.Konuya hemen giriyor: "Biz çiftçiler GDO yani transgenik tohumlar kullanamıyoruz. Oysa Türkiye’ye ithal edilen mısır, soya, pamuk, kanola gibi ürünlerin büyük bir kısmı GDO’lu tohumlardan elde edilen ürünler. Üretimini yapamadığımız ürünleri ithal ediyoruz".TÜRK HALKI GDO TÜKETİYORİşte klasik bir Türkiye gerçeği daha.Üretemediğimiz şeyi ithal ediyoruz.Çorat’a göre, Tarım Bakanlığı her ne kadar "İthal ettiğimiz ürünlerde GDO yok" derse de Türk halkı bal gibi bu tür ürünleri tüketiyor.Adanalı çiftçiler de GDO’lu ürünler ekmek istiyor.Neden?"Çünkü ürünlere zarar veren böceklere karşı kullandığımız ilaçlar hem çevreye zarar veriyor, hem maliyetleri yüksek".GDO içeren tohumların bir özelliği de böceklere dayanıklı olmaları.Dolayısıyla böcek ilacı kullanmaya gerek kalmıyor.Örneğin pamuk için yılda 8 ila 10 kere yapılan ilaçlama ürünün maliyetini yüzde 30 oranında yükseltiyor."İthal edilen GDO ürünleriyle haksız bir rekabet ile karşı karşıyayız" diyor Çorat.Belli ki Adanalı çiftçiler bu GDO işine fena halde kafayı takmış.Zira Çorat’ın anlattığına göre, kendisinin de içinde bulunduğu bir ekip önce ABD’de Kaliforniya, Missouri, Mississippi, ardından İspanya’da GDO incemelerinde bulunmuş.Yıllardan beri GDO’yu tartışan Avrupa’nın 8 ülkesinde bu tür tohumların ekildiğini söylüyor Çorat."Bakanlık izin versin... Çukurova’da bir pilot bölge seçilerek GDO’ların kontrollü ekimi yapılsın" diye ekliyor.Peki bu mümkün mü?Sorunun cevabını uzun yıllardan beri GDO’larla ilgili araştırmalar yapan Sabancı Üniversitesi öğretim görevlisi Profesör Selim Çetiner veriyor. Tarım Bakanlığı’nın tam 10 yıldan beri hazırlayamadığı mevzuatPROFESÖR Çetiner Adana Çiftçiler Birliği’nin sempozyumuna da katılmış.Dolayısıyla Adanalı çiftçilerin taleplerinden haberdar."GDO’ya gözüm kapalı destek vermem. GDO’ları kapsayan ’Biyogüvenlik Mevzuatına’ uygun olarak yetiştirilebilir" diyor.İspanya GDO ekiyorsa bu mevzuat sayesinde.Geldik işin püf noktasına.Zira Türkiye tam 10 yıldan beri AB ile uyumu sağlayacak bu "biyogüvenlik mevzuatını" oluşturamıyor.Mevzuat oluşturulamadığı için GDO’lar böyle ruh gibi.Ne orada, ne burada ama her yerde.Çetiner’in verdiği bilgiye göre, genetiği değiştirilmiş ürünler başta ABD, Kanada, İspanya, Arjantin, Brezilya, Çin, Hindistan olmak üzere 22 ülkede yetiştiriliyor.ABD, Arjantin, Brezilya’nın ürettiğı soyanın yüzde 90’ı GDO.Kamuoyunun karşı olmasına rağmen AB yılda 32 milyon ton genetiği değiştirilmiş soya ve diğer ürünleri ithal ediyor.Gıda sektöründe kullanıyor.Çetiner, bu arada Türkiye’nin de ithal ettiği ürünlerde genetiği oynanmış ürünler olduğunu doğruluyor. AB, kamuoyunun endişelerini gidermek için "biyogüvenlik mevzuatı" çerçevesinde "Avrupa Gıda Güvenliği Otoritesi" diye bağımsız bir kurum oluşturmuş.Bu kurumun en önemli özelliği bilim insanlarından oluşması.GDO’ların, insan sağlığına zararlı olup olmadığına, risk taşıyıp taşımadığına karar veriyor.RTÜK gibi olursa işe yaramazPEKİ diyelim Türkiye 10 yıl sonra "biyogüvenlik mevzuatını" oluşturdu.Avrupa’daki gibi bilim insanlarından oluşan bağımsız bir kuruma kavuşacak mı?Profesör Çetiner karamsar bu konuda.Tarım Bakanlığı’nın hazırlamış olduğu "biyogüvenlik" taslağında benzer bir kurum var.Ama kurum bilim insanı yerine bürokratlardan oluşturulmuş.Yani bürokratlar karar verecek GDO’lar zararlı mı, değil mi diye."RTÜK benzeri bir kurum bilimsel denetlemeyi nasıl yapar" diye soruyor Çetiner halkı olarak."AB’ye uyum" diyoruz ama her konuda AB ile taban tabana zıt tutum sergiliyoruz.
Kaynak

Tuesday, February 5, 2008

AMERİKAN EMPERYALİZMİ, ŞERİAT VE TOHUMLAR

Olay 1: Tezkere
1 Mart 2003’de “gereği, kapsamı, sınırı ve zamanı Hükümetçe belirlenecek şekilde, Türk Silahlı Kuvvetlerinin yabancı ülkelere gönderilmesine ve en fazla 62.000 askeri personelin ve hava unsurları olarak 255 uçak ve 65 helikopteri aşmamak kaydıyla yabancı silahlı kuvvetler unsurlarının Hükümetin tespit edeceği mücavir bölgelerde geçici olarak konuşlandırılmak üzere 6 ay süreyle Türkiye'de bulunmasına” dair hükümet tezkeresi için yapılan oylamada 250 ret, 264 kabul, 19 çekimser oyu kullanıldı. Tezkere kabul edilmemiş sayıldı. AKP oylamada 97 fire verdi.
Halen Irak’ta silahlanma için 2 gün içinde harcanan para 4,8 milyar doları geçmektedir. Bu rakam Birleşmiş Milletlerin 3. Dünya ülkelerindeki çölleşmeyi önleme programı için 20 yılda harcadığı paraya eşittir.
İngiliz kamuoyu araştırma şirketi Opinion Research Business (ORB), ABD'nin 2003 yılındaki işgalinden sonra Irak'ta ölenlerin sayısının bir milyondan fazla olduğunu bildirdi.

Olay 2: Irak Tohum Kanunu
26 Nisan 2004’de Koalisyon Geçici Yönetimi denilen gerçekte ise Amerika önderliğindeki işgal kuvvetlerinin komutanı olan Paul Bremer önüne getirilen 81 nolu emiri imzaladı. Metin şüphesiz Amerikalı uzmanlar tarafından hazırlanmıştı. Bu emir “patent, endüstriyel tasarım, gizli enformasyon, entegre devreler ve bitki çeşitleri ile ilgili kanun” adıyla anılacaktı ve Bremer’in bir imzası ile Irak kanunları arasında yerini alıyordu. Bu kanun Türkiye de dâhil olmak üzere bereketli hilal denilen bölgede diğer çiftçilerle birlikte on bin yıldır bütün bir dünya tarımına çeşitler geliştirmiş olan Irak’lı çiftçilerin kendi tohumları üzerindeki egemenliğine son vererek başta Amerikan tohum tekellerine yeni kârlı alanlar açıyordu. Koalisyon Geçici yönetiminde Irak Tarım Bakanlığına yardımcı olarak yönetmek üzere atanan Dan Amstutz zaten ABD’li tohum tekeli Cargill’in adamıydı. İşgal süresice çiftçilerin tahıl stokları zaten tükenmiş idi. Amstutz ve eş başkan yardımcısı Avustralya’lı buğday tekellerinin adamı Trever Flugge çiftçilere Cargill ve Monsanto tohumlarından dağıttılar. Yeni yasa artık bu tohumların üreticilerce tekrar kullanımını yasaklıyordu. (Çıkan yasayı orijinalinden okumak isteyenler internette arama motorlarına “CPA/ORD/26 April 04/81” yazsınlar.)

Olay 3: Türkiye Tohum Kanunu
31 Ekim 2006’da TBMM’si Paul Bremer’in 81 nolu emrine çok benzeyen 5533 sayılı tohumculuk kanununu CHP’lilerin muhalefetine karşı kabul etti. Gerek Irak gerekse Türkiye kanunları bitki çeşitlerini korumayı amaçladığını iddia etmesine rağmen bu aslında George Orwell’in “1984” romanında olduğu gibi bir şaka kabul edilebilirdi. Aslında yerel çeşitleri yok etmeye yönelikti. Yerel çeşitler biyoçeşitliliğe sahiplerdi ve bu nedenle de çiftçilerce satışı yasaklanmış idi.

Olay 4: UPOV
13 Mart 2007’de TBMM 5601 sayılı “Yeni Bitki Çeşitlerinin Korunması Uluslararası Sözleşmesine (UPOV) Katılmamızın Uygun Bulunduğuna Dair” Kanunu kabul etti. Bu defa CHP’liler de olumlu oy verdiler. Büyük tohum şirketlerinin çıkarlarını savunan bu anlaşmanın içeriği CHP’lilerce de deşifre edilememişti ve toplum hala bunun bilgisinden büyük ölçüde uzaktır.

Sonuç
Acaba yanlış mı anladık? “Minareler süngü, kubbeler miğfer/ camiler kışlamız, müminler asker” denildiğinde bunlar Amerikan emperyalizmine destek olsun, bir milyon müslümanın öldürülmesine sessiz kalınsın, köylüler tohumlarını kullanamasın, Amerikan tohum firmaları yaratılan bu alanda at oynatsın diye mi söylenmiş idi.
Birçok müslümanın bunu içine sindirmediğini, karşı olduğunu biliyoruz. Ancak sözüm bugünlerde özgürlüklerden yana olduğunu söyleyen bazı yazar ve medya yöneticilerine:
Ya ayağa kalkın ve bu durumu protesto edin, ya da sonsuza kadar susun.

Tayfun Özkaya

Tarımda Dış Ticaret Açığı 1 Milyar Dolar


Tarımsal üretim azaldıkça bundan ithalat ve ihracatta etkileniyor. 2007 yılına ilişkin dış ticaret verileri tarım ürünleri ithalatının patladığını ortaya koyuyor.

Dr. Necdet Oral

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), 2007 yılına ilişkin dış ticaret istatistiklerini açıkladı. 2007 yılındaki dış ticaret açığı bir önceki yıla göre yüzde 16,3 artarak 62 milyar 833 milyon dolara yükseldi. 2007 yılındaki ihracat bir önceki yıla göre yüzde 25,3 artarak 107 milyar 154 milyon dolar, ithalat ise yüzde 21,8 artarak, 169 milyar 987 milyon dolar olarak gerçekleşti.

2006 yılında 85 milyar 535 milyon dolarlık ihracat, 139 milyar 576 milyon dolarlık ithalat yapılmış; dış ticaret açığı 54 milyar 41 milyon dolar olmuştu.

Tarımda ithalat yüzde 60 arttı

Dış ticarette 2007’nin en çarpıcı gelişmesi ise tarım ürünlerinde yaşandı. TÜİK’in açıklamasına göre; 2007’de Uluslararası Standart Sanayi Sınıflamasına (ISIC Rev.3) göre, tarımsal dış ticaret açığı 1 milyar dolara yaklaştı. Tarım ürünleri ihracatı, 2006 yılına göre yalnızca yüzde 7 oranında artarak 3 milyar 724 milyon dolar olmasına karşılık; ithalat bir önceki yıla göre yüzde 60 artarak 4 milyar 640 milyon dolara ulaştı.

Üretmemenin bedeli…

Türkiye tarımında 1999 yılı sonundan itibaren IMF ve Dünya Bankası odaklı politikalar uygulanmaya başlandı. Tarıma verilen desteklerin üretimle bağlantısı kesilerek üretim yerine üretmemeyi teşvik eden bir uygulama olan doğrudan gelir desteğine (DGD) geçildi. Bu politikalar tarımda ciddi bir çözülme sürecini başlattı. Sektörde çalışan nüfus azaldı, göç hızlandı.

2007 yılına gelindiğinde; buna bir de küresel ısınmanın yol açtığı kuraklık eklendi, çiftçiler birçok üründe önemli zararlara uğradılar. TÜİK ürün bazında yaptığı çalışmada; üretim kaybının buğdayda yüzde 13,3; arpada yüzde 22,4; kuru fasulyede yüzde 18,2; mercimekte yüzde 10,1; ayçiçeğinde yüzde 22,8; şekerpancarında yüzde 10,9, pamukta yüzde 10,5’i bulduğunu açıkladı. Türkiye Ziraat Odaları Birliği’ne (TZOB) göre kuraklığın çiftçilere toplam zararı 5 milyar YTL dolayında. Tarım ve Köyişleri Bakanlığı ise zararın 2,5–3 milyar YTL arasında olduğunu belirtti.

Sonuçta 2007’nin Temmuz-Ağustos-Eylül dönemini kapsayan üçüncü çeyreğinde tarımda yüzde 7,8’lik bir daralma yaşandı. Tarım sektörü yılın ilk çeyreğindeki yüzde 2,9’luk büyümenin ardından, ikinci çeyrekte yüzde 2,1 küçülmüştü. Böylelikle tarım katma değeri 2007’nin Ocak-Eylül döneminde bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 5,6 oranında küçüldü.

Uygulanan tarım politikalarının yanı sıra birçok üründe kuraklığın neden olduğu üretim kayıpları, çiftçi gelirleri düşürdüğü gibi tarım ürünleri ithalatının da artmasına yol açan etkenlerden biri oldu.

2007’de ithalat rekoru

Öte yandan izlenmekte olan ucuz kura bağlı ve ithalata dayalı büyüme modeli, dış açığı artırdı, ülkeyi birçok tarım ürünü için “ithalat cenneti” haline getirdi.

1980’li yılların başında tarım ürünleri ihracatı 2 milyar dolar düzeyinde iken, ithalat yalnızca 50 milyon dolardı. Örneğin 1980–89 döneminde tarımsal dış ticaret dengesi yıllık ortalama 1,5 milyar dolar fazla verdi. 1998’de IMF ile imzalanan Yakın İzleme Anlaşması ile 2006 yılları arasındaki dönemde ise dış ticaret fazlası yalnızca yıllık 140 milyon dolar dolayında gerçekleşti.

1998–2006 arasındaki 9 yıldan 6’sında tarım ürünleri dış ticaretinde 50–500 milyon dolar arasında fazla sağlanırken, 3’ünde ise 200–500 milyon dolar dolayında açık verildi.

2007’de ise ithalat 4 milyar 640 milyon dolar olurken, dış ticaret açığı 916 milyon doları buldu.

Tarım Ürünleri Dış Ticareti (Milyon $)

Yıllar

İhracat

İthalat

Denge

1998

2.357

2.125

+232

1999

2.058

1.649

+409

2000

1.659

2.123

-464

2001

1.976

1.409

+567

2002

1.754

1.703

+51

2003

2.121

2.535

-414

2004

2.542

2.757

-215

2005

3.329

2.801

+528

2006

3.481

2.902

+579

2007

3.724

4.640

-916

İthalattaki en yüksek artış hububat ve yağlı tohumlarda

TÜİK’in verilerine göre, 2007’de geçen yılın aynı dönemine göre ithalattaki en yüksek artış hububatta gerçekleşti. Tarımda yaşanan üretim kaybından dolayı ortaya çıkan arz-talep açığı hububat ithalatını patlattı. 2006 yılında 167 milyon dolar olan hububat ithalatı 2007’de yüzde 481’lik artışla 973 milyon dolara ulaştı. İthalat artışı, yağlı tohumlarda ise yüzde 66’yı buldu.

Çözüm; halkın ihtiyaç ve çıkarlarını hedef alan, ülkenin ekolojik koşullarına uygun, planlı ve üretim odaklı tarım politikaları uygulamaktan geçiyor.