Monday, January 14, 2008

Fransa MON810'u yasakladı

Fransa’da ekili tek genetiği değiştirilmiş bitki (MON810) iki gün önce “Yüksek otorite” adi verilen ve bilim insanlarından ve örgüt temsilcilerinden oluşan heyet tarafından verilen kararla mutabık kalınarak resmi olarak yasaklandı. Bu yasaklama, Avrupa’da genetiği değiştirilmiş bu bitkinin hâlihazırdaki iznine rağmen herhangi bir AB ülkesinin “Güvenlik Hükmünü işletme olanağına istinaden yapıldı. Bu, stklari bilim insanlarını ve politikacıları bir araya getiren ‘Grennelle de l’Environment’ adı verilen uzun erimli toplantıda Fransız Hükümeti’nce taahhüt edilen sözün neticesiydi. Aralarında José Bové’nin de bulunduğu bir grup eylemci tarafından Paris’in ortasında başlayan açlık grevi bu sözü onlara hatirlattı.
Bu mükemmel haber dünya çapında yaygınlaştırılmalıdır. Gelecek hafta “ Yüksek Otorite”nin heyetinin raporunu çevirip sizlere yollayacağım. Özetle bu komisyon “Suni Genetik Yapılar” ( Artificial Genetic Constructions) tarafından üretilen yeni proteinlerle ( doğal proteinlere denk olmayan) ilgili değerlendirme eksikliğini ileri sürdü. Ayrıca bu pestisit bitkinin hedefleflenmeyen organizmalar, solucanlar dâhil, üzerinde beklenmeyen zararlı etkilerini gösteren son bilimsel verilere gönderme yaptılar. Uzun mesafe yayılması bir diğer güçlü savlarıydı. Son beyanatları, büyükbaş hayvanları beslemek için Amerika kıtasından hala ithal edilen genetiği değiştirilmiş maddeler sorununu dikkate almanın gerekliliği hakkındaydı.

GDOları yasaklayın yılı daha iyi başlayamazdı. Dileyelim bu yaygınlaşsın ve 2008 sonunda GDOların küresel gerilemesini tetiklesin.
Chevreuse'den Dom

BEŞİKTEN MEZARA TARIMSAL YAKITLAR

Tarımsal yakıt… Fosil yakıtların 200 yıllık tüketiminin sonuçlarını bir dizi felaketler silsilesi olarak yaşayan ve en kötülerini henüz yaşamamış olan günümüz dünyasında kulağa çok hoş geldiği kesin. Hatta öyle hoş geliyor ki ABD Başkanı George BUSH, Şubat 2006’da yaptığı açıklamada sevincini gazetecilere şöyle dinlendiriyordu: "Çiftliklerimizde ot yetiştirerek enerji sektörüne atılabileceğiz! Otu biçip, enerjiye dönüştüreceğimiz günler yaklaşıyor!".(1). İşte tam bu noktada hafızasına birazcık neşter atanlar; dünya savaşları sonrası açlığı sonuna kadar yaşamışların dünyasında, yani 1960’larda da “yeşil devrim”in aynı derecede kulağa hoş geldiğini anımsayabiliyor.Dolayısıyla; yeni bir teknolojik olguyu tartışırken “hayatın gerçekleri”, “sınırsız ihtiyaçlar” ve “sınırlı kaynaklar” terimlerini kullanmaksızın; bu teknolojik olgunun 50 yıl sonra yaratabileceği sonuçları bugünden açıklıkla ortaya koymak gerekiyor. Ancak bugünün koşullarını değişmez ya da saf doğru kılarak böyle bir tartışmayı yürütmek mümkün dahi değil. O nedenle de en baştan açık yüreklilikle belirtiyoruz ki, tarımsal yakıtlar gibi dünyanın en ciddi sermaye akışının döndüğü, enerji ve tarım gibi iki alana birden hâkim bir konuda, ne kimsenin “sadece bilim yapma, ama toplumsal sorunlarla ilgilenmeme lüksü” vardır; ne de “hayatın realitelerinden dem vurup, tarafsız görünme”…Uzun sözün kısası, temel niyetimiz, tarımsal ürünlerin enerji kaynağı olarak kullanılmasının ekolojik sistem üzerinde ve toplumsal hayatın işleyişinde doğurabileceği olası sonuçları bugünden öngörmek ve tarımsal yakıtlara bakış açımızı buna göre belirlemektir.Ekosistem ve Tarımsal YakıtlarTarımsal yakıtların yeni bir ilgi odağı olmasının nedeni nedir? İnsanlık bu teknolojiye ancak şimdiler de mi ulaşmıştır? Aslında bu teknoloji, özellikle etanol üretimi söz konusu olduğunda, neredeyse 100 yıldır uygulanabilir niteliktedir. Etanolun yani bildiğimiz içilebilir alkolün, fermantasyon ile üretilmesinin temelleri şarap yapımcılığına dayanır. Buradan üretilen alkolün yanıcı olduğu da uzun yıllardır bilinmekte ve ispirto olarak kullanılmaktadır. Ancak gelinen süreçte uygarlığın enerji gereksinimini karşılayan petrol kökenli yakıtların azalmaya başlaması ve muhtelif sorunlar yaratması yeni arayışlara sebep olmuştur. Bitkisel kaynaklardan gelen şekerin fermantasyonu ile üretilen yanıcı etanolun ve yine muhtelif doğal kaynaklardan gelen yağların işlenmesiyle üretilen dizel yakıtın sahneye çıkmasının altında yatan itici güç işte budur. Bu nedenle tarımsal yakıtlar modern toplumun enerji ihtiyacına yönelik sorunlarda çözüme yönelik bir alternatif olarak ele alınmaktadırlar. Ve yine bu nedenle çoğu kez çevre dostu, küresel ısınma sorununun çözümü ve / veya enerjide dışa bağımlılık sorununa çare olarak tanıtılmaktadırlar.Ancak kolayca anlaşılabileceği gibi modern toplumun enerji üretim süreçlerinin yarattığı sorunlar ve bunların muhtemel çözümleri karmaşık konulardır ve bu konuda atılan adımların sonuçları itibariyle dikkatlice incelenmesi gerekir. Bu sorunlar ve tarımsal yakıtların bu sorunlara getirdiği veya getirebileceği olası açılımları tek tek incelemekte fayda görmekteyiz.Küresel Isınma ve Tarımsal YakıtlarTarımsal yakıtlar tamamen doğal oldukları için sıklıkla küresel ısınma sorununun dışında kabul edilmektedirler. Ancak bir şeyin doğal olması onun sorunsuz olduğu anlamına gelmez. Örneğin küresel ısınmaya olan katkısı nedeniyle sıklıkla uluslararası kamuoyu tarafından şiddetle eleştirilen Avustralya’nın sorunu fabrikalarından değil sığırlarından kaynaklanmaktadır (2). Endüstriyel boyutlardaki hayvancılık nedeniyle atmosfere salınan ve genelde doğal gaz olarak bilinen metan gazı (CH4) daha tanıdık bir küresel ısınma suçlusu olan karbondioksitten (CO2) 56 kat daha kuvvetli bir sera gazıdır (3). Doğal olan her şey iyi olmadığı gibi petrol de pek doğa dışı sayılamaz. En azından uzaydan gelmediği herkesçe görülebilecek bir gerçektir. Bu nedenlerle olayı basitçe doğal mı doğa dışı mı ikilemine indirgeyerek tartışmak pek de “doğal” bir tavır olmayacaktır. Ancak yine de tarımsal yakıtların petrole göre bir üstünlüğünden söz edilebilir mi? Yani kıyaslamada daha iyi olabilirler mi? Dünyanın en önde gelen bilimsel yayınlarında yapılan pek çok üst düzey bilimsel çalışma bunun tam tersini söylüyor. Science gibi en üst düzey bilimsel yayınlarda çıkan araştırmalar, tarımsal yakıtların üretim süreçleri de dikkate alındığında kimi zaman petrolden daha çok sera gazı yaydığını (4) ve dahası örneğin etanol üretimi için zaten kullanılmakta olandan daha fazla doğal gaz kullanma gerekliliğinin ortaya çıktığını açıkça gösteriyor (5). Enerji ve kirlilik konularında uzun dönemli tecrübeye sahip Amerikalı bir federal yetkili durumu çok güzel özetliyor “vergi indirimleri ve hedef belirleme çalışmaları ürünlerin yaşam döngüleri (ürünün üretiminden tüketimine kadar geçen tüm süreç ve işlemlerinin toplamı) dikkate alınmadan yapılmıştır”. Görünen odur ki, söz konusu olan şey yaşam döngüsünden çok politik döngüdür (6).Tarımsal Yakıtlar ve SuDünyamızın ciddi bir su krizi içinde olduğu açıktır. Ayrıca modern tarımsal yöntemlerin ülkemizin de GAP örneğinde üzücü bir şekilde yaşadığı gibi su kaynaklarını nasıl geri dönüşümsüz biçimde yok ettiği de ortadadır. Yakıt üretme amaçlı olarak yapılacak olan ve şimdikinden bile büyük ölçekli bir endüstriyel tarımın zaten son derece kısıtlı olan su kaynakları üzerinde yaratacağı baskı da ayrı bir sorun oluşturacaktır. Üstelik de tüm bunlar Cornell Üniversitesi Tarım ve Yaşam Bilimleri Koleji profesörlerinden David Pimentel’in Arizona senatörü John McCain’e Şubat 2005 tarihinde yazdığı mektupta da belirttiği gibi anlamsız bir iş için atılmış adımlardır. Prof. Pimentel’in belirttiği üzere bugünkü etanol üretim değerleri üzerinden yapılabilecek çok basit hesaplamaların gösterdiği gerçek ABD’nin tüm mısır üretiminin etanol üretimi için kullanılması durumunda bile sadece taşıtlarda kullanılan yakıtın bile ancak %7’sini karşılayacağıdır (8).“Boş” Tarım Arazilerinin DeğerlendirilmesiTarımsal yakıtlarla ilgili bildik sloganlardan birisi de “boş” tarımsal alanların bu şekilde değerlendirilecek olmasıdır. Öncelikle boş veya kullanılmayan tarım alanı diye bir şey yoktur, olamaz. Bu kelimenin tam anlamıyla kendisi ile çelişen bir açıklamadır. En azından bu gezegende tarım alanları doğal olarak bulunmaz ve insanlar tarafından açılırlar. Bu da ihtiyaç üzerine gelişir. Bu ihtiyaç, ister toprak ağasının daha çok kazanma isteği olsun, isterse topraksız köylünün mera alanında açtığı tarlası ile geçinme isteği olsun her durumda insan kaynaklıdır. Dahası Türkiye yüz ölçümünün %35’i (bazı kaynaklarda %46’sı !!!) hali hazırda tarım alanıdır (9). Ülkemizin ciddi bir kısmının da dağlık olduğu düşünülür ve bu değerlendirmede şehir yerleşimleri, akarsu ve göller de dikkate alınırsa ki toplamı %36 kadardır (9), “boş” tarım alanı tabiri ile ormanlar ve doğal yaşam alanlarının kastedildiği kolayca anlaşılacaktır.Ayrıca tarıma elverişsiz ve / veya boş alanlarda tarım yapılması fikrinin orijinal sahibinin GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizma) üreticisi biyoteknoloji şirketleri olduğunu hatırlamak bile tarımsal yakıt “işi” ile kimin ilgilendiği konusunda önemli bir fikir verebilecek niteliktedir. Dahası Alternatif Enerji ve Biyodizel Üreticileri Birliği (ALBİYOBİR) Genel Sekreteri Tamer Afacan’ın 23.03.2006 tarihinde yaptığı “5 milyon dolarınız yoksa bu işe girmeyin… Bu iş ciddi bir iştir, ciddi bir yatırım gerektiriyor. Hadisenin basite indirgenmesi son derece yanlıştır”, açıklamasının da gösterdiği gibi bu “iş” hiç de küçük çiftçi dostu bir kırsal kalkınma modeli örgütlemek amacında değildir(7). Adı üzerinde bu bir “iştir” ve her iş gibi piyasa kuralları çerçevesinde yürür, yürütülür.Ciddi Teknik SorunlarAslına bakılırsa meselenin teknik boyutu bile hala sorunludur. Tarımın endüstriyelleştirip mevcut iktisadi sistemin çarklarından biri haline getirilme projesinin, “yeşil devrim” adı altında başlatılmasından bugüne gelinceye dek geçen süreç dikkatlice incelendiğinde, tarımsal yakıtların varlık sebebi daha iyi anlaşılabilir. Örneğin ortaya çıkan muhtelif verimsiz atığın (sanayi atığı yağlar gibi) değerlendirilip sermayeye dönüştürülmesi ve kolayca oynanabilen ürün fiyatları üzerinden ucuza kapatılacak gıda ile Petro-kimya endüstrisinin yüksek kâr marjlı iş alanına sıçrama imkânı ve benzeri olanaklar tabii ki her ticari kurum için göz kamaştırıcı fırsatlar sunar. Ancak bu yapılırken dikkat edilmesi gereken temel hususun gelir gider dengesi olduğu açıktır. İşte bu noktada “çevreci” edebiyatla (ekolojist değil !!!) şirketlerin mantığının çakıştığı bir noktaya gelinmektedir. Şöyle ki, California Teknoloji Enstitüsü verilerine göre mısır etanolu için üretilecek her 1 Megajul enerji eşdeğeri yakıtın üretimi sırasında 0,77 Megajul fosil yakıt enerjisi kullanılmaktadır. Aynı değer selüloz etanolu söz konusu olduğunda 0,1 Megajul’e düşmektedir. Bu durumda gözler selülozdan üretilecek şekere dayalı bir etanol endüstrisine çevrilmektedir. Ancak bugün hala selülozu yapıtaşı olan şekere parçalayacak selülaz enziminin yeterli miktarda üretimi gerçekleştirilebilmiş değildir. Aslında bu enzimin bolca üretilmesi mümkün olmayan bir iş değildir. İddia edilen şey ise bu sayede atık bitkisel materyalin yakıta dönüştürüleceğidir. Ancak aklıselim sahibi her insanın kolayca görebileceği gibi bu ulaşılabilir hedefe varıldığında, günümüzde selülozun en temel kaynağı olan ormanlar etanol olup benzin depolarımıza akacaktır. Zaten atılarak heba olduğu iddia edilen selüloz içeriği yüksek bitkisel materyalin çoğu hali hazırda hayvan yemi olarak kullanılmakta veya kullanılabilir nitelik taşımaktadır. Sonuç olarak kolayca görülebileceği gibi endüstrinin çözmeye çalıştığı ve çevresel amaç güttüğü öne sürülen ciddi teknik sorunlar bile aslen kâr marjını yükseltme amacı taşıyan Ar-Ge çalışmalarıdır.Tarımsal Yakıtların Toplumsal ve İktisadi Hayata EtkileriTarımsal Ürünü Yakarsak; Ne Yiyeceğiz?Şimdi, güncel veriler ışığında, tarımsal ürünlerimizi yakıt olarak kullanmayı tercih etmenin yaratabileceği olası sonuçları değerlendirelim. Üstelik bu küresel çaptaki değerlendirmeyi yine küresel bir örgüt olan ve verilerini hemen her çevrenin kabullendiği Birleşmiş Milletlerin açıklamaları doğrultusunda yapalım.Veri 1: Bugün dünyada 824 milyon kişi açlık sınırının altında yaşıyor.Veri 2: Yoksullar, gelirlerinin %50 ila %80’ini beslenmeye ayırmak zorundalar.Veri 3: Gıda maddesi fiyatlarında %1’lik artış 16 milyon insanın açlık sınırının altına düşmesi anlamına geliyor.Veri 4: Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü, Haziran 2007’de yayınladığı “Gıda Görünümü” adlı raporla; tarımsal yakıtlara artan talebin gıda fiyatlarını artırdığını ve en fazla fiyatı yükselen gıda maddelerinin yüzde 13 ile ağırlıklı olarak tarımsal yakıt üretiminde kullanılan bitkisel yağlar ve iri taneli hububat olduğuna dikkati çekti. (10)Veri 5: Uluslararası Gıda Politikaları Araştırma Örgütü’nün tahminine göre temel gıda maddelerinin fiyatları 2010’da %23 ila %30 oranında artış gösterecek. (11)Bu beş veriyi yan yana koyduğumuzda; tüm bilinmeyenleri bilinen bir denklem ortaya çıkıyor. Ve kısaca bu denklemde eşitliğin diğer tarafındaki veri çok açık; “bu gidişat sürerse 2025 yılında 1,2 milyar kişi açlık çekiyor olacak. (12)Peki ya ne için? Gelişmiş ülkelerin refah içinde yaşayan ailelerinde kişi başına bir araba düşebilsin diye… Zira gelişmiş ülkelerin tarımsal ürünlerini yakmak gibi bir niyetleri yok. Daha ziyade kendi ürünlerini gıda olarak kullanıp, gelişmekte olan ülkelerin ürünlerini tarımsal yakıt olarak ithal etmeyi düşünüyorlar. Brezilya’daki çocukların midelerinden Amerika’daki Chevrolette’lerin depolarına bağlanan boruları Avrupa Komisyonu'nun ticaretten sorumlu üyesi Peter Mandelson şöyle izah ediyor: "Biyoyakıt politikası, bir sanayi ya da tarım politikası değil, bir çevre politikasıdır. Avrupa, biyoyakıtın büyük bölümünü ithal etmeyi kabullenmeye açık olmalı. Birliğin daha ucuz ve temiz alternatifler varken kendi üretiminde ısrar etmemesi gerekir.” (13) Daha açık bir şekilde izah etmek gerekirse; Mandelson diyor ki; “Tarımsal yakıt konusu biz gelişmiş ülkelerin tarımı için genel bir politika değildir. Sadece aynı hızda tüketimimize devam ederken çevreye de saygılı (!) olabileceğimiz; bedelini ise ithal ederken, ithalini yaptığımız ülkelere ödetebileceğimiz güzel bir enerji kaynağıdır.”Kim Üretecek, Kim Tüketecek?Bugün dünyadaki ham petrolün %18’i ABD tarafından çıkarılmakta, buna karşın %30’u ABD tarafından tüketilmektedir. Kısaca bugün ABD petrol ihtiyacının yarısını ithal ederek karşılamaktadır. Buna karşın dünya petrolünün %33’ünü üreten Orta Doğu; yine dünya petrolünün %5’inin tüketmektedir. (14) Ortadoğu’nun savaş ve yoksulluk içindeki mevcut durumuna bakılarak; bu petrol üretiminden kar ettiğini iddia etmek en azından safdillik olarak tabir edilebilir. Ancak ilginç bir şekilde ABD bu denklemden karlı çıkmaktadır. Hatta bu karlı çıkıştaki metodu oldukça beğenmiş olan ABD Başkanı Bush; aynı metodu tarımsal yakıtlarda da uygulama hedefindeydi ki Mart 2007’de yaptığı Latin Amerika ziyaretleriyle ilk adımları da atmış oldu.Bush, Latin Amerika ziyaretinde tarımsal yakıt üretimi ve ithalatı konusunda Brezilya Başkanı Lula ile bir anlaşma imzaladı. Anlaşma bir yana, öncelikle bilinmesi gerek önemli bir nokta var. ABD mısır üretiminin tamamını tarımsal yakıta ayırsa dahi ihtiyacının sadece %7’sini karşılayabiliyor. Yani aslında ABD, tarımsal yakıt üretiminde bir numara olan Brezilya’ya muhtaç. Bu muhtaçlığa rağmen, dünyanın en büyük çiftçi örgütü Via Campesina ve Brezilya’da zamanında Lula’ya destek vermiş tüm örgütler, Bush ile Lula anlaşmayı imzalar imzalamaz yaptıkları açıklama ile bizlere şöyle seslendiler: “Sakın aynı hataya düşmeyin!”Neydi bu düşülmemesi gereken hata?Birincisi; yarattığı istihdam sorunudur. (Her kim ki tarımsal yakıtların küçük aile çiftçiliği ile üretilebileceği, bu işe büyük tarım şirketlerinin girmeden de yürüyebileceğini iddia ediyorsa, lütfen yazının geri kalanını okumasın. Zira uğruna savaşların yapıldığı, Orta Doğu’daki kanın on yıllardır hiç durmadığı bu kadar ortadayken; tarımsal yakıtlara dev çok uluslu şirketlerin el atmayacağını söylemek; iyi niyetten kaynaklanan bir düşünce olarak dahi değerlendirilemez). Şöyle ki; şeker kamışının üretildiği her 100 hektarlık alanda küçük aile tarımı yapılsa 35 kişi istihdam edilebilirken; şirket tarımcılığı ile bu rakam 1’e düşüyor. Zaten 25.000’den fazla kölenin işçi olarak Amazonlarda kaçak çalıştırıldığı tahmin edilen Brezilya’da henüz köle olmayan çiftçiler de bu süreçte köleleştiriliyor.İkincisi; şirketler eliyle yürütülecek olan tarımın hangi şirketler eliyle yürütüleceği sorunudur. Örneğin Brezilya’nın en büyük şeker kamışı üreticisi olan Cevasa’nın hisselerinin %63’ünü 2006 yılında Cargill satın aldı. (15) Böylece şeker kamışı piyasası resmen genetiği değiştirilmiş tohumlarla tanışmış oldu. Zaten hiç kimsenin yemeyeceği, sadece yakıt olarak kullanılacak olan hızlı büyüyen genetiği değiştirilmiş bitki türlerine de karşı çıkan olmaz herhalde(!).Şimdi şöyle bir başa dönelim, şu Brezilya’ya muhtaç olan ABD kısmına… 25.000 köle; sayısı belirsiz topraksız işçi ve dev tarım şirketlerinin ücretsiz-sigortasız işçileri durumundaki Brezilyalılara gerçekten muhtaç mıdır ABD? Burada muhtaç olanın ABD değil; Brezilya olduğu kesin. Tıpkı Orta Doğu’da olduğu gibi Brezilya’da da, biri yiyor, biri bakıyor… Ama kıyamet bir türlü kopmuyor. Neden? Çünkü Brezilya gibi, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler, içlerinde bulundukları bilumum dar boğazlardan çıkmak yerine, teknoloji transferleriyle üstünlük sağlamaya çalışıyorlar. Asıl olanın tek bir alanda bir üstünlük değil, ülkenin genel yapısı itibariyle temel bazı problemlerin çözülmesi olduğunu görmeyi reddediyorlar. Bu nedenle de her transfer ettikleri teknolojinin ardından gelen çok uluslu şirketler, halklarını, tarımlarını, sularını, enerjilerini yeni bir sömürü alanına dönüştürürken; ülke halkı hala “bu sefer yırtacağız” bilinciyle çalışmaya devam ediyor. Sonra iş işten geçiyor; tıpkı GAP’ta olduğu gibi, kurulacak nükleer reaktörlerde olacağı gibi…
SON SÖZ YERİNE;Mevcut enerji sorunun kökeninde enerjiyi hangi kaynaktan ürettiğimiz değil, nasıl ve ne kadar tükettiğimiz yatmaktadır. Eşitsizce örgütlenmiş bunca tüketim, enerjiyi oturduğumuz yerde sadece insan olarak dahi üretsek; insanı da, doğayı da, birbirleri arasındaki ilişkiyi de kaçınılmaz olarak öldürür. Dolayısıyla Başkan Bush’un söyledikleri gerçek olsa, yani tarladan ot biçip arabalarımızın depolarına dahi doldurabilsek, gerçekten bu kadar çok arabaya ihtiyacımız var mı, sorusuna yanıt vermeden, enerji sorununu “doğaya zarar vermeksizin çözmek” mümkün değildir.Kısaca; hem dilediğimiz kadar tüketelim, hem de bu biyolojik olsun doğaya zarar vermesin, felsefesi hayal olmanın ötesine geçemez. Hem bu nedenle, hem de baştan beri anlattığımız teknik nedenlerle tarımsal yakıtlar “biyolojk-organik-ekolojik” değildirler. İşte tam bu noktada kullanılması gereken tabir biyoyakıtlar değil; tarımsal yakıtlardır.Gerek Brezilya örneği, gerek Orta Doğu’nun durumundan gördüğümüz gibi, enerji sorunu, bugün yerel tercihlerle çözülebilecek, ulusal sınırlar içinde halledilebilecek bir sorun değildir. İster evet deyin, ister hayır; her koşulda tavrınızın uluslararası arenada bir yankısı olacaktır ki evet dediğiniz zaman çağrınıza cevap verenler çokuluslu biyoteknoloji ve tarım şirketleridir. Çok uluslu şirketlere evet diyenler, petrole karşı tarımsal yakıtı, yani kendilerince ehvenişeri tercih edenler, tarihin karşısında kendi ortakları ile birlikte yargılanmaya mahkûmdurlar.
Referanslar:
3. IPCC (UN’s Intergovernmental Panel on Climate Change) Report 1996 (Birleşmiş Milletlere bağlı Devletlerarası İklim Değişikliği Paneli raporu).
4. Science, January 2006; Farrel, A. E.
5. Scientific American, January 2007, (28-35), “Is Ethanol for the Long Haul?”
6. Scientific American, January 2007, (28-35), “Is Ethanol for the Long Haul?
8. Pimentel, D. (Prof. Dr. of Ecology in Cornell University); letter to Senator John McCain of Arizona, February 2005
12.Food First
Altan Görkem GÜRCAN – Şafak MERTKasım 2007 – Ankara
KMO ile ZMO'nun 12-13 Aralik 2007 tarihlerinde Ankara'da duzenledigi Biyoyakitlar Sempozyumu'nda sunulmustur.


Thursday, January 10, 2008

ULUSAL BİYOGÜVENLİK YASAMIZ DERHAL ÇIKARILMALIDIR!

GDO’lu tohum satışı Fransa’da sivil toplum örgütlerinin kararlı mücadelesi sonucunda 9 Şubat 2008’e kadar durduruldu. Bu süre içinde Fransa Hükümeti GDO’ların çevre ve sağlık etkilerini yeniden değerlendirecek ve yeni yasa çıkarılacak. Bu bağlamda Fransız köylü lideri Jose Bove ve 15 arkadaşı, Fransa Hükümeti’nin GDO’ları tamamıyla yasaklaması için açlık grevine başladılar. Bu mücadeleye destek vermek amacıyla Çiftçi Sendikaları Konfederasyonlaşma Platformu Sözcüsü Abdullah AYSU ve Bilge Seçkin GDO’ya Hayır Platformu’nu temsilen Jose Bove ve 15 arkadaşını ziyaret etmek ve görüş alışverişinde bulunmak üzere Fransa’ya gidiyorlar.

GDO’lar (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar-ekinler-gıdalar) Türkiye’ye yıllardır hiçbir kontrole tabi olmadan girmeye devam ediyor. Tarım Bakanları’na konuyla ilgili olarak yöneltilen yazılı soru önergelerine verilen cevaplar ise çok ilginç: “Mevzuat olmadığından dışarıdan gelen ürünleri analiz etmeye gerek görmüyoruz”.

Cevaplar ilginç olmasının yanında bir o kadar da düşündürücüdür! Zira, Tarım Bakanlığı’nın GDO analizi yapabilecek 2 laboratuvarı var. Bu sayı, GDO’lar konusunda son derece titiz davranan AB ile ilişkiler açısından son derece önemli, analiz yapmasa da laboratuarımız var. Ancak, diğer tarafta da GDO ekim alanı ve üretimi açısından dünya lideri ABD var. Türkiye, dünyada en yaygın yetiştirilen GDO’lu ürünlerin büyük çoğunluğunu ne yazık ki bu ülkeden almaktadır.

Türkiye hemen her yıl olduğu gibi, 2007 yılında da yurtdışından mısır ithal etmek zorunda kalmıştır. 235 bin tonluk alımın 110 bin tonu, GDO tarımında dünyada ABD’den sonra ikinci sırada gelen Arjantin’den yapılmıştır. Platformumuz bünyesindeki bir sivil toplum örgütü, Arjantin’den gelen mısırlardan aldığı numuneleri analiz ettirmiş, sonuçta bu mısırların GDO’lu oldukları ortaya çıkmıştır. Aslında Türkiye’nin her bölgesi mısır tarımına uygundur. Ancak, politikasızlık sonucu mısır dışarıdan alınmakta, kendi çiftçimizden esirgenen destekler uluslararası tekellere ve onların GDO’lu ürünlerine verilmekte.

Sağlık, çevre ve sosyoekonomik açıdan olumsuzlukları artık net bir şekilde ortaya çıkmış GDO’ların ülkemize sokulmasında, hiç de öyle siyasilerimizin dediği gibi bir serbestlik yoktur. Türkiye Cartagena Biyogüvenlik Protokolüne taraf bir ülkedir ve uluslararası sözleşmeler Anayasamıza göre kanun hükmündedir. Protokole göre Türkiye GDO’lara yönelik olarak mevzuatını oluşturmalı ve Ulusal Biyogüvenlik Yasasını, GDO’ları yasaklayan bir kapsamla derhal çıkarmalıdır.

Siyasetçilerimizin tüm dünya çapında verilen GDO karşıtı mücadeleyi ve bağımsız bilim insanları tarafından yapılan bilimsel çalışmaları dikkatle takip etmesini talep ediyor, mücadelemizi GDO’lar ülkemizde ve dünyada tamamıyla ortadan kalkana kadar sürdüreceğimizi bir kez daha ilan ediyoruz.

Yaşam Patentlenemez!
GDO’ya Hayır Platformu
Ingilizce metin
NATIONAL BIOSECURITY LAW SHOULD BE PASSED


The sale of GMO seeds was abandoned from the French market until the 9th of February 2008 as a result of the resolut struggle of the civil society organizations in France. In the meantime French government will reconsider the environmental and health effects of GMOs and will pass a new law. In this context, French peasant leader Jose Bové and his 15 friends started an hunger strike for a total ban on GMOs. Abdullah AYSU, spokesman of the Platform of Peasant Union Confederation Initiative and Bilge SECKIN will go to France to visit and exchange ideas with Jose Bové and his 15 friends on behalf of the No to GMOs platform.

GMOs (Genetically modified organisms-crops-food) continue entering to Turkey without any control for years.The response of the Ministry of Agriculture to the written proposals is interesting: “We don’t consider analysing the imported products as there is no legislation.”

These responses are also worrying! Because the Ministry of Agriculture has two laboratories to analyse GMOs. Although disfunctional, this number is very important for the relation with the European Union which is very considerate regarding the GMOs. On the other hand, we see the United States of America as the world leader of the GMO production in volume and area. Unfortunately, Turkey buys the majortiy of the GMO products from this country.

Turkey had to import corn from abroad in 2007 as in the past. The 110 thousand tons of the 235 thousand tons were bought from Argentina, second largest producer after the US. A civil society organization that is member of our Platform has analysed the samples of the corns from Argentina and the turned out to be genetically modified. Indeed, every region of Turkey is convenient for corn farming. However, due to lack of policies corn has been bought from abroad and the subsidies go to the international cartels and their gmo products instead of our farmers.

In contrast to what our politicans say, there is no exemption for the introduction of GMOs whose negatives consequences in terms of health, environment and socioeconomy have been apparent. Turkey is a part of the Cartagena Biosecurity Protocol and international agreements are considered as laws according to the Constitution. Protocol indicates that Turkey should pass its legislation on GMOs and National Biosecurity Law with a scope banning the GMOs.

We demand from our politicians to watch carefully the global anti-gmo movement and scientific work by independent scientist and declare that we will carry our struggle until GMOs will be completely abandoned nationally and globally.

Life can not be patented
No to GMOs Platform
Fransizca metin
LEGISLATION DE BIOSECURITE NATIONALE EN URGENCE!

Grâce au combat mené par les ONGs, la vente des semences OGM (Organismes Génétiquement Modifiés) a été bannie en France jusqu’au 9 Février 2008. Le gouvernement français va examiner les effets des OGMs sur la santé et l’environnement et va appliquer une nouvelle législation. Dans ce cadre, le leader des paysans français, José Bové et ses 15 amis ont commencé une grève de faim pour que le gouvernement bannisse complètement les OGMs. Pour soutenir cette lutte, les représentants de la Plateforme Anti-OGM en Turquie, la porte-parole de la Plateforme de Confédérations des Syndicats Agricoles de Turquie, Abdullah AYSU et Bilge SECKIN vont en France pour rencontrer et échanger des idées avec José Bové et ses amis.

Depuis des années, il n’y a aucun contrôle sur l’entrée des OGMs en Turquie. Les réponses du Ministère de l’Agriculture sont intéressantes: “Etant donné qu’il n’existe pas de législation sur la question, il n’est pas nécessaire d’analyser les produits qui viennent de l’étranger.”

Ces réponses sont à la fois intriguantes mais aussi préoccupantes! Car, le Ministère de l’Agriculture possède deux laboratoires pour les analyses génétiques. Ce chiffre est important quand on pense aux relations entre la Turquie et l’Union Européenne (UE), cette dernière étant très sensible aux OGMs, malgré le fait que celles-ci n’effectuent pas d’analyses. D’autre part, la Turquie achète la plupart des produits OGM les plus épandus au monde des Etats Unis, le leader mondial de production et de semances OGM. .

Comme chaque année, la Turquie a été obligée d’importer du maïs. Sur les 235 milles tonnes importées, 110 milles tonnes ont été importées d’Argentine, le deuxième pays de production d’OGMs après les Etats Unis. Une ONG dans le cadre de notre Plateforme a facilité l’analyse des échantillons de maïs venant d’Argentine, et a démontré la présenced’OGMs dans les lots de maïs. Et pourtant, la Turquie peut produire de grande quantité de maïs. Mais, par manque de politique nationale, le soutien qui devrait être apporté à nos paysans est canalisé aux monopoles multinationaux et leurs produits contenant des OGMs.

Contrairement aux paroles de nos bureaucrates, il n’y a plus de laissez-faire à propos de l’accès des OGMs dans notre pays, dont les effets négatifs sur la santé, l’environnement et l’économie ont été clairement articulés. La Turquie a ratifié le Protocole de Cartagena sur la prévention des risques biotechnologiques en 2003 et selon notre Constitution, les conventions internationales doivent être traduites en mesures législatives. Selon la Protocole, la Turquie devrait formuler sa propre législation sur les OGMs .

La plateforme exige que nos politiciens prennent en compte les travaux de scientifiques indépendants et les actions civiles contre les OGMs. La plateforme continuera à agir tant que les OGMs constitueront un danger pour les consommateurs, la nature et les générations futures .

La Vie Ne Peut Etre Brevetée!

Plateforme Anti-OGM, Turquie

Tuesday, January 8, 2008

Pamuk Üretiminde Çevresel Etkiler ve GDO


Pamuk dünyada en çok toksik özellikli ürünlerin başında gelmektedir. Pamuk dünyada tüketilen böcek ilaçlarının %25’inden fazlasını, tüm pestisitlerin ise %12’sini kullanmakta, oysa dünya tarım alanlarının sadece % 3’ünü kapsamaktadır. Pamuk üretiminde pestisitlerin neredeyse 7 kat fazlası miktarda toksik nitelikte kimyasal gübre kullanılmakta ve bunlar nedeniyle hava, su (nehirler, taban suları, akiferler) kirletilmektedir. Diğer yandan, dünya sıralamasında ikinci sırada yer alan ABD’de üretilen pamuğun %75’ten fazlası GDO özelliklidir. Böylesi bir ürünün çekirdeklerinden elde edilen % 20 kadar yağ doğrudan insan tüketimine, geriye kalan %80’lik kısmı ise hayvan yemlerine ve oradan da et ve süt olarak insan tüketimine ulaşmaktadır.
Oysa GDO’lu pamuk hiç te öyle sanıldığı ve söylendiği gibi masum değildir. Son günlerde ülkemizde de bazı toplum lideri olduklarını iddia edenler tarafından GDO’lu pamuğun, verim ve kalite artışı sağlayacağı, giderlerinin çok daha düşük olacağı ve başka birçok avantajı olacağı yönünde yaygın bir propaganda yapıldığı gözlemlenmektedir. Oysa ki, Kuzey Karolayna Devlet Üniversitesi’nin bir araştırmasına göre, böcek zararlıları ile savaşım, oluşan zararların giderleri ve diğer çeşitli giderler karşılaştırıldığında BT Pamuk (GDO’lu) üretim maliyetinin 70 USD/ha iken, geleneksel çeşitlerin üretiminde maliyet yaklaşık 63 USD/ha olduğu saptanmıştır.
Aynı şekilde, Hindistan’ın Mehboobnagar Bölgesinde Bt Pamuk (GDO’lu) ürünündeki sorunlar Tarım Direktörü tarafından aşağıdaki maddeler halinde rapor edilmiştir;
· Koza oluşumundan önce kuruma ve düşme
· Koza sayısında azalma
· Küçük koza oluşumu
· Çok kısa lif uzunluğu,
· Koza kurduna karşı çok düşük direnç ve koza kurdu kontrolü için 2-3 ilaçlama gereksinimi
· Düşük verim,
· Düşük Pazar değeri,
· GDO’suz pamuğa göre düşük kar-zarar oranı
Ülkemizde, bugüne dek 54 pamuk çeşidi tescil edilmiş olup bunların 34’ü resmi, 20’si ise özel sektör kuruluşlarına aittir. Özellikle son 5 yıl içinde 33 çeşit tescili yapılmış olması da dikkat çekicidir. Türkiye, pamukta ortalama 1204 kg/ha verim elde edebiliyorken bu değer, dünyanın en büyük üreticilerinin (Çin, ABD, Hindistan, Pakistan, Özbekistan) 1.5 – 2.5 katı, dünya ortalamasının ise 2 katı kadar yüksek bir değerdir. Böylesi zengin bir değerimizin GDO’lu çeşitlerle kirletilmesinin engellenmesi, ve bu sayede tohumlukta bağımlılığı daha da derinleştirecek ve girdi maliyetlerinde önemli bir artış getirecek politikalardan vazgeçilmesi ülkemiz pamuk tarımı, ekolojisi, ekonomisi ve çiftçilerimizin sosyal refahı için yaşamsal öenmdedir.
Sözün özü, dünya pamuk piyasasını şekillendiren ve yönlendiren ABD, uyguladığı destekleme ve insafsız damping politikaları ile birçok ülkede pamuk alanlarının daralmasına ve milyonlarca insanın mutlak yoksulluk sınırının altına düşmesine neden olmuş ve olmaya da devam etmektedir. ABD, GDO’lu üretimi de teşvik ederek sadece ilaç ve gübrede değil aynı zamanda tohumculukta da ülkelerin ulusal egemenliklerini yok etme ve küresel pazarın tek hakimi olma çabalarına devam etmektedir. Ülkemiz de bundan yeteri kadar nasibini almaya devam etmektedir.

Yararlanılan kaynaklar
1. Bacheler, J.S., 2000. Kuzey Karolayna Üreticilerinin 2000 Yılı Bollgard Pamuk Üretiminde Performans Beklentileri. Extension Entomologist, North Carolina State University, March 2000
2. Evcim, H.Ü., A.Değirmencioğlu, 2006. World Cotton Trends and Opportunities for Production Profitability in OIC Countries. Ege University, Faculty of Agriculture, Department of Agricultural Machinery, Bornova-İzmir, 2006.
3. Gençer, O., T.Özüdoğru, M.A.Kaynak, A.Yılmaz, N.Ören, 2005. Türkiye’de Pamuk Üretimi ve Sorunları. Türkiye Ziraat Mühendisliği VI.Teknik Kongresi Bildiriler Kitabı syf.459, TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası Yayını, Ankara, 2005.
4. İTB, 2006. Ege Bölgesi ve Çevresinin 2006–2007 Dönemi Pamuk Ekili Alanlarının ve Ürün Rekoltesinin Uzaktan Algılama Tekniği-Uydu Verileri Kullanılarak Belirlenmesi. İzmir Ticaret Borsası, 2006.
5. Will, A., 2004. “Cotton Subsidies and Cotton Problems”. Policy Board Member of the Organic Consumers Association, USA, February, 2004.

Prof.Dr.Kamil Okyay SINDIR
TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası İzmir Şubesi Başkanı
ksindir@gmail.com

2007’de Tarım ve Hayvancılık


Dr. Necdet Oral

BİA Haber Merkezi

8 Ocak 2008


2007’de tarıma IMF-Dünya Bankası destekli tasfiye programı, küresel ısınmanın yol açtığı kuraklık egemendi. Tarımsal üretim düştü, katma değer küçüldü, ithalat patladı, küçük üreticiliğin tasfiyesi hızlandı. 2007 kayıp yıl oldu.


Türkiye tarımında 2000’li yılların başından beri IMF-Dünya Bankası destekli tasfiye politikaları uygulanıyor. TMO’nun, kooperatif birliklerinin piyasaya müdahale güçleri azaltılıyor, tarımın yapısal sorunlarına çözüm üretilmiyor, üstelik bütçeden tarıma ayrılan destekler giderek kısıtlanıyor. 2007 yılında tüm bunların üzerine bir de küresel ısınmanın yol açtığı, doğal afet boyutuna ulaşan kuraklık eklendi. Bu nedenle çiftçiler birçok üründe çok önemli zararlara uğradılar; tarım sektöründe 2007’nin Ocak-Eylül döneminde geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 5,6’lık bir küçülme yaşandı. Kısacası 2007’de tarıma uygulanan tasfiye programının yanı sıra küresel ısınmanın yarattığı kuraklık damgasını vurdu.

Küresel kuraklık tarım politikalarını değiştiriyor

Burada özellikle Çin, Hindistan gibi kalabalık nüfuslu ülkelerin her yıl yükselen gıda taleplerinin yanı sıra yaşanan küresel kuraklığın, birçok ülkeye tarımın stratejik bir sektör olduğunu yeniden hatırlattığını ve çoğu ülkenin tarım politikalarını liberal söylemlerin aksine, artık bu gerçekliğe göre değiştirdiğini belirtmek gerekiyor. Bu çerçevede günümüze kadar çiftçilerini üretimden vazgeçirmeye dayalı politikalar izleyen AB, şimdi hızla üretimi teşvik edici politikalara dönmekte. Bu kapsamda süt üretiminde uygulanmakta olan kısıtlamaları kaldırıyor, buğdayda yüzde 10 nadas koşulundan vazgeçiyor. Fransa Tarım Bakanı ise yıllarca hakir görülen çiftçiliğin yeniden önem ve saygınlık kazandığını vurguluyor. Oysa Türkiye’de kuraklığın üretimde yarattığı tahribatın sonuçlarına rağmen, “tarımda dönüşüm” adı altında başlatılan tasfiye politikaları aynen sürdürülüyor. Bu politikalar demeti Paul Wolfowitz tarafından “Dünya Bankası’nın başarı örneği” olarak değerlendiriliyor.

2007 yılında tarım ve hayvancılık sektörüne damgasını vuran önemli gelişmeler ana başlıklarıyla şöyle değerlendirilebilir:

Küresel ısınmanın tarımdaki zararı 5 milyar dolar

2007 yılında yaşanan meteorolojik kuraklık daha sonra tarımsal kuraklığa dönüşmüş, bu nedenle çiftçiler birçok üründe çok önemli zararlara uğramışlardır. Tarım ürünlerinde meydana gelen zarar dikkate alındığında, kuraklığın doğal afet boyutuna ulaştığı söylenebilir.
Türkiye Ziraat Odaları Birliği’ne (TZOB) göre kuraklığın çiftçilere toplam zararı 5 milyar YTL dolayındadır. Tarım ve Köyişleri Bakanlığı ise zararın 2,5–3 milyar YTL arasında olduğunu açıklamıştır. TÜİK’in ürün bazında yaptığı çalışmaya göre; üretim kaybı buğdayda yüzde 13,3; arpada yüzde 22,4; kuru fasulyede yüzde 18,2; mercimekte yüzde 10,1; ayçiçeğinde yüzde 22,8; şekerpancarında yüzde 10,9, pamukta yüzde 10,5; fındıkta yüzde 19,8’i bulmuştur.

Hububat rekoltesi 5 milyon ton azaldı

TÜİK tarafından 2,8 milyon tonu buğdayda olmak üzere, toplam hububat rekoltesinde 5 milyon ton düşüş tahmin edilirken; yurtiçi ihtiyacın karşılanması, fiyatların dengelenmesi amacıyla ve makarna sanayicilerinin isteği üzerine buğday ihracı kayda bağlı ürünler listesine alınırken, ithalatındaki gümrük vergisi düşürüldü.

28 Kasımda Resmi Gazetede yayımlanan Bakanlar Kurulu kararına göre gümrük vergileri hububatta yüzde 60–130 düzeyinden yüzde 5-8’e, mısırda yüzde 130'dan yüzde 35'e indirildi. Böylelikle TMO, 25 Eylül’de yayımlanan karara göre gümrük vergisinden muaf ithalat yaparken, özel sektöre de doğrudan ithalat yapma imkânı getirilmiş oldu.

Mısırda çiftçiyi bitirecek indirim

Türkiye’de ortalama 3,7 milyon ton mısır üretilmesine karşılık ihtiyaç 3 milyon ton dolayında, yani ihtiyacın üzerinde üretim yapılıyor. Mısır tarımında en son hasat Güneydoğuda gerçekleştiriliyor. Hasat bitmek üzereyken mısır ithalatındaki gümrük vergisini yüzde 130’dan yüzde 35’e indiren karar yayımlandı. Üreticiye gösterilen ithalat sopası olarak değerlendirilen ve başta yem sanayicileri olmak üzere kimi kesimlerin etkin olduğu bu kararın çiftçiyi üretimden uzaklaştıracağı ortadadır.

Dünya mısır pazarını elinde tutan ABD, Çin, Brezilya, Meksika gibi ülkeler daha fazla üretme, pazara hakim olma yolunda sübvansiyon bir yana GDO’lu tohumlarla üretime varıncaya kadar çeşitli yöntemler geliştirmelerine karşılık, Türkiye çiftçisini ucuz ithalat baskısı ile tehdit ediyor.

Bakliyat üretiminde büyük çöküş

Uygulanan yanlış politikalar ve etkisi özellikle 2007’de hissedilmeye başlanan kuraklık nedeniyle bakliyat üretimi her geçen yıl biraz daha düşüyor. 1990–2006 yıllarını kapsayan dönemde nohut ekim alanı yüzde 64 azalarak 878 bin hektardan 558 bin hektara, mercimek ekim alanı yüzde 49 azalarak 905 bin hektardan 440 bin hektara geriledi. En dramatik azalma ise yeşil mercimekte gerçekleşti; ekim alanı 276 bin hektardan 53 bin hektara düştü, yani yüzde 81 oranında azaldı. Aynı şekilde 1990–2007 yılları arasında nohut üretimi 860 bin tondan 512 bin tona, kırmızı mercimek üretimi 630 bin tondan 527 bin tona, yeşil mercimek üretimi ise 216 bin tondan 32 bin tona düştü. Bir zamanlar “yoksulun geleneksel yemeği” olan kuru fasulye üretimi bile yüzde 25 azalarak 210 bin tondan 160 bin tona geriledi. Buna karşılık fiyatlar bir yılda iki katına çıktı.

Ayçiçeğindeki azalma yağ fiyatlarına yansıyacak

2006'da 1 milyon ton dolayında gerçekleşen ayçiçeği tohumu üretimi 2007’de 750–800 bin tona düştü. Bu, önceki yıl 400–500 bin ton tohum ithal edilirken, bu yıl 600–700 bin ton tohum ya da karşılığı 240 bin ton ham yağ ithal etmek anlamına geliyor. Rekolte düşüşü doğal olarak yağ fiyatlarını da ansıyacak.

Pamukta gidiş 1 milyon tonluk ithalata doğru

Pamuk yılda 24 milyar dolarlık getirisiyle 200 bin çiftçiyi ve toplam 2 milyon insanı doğrudan ilgilendiriyor. Gübre, mazot gibi maliyetlerin artmasına bağlı olarak 1990’lı yılların ortasında 750 bin hektar olan pamuk ekim alanları günümüzde 550 bin hektara kadar geriledi. Pamukta yüzde 60’lık payı ile GAP birinci üretim bölgesi haline geldi. Üretimin üçte birini tek başına Şanlıurfa karşılıyor. Buna karşılık Ege ve Çukurova’da üretim neredeyse yarı yarıya azaldı.

Türkiye'nin yıllık pamuk ihtiyacı 1,7 milyon ton dolayında. 2007/2008 sezonunda üretimin 750 bin ton olduğu tahmin ediliyor. Bu durumda 1 milyon tonluk pamuk ithalatı zorunlu gözüküyor. Türkiye pamukta zaten Çin'den sonra ikinci büyük ithalatçı konumunda.

Gübre fiyatları ortalama yüzde 56 zamlandı

Gübre tarımsal üretimde verimlilik ve kalitenin artırılmasında başta gelen girdilerinden birisi. Kamuya ait gübre fabrikalarının tamamının özelleştirilmesi ile gübre fiyatları fahiş oranlarda arttı; çiftçi giderek daha az gübre kullanır duruma geldi. Ayrıca kimyasal gübrede üretim yerine ithalat tercih edilmeye başlandı. Nitekim 2002 yılında 1,7 milyon ton olan gübre ithalatı 2006 yılında 1 milyon tonluk bir artışla 2,7 milyon tona yükseldi. Enflasyonun tek haneli olduğu, dövizin sürekli düştüğü 2007 yılında ise gübre fiyatlarındaki ortalama zam yüzde 56’yı aştı. Konunun uzmanları bu fiyatlarla gübre kullanmanın zor olduğunu, dolayısıyla verimin düşeceğini; bu düşüşün kuraklığın etkisinden bile fazla olacağını belirtiyorlar.
Üreticilerin yem maliyetleri fahiş oranda arttı

Hayvancılık işletmelerinin girdilerinin yüzde 75'ini karma yem oluşturuyor. Üreticilerin her yıl yaşadığı sorunların başında yem fiyatlarında yaşanan artışlar geliyor. 2006’da kilosu 30 Ykr dolayında olan yem fiyatları 2007’de yüzde 100 artarak 60 Ykr ve üzerine çıktı. Böylelikle üreticilerin yem maliyetleri ciddi oranda arttı.

GDO’lu ürünlerin ithalatı sürdürüldü

Türkiye’ye bugüne kadar hukuk dışı yollardan milyarlarca dolarlık GDO’lu ürün girdiği bir gerçek. 2007’de Bandırma limanından GDO’lu mısır ithal edildi, ancak bu konuda Tarım ve Köyişleri Bakanlığı sessiz kalmayı tercih etti. Ekoloji Kolektifi ve Tüketici Hakları Derneği gümrüklerden aldığı mısırlarda yaptırdığı analizlerde GDO bulunduğunu tespit ederek kamuoyunu uyardı.

Buna karşılık Bakanlık, GDO ve GDO’lu ürünlerin ithalatı, işlenmesi ve kontrolüne ilişkin hususların düzenlenmesi amacıyla TBMM tarafından kabul edilerek yürürlüğe giren Cartagena Biyogüvenlik Protokolüne aykırı şekilde 26 Haziran tarihinde bir talimat yayımladı. Çıkarılan talimat ile sadece AB’den gelen ürünlerde GDO’larla ilgili düzenleme yapmakta, geri kalan ülkelerle ilgili bir düzenleme getirilmemektedir. Oysa Bandırma örneğinde de olduğu gibi Türkiye‘ye çoğunlukla ABD ve Latin Amerika kökenli GDO’lu ürünler girmektedir.

TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası’nın içinde bulunduğu GDO’ya Hayır Platformu Ankara Bileşenleri tarafından yapılan açıklamada “hükümetin bu talimatla GDO’lu ürün ithalatını meşrulaştırmaya çalıştığı” belirtildi.

Canlı hayvan ithalatının yolu açıldı

Daha öncekilerde olduğu gibi 7 Kasım’da açıklanan AB İlerleme Raporunda da “Türkiye’nin sığır eti, canlı büyükbaş hayvan ve yan ürünlerdeki teknik ticari engelleri kaldırmadığı; bu teknik engellerin ikili yükümlülüklere uygun olmadığı” belirtiliyordu. Yaklaşık 10 yıldan beri deli dana hastalığı (BSE) nedeniyle AB ve ABD’den yapılmayan canlı hayvan ithalatına 2007’de yeniden başlandı. 2006’da çıkan YPK kararı uyarınca Avustralya’dan 2 bin baş süt sığırı ve düve ithal edilecek. Toplam 5 bin baş olarak planlanan ithalatın kalan bölümü yine bu ülke ya da ABD ve Uruguay’dan sağlanacak. TİGEM tarafından açılan ihaleye son başvuru tarihi 29 Kasım olarak belirlendi. AB’den ithalat için Mayıs 2008 itibariyle bu ülkelerin risk düzeylerinin aşağı çekilmesi bekleniyor.

Tarımda 2001 krizinden sonraki en kötü performans

Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) açıklamasına göre; 2007’nin ilk 9 aylık döneminde gayrisafi milli hasılanın (GSMH) gelişme hızı yüzde 4 olurken; aynı dönemde tarım sektörü katma değeri yüzde 5,6 oranında küçüldü. Tarımdaki küçülme yılın üçüncü çeyreğinde (Temmuz-Ağustos-Eylül dönemi) yüzde 7,8’e ulaştı. Tarım sektöründe yaşanan bu küçülme, 2001 krizinden sonraki en kötü performansı yansıtmakta olup; bunu yalnızca küresel ısınmaya, kuraklığa bağlamak son derece kolaycı bir yaklaşımdır.

Tarıma ayrılan destek, GSMH'nin yüzde 1'inin altında

2006’da çıkarılan Tarım Kanunu’nun 21. maddesinde “Tarımsal destekleme programlarının finansmanı için Bütçeden ayrılacak kaynak, GSMH’nin yüzde birinden az olamaz” hükmü yer almaktadır. 2007’de kuraklık zararı ödemesi dahil 5 milyar 576 milyon YTL'lik tarımsal destek bütçesi GSMH'nin yüzde 0,86'sına denk gelirken, 2008 yılı için öngörülen 5 milyar 400 milyon YTL'lik destek tutarı GSMH'nin yüzde 0,75'ine düşüyor. Böylece, Tarım Kanunu’nun söz konusu hükmüne, ilk iki uygulama yılında da uyulmamış olacak.

Tarım ürünleri dış ticaret açığı 1 milyar dolara ulaştı

2007’nin 11 aylık dış ticaret rakamları tarım ürünleri ithalatının patladığını ortaya koyuyor. Ocak-Kasım dönemindeki tarım ürünleri ihracatı, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 6,7 artarak 3 milyar 337 milyon dolar; ithalatı da yüzde 61,6 artarak 4 milyar 220 milyon dolar oldu. Bu dönemde tarımsal dış ticaret açığı, 883 milyon dolara yükseldi. Geçen yıl Ocak-Kasım döneminde 3 milyar 127 milyon dolarlık ihracat, 2 milyar 611 milyon dolarlık ithalat yapılmış; 517 milyon dolarlık dış ticaret fazlası elde edilmişti.

Görev zararı uygulaması yeniden gündemde

13 Kasım tarihli Resmi Gazete’de Bakanlar Kurulu kararı ile TMO, Fiskobirlik’in stoklarında bulunan fındığı satın almakla görevlendirildi. Ayrıca fındık alımından ya da fındığın yağ olarak değerlendirilmesinden doğacak zararın görev zararı sayılarak Hazinece karşılanacağı belirtildi. Böylelikle tarım ürünlerinde 2000 yılında kaldırılan görev zararı uygulaması yeniden gündeme geldi.

2006’da Fiskobirlik’e 171 milyon YTL’lik DFİF kredisini kullandırmayan Hazine, şimdi yaklaşık 1 milyar dolarlık görev zararı ile karşı karşıya. Üstelik fındık fiyatının düşük belirlenmesi nedeniyle 2005–06 sezonunda 2 milyar dolara ulaşan fındık ihracatı 2006–07 sezonunda daha fazla fındık ihraç edilmesine rağmen 1,3 milyar dolar düştü, yani ülke en az 700 milyon dolar kaybetti. Fındık ihracatını yaklaşık yüzde 25’ini gerçekleştiren Kenan Oltan Ağustos 2005’te “Fiskobirlik iflas edecek” demişti. İflas eden Fiskobirlik’in yeni sahibi ise AKP.

Fiskobirlik AKP tarafından fethedildi!

2007’nin tarımda önemli gelişmelerinden birisi AKP hükümetinin Fiskobirlik yönetimini ele geçirmesi oldu. Bu konuya ilişkin olarak Bianet’te yayımlanan yazımda “MHP'nin kadrolaştığı Fiskobirlik ile AKP hükümetinin siyasal çatışmasının acısını üretici çekmekte. Fiskobirlik 12 Eylül 2006'da olağanüstü genel kurula gidecek, Başbakan ise fındık fiyatlarının 15 Eylül'de belli olacağını açıkladı. Yani Fiskobirlik AKP tarafından fethedilirse sorun kalmayacak” demiştim.

AKP hükümeti bu isteğini ancak 1 Aralık 2007 tarihinde yapılan olağan genel kurulda gerçekleştirebildi ve “siyasi iktidar olmadan sorunların çözülemeyeceğini” iddia eden Batı Karadenizli bir ilçe başkanının Yönetim Kurulu Başkanlığına seçilmesini başardı. Yeni yönetimin ilk icraatı ise Fiskobirlik bünyesinde bulunan Ordu Yağ Sanayii AŞ'de çalışan 91 emekçinin işine son vermek oldu.

AB İlerleme Raporu: Üretimle bağlantılı destekler sürüyor

7 Kasım’da açıklanan AB İlerleme Raporuna göre “Türkiye’de önemli bir alanı kapsayan tarımsal destek araçları üretimle ilişkili olarak uygulanmaya devam etmektedir. Bu uygulama, tarımsal destek araçlarının üretimle bağlantı kurulmadan hemen tüm sektörleri içerecek biçimde genişletildiği reformdan geçmiş OTP’nin mevcut çizgisinden esaslı şekilde değişiklik göstermektedir”.

Aynı Raporda, tarımsal KİT’lerin faaliyetlerinde daha fazla şeffaflığın sağlanması istenmekte; TMO’nun faaliyet alanının hububat ve pirince ek olarak fındığı da içerecek biçimde genişletilmesi eleştirilmektedir. Ancak, TMO tarafından buğday unu ihracatının desteklenmesi konusunda sürdürülen mekanizmanın 2007 yılında askıya alınması olumlu bir gelişme olarak değerlendirilmektedir. Yoruma ihtiyaç var mı?

Tarımda çözülme devam ediyor

2007 yılı eylül döneminde (ağustos, eylül, ekim ayları) istihdam edilenlerin sayısı, geçen yılın aynı dönemine göre 233 bin kişi artarak, 23 milyon 361 bin kişiye ulaşırken, tarım sektöründe çalışan sayısı 176 bin kişi azaldı. Yani tarımda çözülme devam ediyor. Buna karşılık Tarım ve Köyişleri Bakanı ise “Tarımdan kaçan yok, kuraklık var” diyor.

Türkiye gerek coğrafi, gerekse iklim göstergeleri açısından çok çeşitli tarım ürünlerinin yetiştirilmesine uygun bir ülke. Ancak uygulanan politikalarla bir yandan çiftçi tarımdan uzaklaşıyor öte yandan da ihracat kısıtlanıyor, üstelik ithalat yoluyla döviz kaybı oluşuyor. Ayrıca sübvansiyonlarla desteklendiği için dışarıdan ucuza alınan ürünler, yerli üreticilere rakip olarak, onların ürünlerini ucuza satmasına ve yoksullaşmasına neden oluyor.

Sorunun çözümü ise IMF-Dünya Bankası destekli program yerine ülkenin doğal koşullarına, halkın ihtiyaç ve çıkarlarına uygun üretim odaklı bir programın hayata geçirilmesine bağlı.

Friday, January 4, 2008

Bové GDOlara karsi aclik grevinde

KÜRESELLEŞME karşıtı ve Fransız köylü lideri Jose Bove, genetiği değiştirilmiş tarım ürünlerinin (GDO) AB tarafından yasaklanmasının yolunu açan teminat şartının kabul edilmesi için açlık grevine başladı. RTL radyosuna konuşan küreselleşme karşıtı Jose Bove, çarşamba akşamından beri 15 arkadaşı ile birlikte Paris'teki bir yerde toplandıklarını belirtti ancak yerin neresi olduğu konusunda bilgi vermedi.
Hükümet üzerine baskı kurmak amacıyla açlık grevinde olduklarını açıklayan Bove, GDOlar konusunda "sembolik bir çıkış noktası" olan Grenelle Çevre sözleşmesi'ne dikkat çekerek, bunun uygulamaya konulmasını istedi. Aksi takdirde bunun medyatik bir şovdan başka bir şey olmayacağını söyleyen Bove, "ekolojinin bundan daha iyisini hak ettiğini düşünüyorum" dedi.
Açlık grevini durdurma şartı olarak da GDOlara teminat şartı isteyen Bove, Paris'in buna ilişkin mektubu AB'ye taşıması çağrısında bulundu. Bu teminat üye bir ülkede toplumun tüketimine açılan GDOlarin yasaklanmasının önünü açıyor. Sivil toplum örgütlerinin uzun süren eylemleri sonucu Fransız hükümeti 9 Şubat 2008'e kadar GDOlari askıya almıştı. Bu süre içinde yeni bir yasanın onaylanması bekleniyor. Bove, ancak şartlan yerine getirildiğinde greve son vereceklerini belirterek, "umarım bu en kısa sürede halledilir" dedi.
Sarkozy, geçtiğimiz aylarda GDOlari için kullanılan böcek ilaçlarının durdurulmasını istemişti. Ancak bu durum GDOlari kapsamıyor. Çevrecilerin karşı çıktığı genetiği değiştirilmiş tarım ürünleri için Sarkozy 'geleceğin GDOsu' tanımını kullanıyor ve deneysel olarak kullanım hakkını savunuyor.

Wednesday, January 2, 2008

- BASIN AÇIKLAMASI - GENETİĞİ DEĞİŞTİRİLMİŞ PAMUK ÇÖZÜM MÜ?


Ahmet Atalık

TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası

İstanbul Şube Yönetim Kurulu Başkanı


Uluslararası Pamuk İstişare Komitesi 66. Genel Kurul Toplantısı’nı 22-26 Ekim 2007 tarihleri arasında İzmir’de yaptı. Ardından, özellikle pamuğun ticareti ile ilgili kesimler Türkiye’nin pamuk verimini arttırmak ve pamuk üretiminde kendine yeterliliği yakalamak amacıyla Genetiği Değiştirilmiş (GD) pamuk yetiştirmenin zorunluluğunun altını çizmeye başladı. Bu söylemler ne kadar gerçeği ifade ediyor, bir bakalım.

Pamuk tekstil ve yağ sanayinin önemli bir hammaddesi olmasının yanında harp sanayi için de önemli bir üründür. Tohumu bitkisel yağ üretiminde kullanıldıktan sonra arta kalan küspesi yüksek protein içeriği dolayısıyla hayvan yemi olarak büyük önem taşır. Pamuk yaklaşık 50 sanayi kolunun hammaddesini oluşturması nedeniyle stratejik bir ürün olarak kabul edilir.

Dünya pamuk üretiminin %87’sini Çin, Hindistan, ABD, Pakistan, Brezilya, Özbekistan ve Türkiye sağlamaktadır. Ülkemizin üretimdeki payı %3’tür. 2007 yılında dünya pamuk üretiminin 26 milyon ton, tüketiminin ise 28 milyon ton olacağı öngörülmektedir. Aradaki 2 milyon tonluk açık stoklardan karşılanmak durumundadır. Dünya pamuk stoğu geçen yıla oranla %9 azalarak 12 milyon tona gerilemiştir.

Dünya pamuk ihracatında ABD %39, Hindistan %13, Özbekistan %11, Brezilya %7, Avustralya ve Yunanistan %3’er paya sahiptir. Yani, 2007 dünya pamuk ihracatının %76’sını 6 ülke gerçekleştirmektedir.

Ülkemizde yıllara göre değişmekle birlikte yılda ortalama 850 bin ton civarında pamuk üretilmektedir. Kuraklığın kendini kuvvetli bir şekilde hissettirdiği 2007 yılı için öngörülen üretimimiz ise 718 bin ton civarındadır. Ülkemizde tekstil sanayinin pamuk ihtiyacı 1,7 milyon ton civarında olup, Türkiye 1 milyon tona yakın pamuk ithal etmek durumundadır. Dünya pamuk üretiminde yedinci sırada yer alan ülkemiz, pamuk ithalatında Çin’den sonra ikinci sırada gelmektedir.

Türkiye’nin pamuk üretimindeki yetersizliğini yanlış bir şekilde GD pamuk yetiştirmemesine bağlayanlar için rakamlarla açıklayalım. Bugün dünyada en yaygın GD ekin alanları ABD’dedir. Toplam 102 milyon hektarlık GD ekin alanlarının 54,6 milyon hektarı, yani %54’ü ABD’dedir. Bu ülkedeki pamuk ekim alanlarının %80’inde GD pamuk ekilmektedir. Dünya pamuk ihracatında %39 payla ABD birinci sıradadır. İhracatta %13 payla Hindistan ikinci sırada gelmektedir. Bu ülkedeki pamuk ekim alanlarının yaklaşık %60’ını GD pamuk alanları oluşturmaktadır. Dünya pamuk üretiminde ve ithalatında birinci sırada bulunan Çin’de de pamuk ekim alanlarının yaklaşık %60’ı yine GD pamuklardan oluşmaktadır.

Bu ülkelerin toplam pamuk ekim alanlarına baktığımızda ise ABD’de 4,3 milyon hektar, Hindistan’da 9,5 milyon hektar, Çin’de ise 6,1 milyon hektar alanda üretim yapmaktadır.

Türkiye’nin ise pamuk ekim alanı sadece 570 bin hektardır. Oysa, tekstil sanayisinin pamuk hammadde ihtiyacı Türkiye ile hemen hemen aynı olan ABD yaklaşık 4,3 milyon hektar ekim alanına sahiptir ve 4,1 milyon ton civarında pamuk üretmektedir. Bu yüzden ihracatta dünya lideridir.

Son yıllarda Türkiye’nin pamuk ithalatı 2 ülke üzerinde yoğunlaşmıştır; biri ABD ve diğeri ise Yunanistan. Türkiye yıllara göre değişmekle birlikte pamuk ihtiyacının %60-80’ini bu iki ülkeden karşılamaktadır; %55-60’ı ABD’den, %20-25’i Yunanistan’dan.

Konuyu verimlilik açısından değerlendirirsek; son üç yıl üretim ortalamalarına göre 1 dekar alandan Hindistan 51 kg, ABD 94 kg, Yunanistan 104 kg, Çin 124 kg lif pamuk alırken Türkiye’nin ortalaması ise 129 kg’dır. Ekim alanı 400 bin hektarın üzerinde olan ülkeler açısından olaya baktığımızda, Türkiye verimlilikte Brezilya’dan (131 kg) sonra dünya sıralamasında ikinci sırada gelmektedir.

Amerikan Tarım Bakanlığı’ndan (USDA) ve GD tohum üreten biyoteknoloji şirketlerinin finanse ettiği ISAAA’dan alınan yukarıdaki rakamlar ışığında, Türkiye’nin pamuk üretimindeki açığını verimsizliğe ve GD tohumla üretim yapmamaya bağlamak son derece yanlıştır, asıl sorunu göz ardı etmektir. Pamuk ihracatında dünya lideri ABD’nin verimi Türkiye’ye göre son derece düşüktür ve gerçekte 1 kg pamuk dahi dünya piyasalarına satamaması gerekmektedir. Oysa ABD, sayıları sadece 25 bin olan pamuk üreticisine sağladığı yaklaşık 4 milyar dolar destekle dünya piyasalarını alt üst etmekte, dünya pamuk fiyatlarını %26 oranında aşağı çekmekte, diğer ülkelerin pamuk üreticileri ile ekonomisi büyük ölçüde pamuk ihracatına bağlı kimi Afrika ülkelerini açlığa mahkum etmektedir.

Ülkemizde pamuk üretimiyle ilgili asıl sorun politikasızlıktır, plansızlıktır. Türkiye’de pamuğun yaygın olarak yetiştirildiği yerler Ege, Antalya, Çukurova ve Güneydoğu Anadolu’dur. 1960’lardan bu yana Çukurova yöremizdeki ekim alanları 400 bin hektardan yaklaşık 100 bin hektara gerilemiştir. 1980’lere dek pamuk üretiminin yaklaşık yarısını karşılayan bölgede ekim münavebesinin uygulanmaması, aşırı kimyasal kullanımının ekolojik sorunlara yol açması ve bunun sonucunda üretim maliyetindeki yükselmeler üreticiyi başta mısır olmak üzere alternatif ürünlere yöneltmiştir. Antalya yöresinde de ekim alanları 1990’lardan sonra 30 bin hektardan 2.500 hektara gerilemiştir. En kaliteli pamuğun yetiştirildiği Ege Bölgemizde de 250-260 bin hektar civarındaki ekim alanları günümüzde 120 bin hektar civarına gerilemiştir. Güneydoğu Anadolu Bölgemizde ise 1980’lerde 80 bin hektar civarında olan pamuk ekim alanları 300 bin hektara genişlemiştir. Bu artış GAP kapsamında sulamaya açılan alanlarla doğrudan ilişkilidir.

Pamuk üretiminde ve ihracatında küresel ölçekte söz sahibi ülkelerle karşılaştırıldığında herhangi bir verim sorunu bulunmayan ülkemizin pamuk üretiminde kendine yeterliliği yakalayabilmesi için öncelikle GAP’ın tamamlanması gerekmektedir. Bu projede 770 bin hektar alan pamuk ekimine ayrılmıştır. Öte yandan doğru prim politikalarıyla diğer bölgelerde yıllar itibarıyla kaybedilmiş pamuk ekim alanları geri kazanılmalıdır. Teknik ve ekonomik şartlarda sulayabileceğimiz 8,5 milyon hektarlık alan ise en kısa sürede sulu tarıma açılmalıdır.

Tüm bunlar gerçekleştirilirken de ekim münavebesi ve biyoçeşitliliğin korunması göz ardı edilmemelidir. Aynı ürünün uzun yıllar hep aynı yerde ekilmesinin hastalık ve zararlıları arttırdığını ve daha çok zirai mücadele ilacı kullanılmak zorunda kalındığını unutmamalıyız.