Thursday, November 29, 2007

SU SORUNU VE TARIMDA SULAMA SUYU KULLANIMI


Ahmet Atalık
TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası
İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı
(Ziraat Mühendisleri Odası Tarım ve Mühendislik Dergisi Sayı:81 2007)

Su savaşları

1995 yılında, Dünya Bankası Başkan Yardımcısı İsmail Serageldin, “Bu yüzyılın savaşları petrol için veriliyorsa, gelecek yüzyılın savaşları su için verilecektir.” diyordu. Bunu derken biraz da 1990’lı yıllardan itibaren Dünya Bankası öncülüğünde bir kamu malı olan su kaynaklarının özelleştirilmesinin gündeme gelişini göz önünde bulunduruyor olsa gerek. Zira bugün ülkemiz de dahil olmak üzere tüm dünyada tatlı su kaynakları birer birer şirketlerin eline geçiyor.

Bu yüzyıldaki su savaşları askerle değil, tatlı su kaynaklarının özelleştirilmesi, şirketlerin özellikle de çokuluslu şirketlerin eline geçmesi yoluyla başlamış durumdadır.

Küresel su politikası ve aktörleri

Su, milyonlarca yıldır yerkürenin yaşam kaynağıdır. Ancak günümüzde suya erişim insan yaşamını tehdit eden bir krize dönüştü. Bu konunun önemini en iyi ortaya koyan tabir de “mavi altın” benzetmesidir.

Tatlı su kaynaklarındaki azalma suyun farklı alanlardaki kullanımları arasındaki dengeyi de alt üst edebilir. Suyun dünya üzerinde en yaygın kullanımı %70 oranla tarım sektöründedir. Yerkürenin tatlı su kaynaklarının azalmasına karşın giderek artan tüketim baskısı sonucunda dünya gelecekte “açlık ve susuzluk” karşısında suyun tarım ya da endüstriyel kullanımı arasında bir tercih yapmak zorunda kalacaktır.

Birleşmiş Milletler’in düzenlediği ilk Su Konferansı’nda (1977 Mar Del Plata) içme suyuna erişimin bir insan hakkı olduğu görüşüne varıldı. 2002 yılında Johannesburg’da düzenlenen II. Dünya Çevre Zirvesi’nde ise suyun önemi “Su Yok Gelecek Yok” sloganı ile vurgulandı.

Su sektöründe asıl kriz yaratan etkenlerden biri de 1990’lı yılların ikinci yarısında suyu “ekonomik bir mal” olarak benimseyen yeni politikanın hayata geçirilmesidir. Diğer bir ifadeyle dünya üzerinde “ortak mal” niteliğindeki doğal varlıkların özel mallara dönüştürülmesi ve giderek ticarileştirilmesidir.

Birleşmiş Milletler’in 1992 yılında düzenlediği Dublin Konferansı’nda suyun ekonomik bir mal olduğu ve istem yönlü politikalarla yönetilmesi konusunda bir ilke kararı benimsenerek kabul edildi.

Su ve kanalizasyon sektöründe izlenen özelleştirme politikalarının tutundurulmasında, Dünya Bankası’nın gelişmekte olan ülkelere kentsel altyapılarını iyileştirmek amacıyla sağladığı krediler aracı oldu. 1990 öncesinde Dünya Bankası, su hizmetlerinin ticarileşmesi için gerekli yapısal düzenlemeleri kredi anlaşmalarının ön koşulu olarak getirdi. Sonuçta su ve kanalizasyon hizmeti bir kamu hizmeti olmaktan uzaklaştırıldı, bir ticari hizmete dönüştürüldü.

Nüfus artıyor, doğal varlıklar hor kullanılıyor

1900’lerin başında dünya nüfusu sadece 1 milyar idi. Dünyadaki açlığı bitirmek üzere 1940-1960’lı yıllar arası uygulamaya konan Yeşil Devrim, tarımsal üretimi iki kattan fazla artırırken 2,5 milyar olan dünya nüfusu da 6,5 milyara ulaştı. Günümüzde yılda ortalama 70 milyon kişi artan dünya nüfusunun 2030 yılında 8,1 milyara, 2050 yılında da 8,9 milyara ulaşması beklenmektedir.

Şehir sayıları açısından konuyu irdelersek, 1800 yılında dünyada yalnızca 2 büyük şehir varken bu sayı 1900 yılında 17’ye, 1950 yılında 86’ya, 2000 yılında 387’ye yükselmiştir. 1970’lerin sonlarında dünya nüfusunun 2/3’ü kırsal alanda yaşarken, bu oran 2001 yılında %50’ye düştü ve 2020 yılına kadarda %44’e düşeceği tahmin edilmektedir.

Nüfus artışıyla birlikte kişi başına düşen su miktarı da azaldı. 1970’ten bu yana kişi başına küresel su arzı %33 oranında azaldı. Azalma yalnızca nüfus artışından kaynaklanmadı, aşırı su tüketimiyle de güçlendi. Suyun küresel tüketimi dünya nüfus artışından dört misli daha fazladır.

Yeşil Devrim sonucunda ortaya çıkan hibrit tohumlar yüksek verimlerini sulama, gübreleme ve ilaçlamaya borçluydu. Hibrit tohumlarla su kullanımı küresel su kullanımını oldukça artırdı. Hibrit tohumlar su kullanımını artırmanın yanında kurağa dayanıklı yerel çeşitlerin kullanımının azalmasına ve hatta kimi bölgelerde tamamen ortadan kalkmasına neden oldu.

1940 yılında dünyadaki toplam su tüketimi yılda yaklaşık 1.000 km3 iken bu miktar 1960 yılında ikiye katlandı ve 1990 yılında 4.130 km3’e çıktı.

Bir bölgedeki su varlığı o bölgenin iklim, yeryüzü şekilleri, bitki örtüsü ve jeolojik özelliklerine bağlıdır. Günümüz insanı tüm bu özelliklere doğrudan etki ederek, dünyayı hor kullandı ve onun suyu alma, içine sızdırma ve depolama kapasitesini tahrip etti.

Ormansızlaşma, ve madencilik faaliyetleri havzaların su tutma özelliğini yok etti. Fosil yakıtların kullanımı ve sanayi faaliyetleri küresel ısınmaya neden olarak tüm doğayı ve insanlığı tehdit eder oldu.

Türkiye’nin doğal varlıklarına bakışı

Ormanlar, küresel ısınmaya neden olan karbon dioksitin yutak alanı olmalarının yanında suyu havzalarda koruyan, dere ve pınarlar halinde yavaş yavaş bırakan doğal barajlardır. Yaşadığımız yüzyılda böylesine büyük bir öneme sahip işlevi olan ormanlarımız konusunda 1956 yılında çıkarılmış 6831 sayılı Orman Yasamızın 1986 yılında değiştirilmiş 2/B maddesi ile 1981 yılından önce orman niteliğini tam kaybetmiş (hatırlatalım, orman kendi vasfını kaybetmez, bu vasfı ancak yasa dışı kaybettirilir) yerlerden şehir, kasaba ve köy yapılarının toplu olarak bulunduğu yerleşim alanları orman sınırları dışına çıkarılmaktadır.

Hayvancılık sektörü için bedava yem kaynağı ve küresel ısınmayı artıran karbon dioksitin yutak alanı olmasının yanında yağmur sularının yüzey akışa geçmesini önleyerek toprak içine sızmasını sağlamak gibi çok önemli işlevleri bulunan meralarımızla ilgili de 1998 yılında çıkarılmış 4342 sayılı Mera Yasamız var. Böylesine önemli bir görevi olan meralarımız için de Mera Yasası’na 2004 yılında eklenen bir geçici madde ile meraları yasadışı işgal edip kendi adlarına tescil ettirmiş olanlara da para cezası karşılığı af sağlanmıştır.

Küresel ısınmanın kuraklık sorununu en şiddetli yaşayacak ülkemizde tarım arazilerinin amacı doğrultusunda yani tarım ürünleri yetiştirmede kullanılması büyük önem taşıyor. Bu konuda da 2005 yılında çıkarılmış bir Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Yasamız var. Bu yasamıza eklenen geçici bir madde ile de 2004 yılından önce tarım arazileri üzerinde yasadışı bir şekilde tarım dışı amaçlı yapılar kuranlara her bir metrekare için 5 YTL ceza ödemesi şartıyla izin veriyor.

Türkiye bir hukuk devleti olmasının gereği yasalarını çıkarıyor, ama talancı düzenin devamını sağlayacak bir eklemeyi de bu yasaların bir yerine eklemeyi ihmal etmiyor. Türkiye’de çevre ve doğal varlıklar bu zihniyetle de doğal olarak korunamıyor!?

Dünyada su varlığı

Dünyadaki toplam su miktarı 1,4 milyar km3’tür. Bunun %97,5’u okyanus ve denizlerde tuzlu su olarak bulunmaktadır. Ancak %2,5’u (35,2 milyon km3) tatlı su formunda bulunmaktadır. Tatlı suyun %68,7’si buzullarda, %30,1’i yer altı sularında, %0,8’i donmuş topraklar içinde yer almaktadır.

Tatlı suyun sadece %0,4’ü yeryüzünde ve atmosfer içindedir. Bu suyun da %67,4’ü göllerde, %12,2’si toprak nemi olarak, %9,5’i atmosferde, %8,5’i sulak alanlarda, %1,6’sı nehirlerde, %0,8’i bitki ve hayvan bünyesinde bulunmaktadır.

Atmosferde bulunan su miktarı yaklaşık olarak 13 bin km3’tür. Yüzey tatlı sularının en çok bulunduğu yerler 90 bin km3 ile göllerdir. Bu miktar nehirlerin 40 katı, sulak alanların ise 7 katıdır. Dünya içme sularının %25-40’lık bölümünü yer altı suları sağlamaktadır.

Bu veriler ışığında insanoğlunun ihtiyaçları doğrultusunda kullanabileceği tatlı su kaynaklarının son derece sınırlı olduğu görülmektedir.

Dünyada 1,4 milyar insan yeterli içme suyundan yoksundur, 2,3 milyar insan sağlıklı suya hasrettir ve kişi başına su tüketimi yılda ortalama 800 m3’tür. 2025 yılından itibaren 3 milyardan fazla insanın su kıtlığı ile karşı karşıya kalacağı tahmin edilmektedir.

Türkiye’nin su varlığı

Ülkemizde yıllık ortalama yağış metrekareye 643 mm dir. Bu da 501 milyar m3 suya karşılık gelmektedir.

501 milyar m3 suyun;
274 milyar m3’ü toprak, bitki ve su yüzeylerinden buharlaşarak geri atmosfere dönmekte,
69 milyar m3’lük kısmı yeraltı sularını beslemekte,
158 milyar m3’lük kısmı ise yüzey akışa geçerek nehirleri ve gölleri beslemekte, denizlere gitmektedir.

Yeraltı suyunu besleyen 69 milyar m3’lük suyun 28 milyar m3’ü pınarlar vasıtasıyla yerüstü suyuna tekrar katılmaktadır. Ayrıca, komşu ülkelerden yurdumuza gelen yılda ortalama 7 milyar m3 su bulunmaktadır. Böylece ülkemizin brüt yerüstü su potansiyeli (158+28+7) 193 milyar m3 olmaktadır.

Yeraltı suyunu besleyen (69-28) 41 milyar m3 de dikkate alındığında ülkemizin toplam yenilenebilir su potansiyeli brüt (41+193) 234 milyar m3’tür. Ancak, günümüz teknik ve ekonomik şartları çerçevesinde, çeşitli amaçlara yönelik olarak tüketilebilecek yerüstü su potansiyeli yurtiçindeki akarsulardan 95 milyar m3, komşu ülkelerden yurdumuza gelen akarsulardan 3 milyar m3 olmak üzere yılda ortalama (95+3) 98 milyar m3, 14 milyar m3 olarak belirlenen yeraltı suyu potansiyeli ile birlikte ülkemizin tüketilebilir yerüstü ve yer altı su potansiyeli yılda ortalama toplam (98+14) 112 milyar m3 olmaktadır.

Yılda kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı 10.000 m3’ten fazla olan ülkeler su zengini, 1.000 m3’ten az olan ülkeler su fakiri kabul edilmektedir. Ülkemizde kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı 1.500 m3 civarında olup, ülkemiz su kısıtı bulunan ülkeler arasında yer almaktadır.

Su kaynaklarımız kuruyor

Konya, Büyük Menderes ve Kızılırmak havzaları kuraklık sinyali veriyor. Bu havzalardaki yüzey sularının 2030 yılında %20’si, 2050 yılında %35’i ve 2100 yılında %50’si kaybolacak, buna karşılık sıcaklığın artmasıyla bitkilerden meydana gelen buharlaşma yoluyla su kaybı 2030 yılında %10 ve 2050 yılında %54 oranında artacaktır. Sulama suyu ihtiyacı da buna paralel olarak artış gösterecektir.

Günümüzde Türkiye’nin en büyük tatlı su gölü olan Beyşehir gölü hızla küçülüyor ve derinliği 1 m nin altına inmiş durumda. Göller bölgesi yok oluyor. Konya’nın Akşehir gölü tamamıyla kurudu. Tuz gölü hızla küçülüyor. Bafa ve Van göllerinin su seviyeleri düşüyor. Aşırı su kullanımı nedeniyle Konya ovası çöküyor, Tuz gölünün suları yer altı sularını kirletiyor. Trakya’nın yer altı su seviyeleri 150 m den 300 m lere inmiş durumda ve aşırı kirlenen Ergene nehri yer altı sularını kirletiyor.

Dağ buzullarımız eriyor, kar yağışı ve karla kaplı gün sayısı azalıyor, bu durum yeraltı ve yerüstü su kaynaklarımızı olumsuz etkiliyor. Devlet Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün kuraklık analizlerine göre de Güneydoğu Anadolu ile Doğu Anadolu Bölgelerimiz dışında kurak bir dönem yaşıyoruz.

Sektörel su kullanımı

Dünyadaki toplam su tüketiminin %70’i sulama, %22’si sanayi ve %8’i içme ve kullanma suyu amaçlıdır. Gelişmiş ülkelerde bu oranlar sırasıyla %30, %59, %11 iken az gelişmiş ülkelerde %82, %10 ve %8’dir.

Ülkemizdeki su tüketiminin %72’si tarımda, %18’i evsel kullanım ve %10’u sanayi sektöründe gerçekleşmektedir.

Türkiye’de 2003 yılı verilerine göre 29,6 milyar m3 su sulamada, 6,2 milyar m3 içme suyu olarak ve 4,3 milyar m3 su da sanayide kullanılmıştır. 2030 yılında ise sulamada kullanılan su miktarının 72 milyar m3, içme suyunun 18 milyar m3 ve sanayide kullanılan suyun 22 milyar m3’e yükseleceği tahmin edilmektedir.

Tarımsal üretim ve su tüketimi

Dünyadaki 13 milyar hektar arazinin sadece %12’si tarım arazisi, %27’si otlak arazi olarak kullanılmaktadır. Dünya nüfusu bağlamında kişi başına 0,25 hektar tarım arazisi düşmektedir. 1,5 milyon hektarlık ekilen arazilerin sadece %18’i (277 milyon hektar) sulu tarım arazilerinden oluşmaktadır.

Tarımda su kullanımı sadece bitkisel üretim açısından değil, hayvansal üretim ve hayvansal ürünler açısından da irdelenmelidir. Zira, hayvansal ürünlerin üretimi için daha fazla su tüketimine ihtiyaç vardır. Örneğin, 1 kg patates yetiştirmek için 0,2 m3, mısır için 0,5 m3, buğday için 1,2 m3, soya için 2,3 m3, çeltik için 2,7 m3 su yeterli olurken, 1 kg süt için 0,9 m3, kanatlı eti için 2,8 m3, yumurta için 4,7 m3, peynir için 5,3 m3, kırmızı et için 16 m3 su gerekmektedir.

Tarım alanlarımız ve sulama sahalarımız

Toplam tarım alanımız 28 milyon hektar olup sulanabilir alanımız 25,8 milyon hektar civarındadır. Mevcut su potansiyelimiz ile teknik ve ekonomik olarak sulanabilecek tarım arazisi büyüklüğü ise 8,5 milyon hektardır.

Türkiye 83 yıllık Cumhuriyet tarihi boyunca bu alanın ancak 5 milyon hektarını sulamaya açabilmiştir. Bunun yaklaşık 3 milyon hektarlık kısmını DSİ, 1 milyon hektarlık kısmını mülga Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü ve 1 milyon hektarlık kısmını da halk sulamaları oluşturmaktadır. Geri kalan 3,5 milyon hektarlık kısmın sulamaya açılabilmesi için mevcut yatırım programlarına göre yaklaşık 80 yıllık bir süreye ihtiyaç vardır.

Sulama ve sulama yöntemleri

Günümüzde dünya nüfusunun %13’ü sağlıklı ve verimli bir hayat için gerekli olan gıdaya ulaşamamaktadır. 20. yüzyılın ikinci yarısında gıda üretimi 2 kattan fazla artarken dünya nüfusu da 2 kat arttı. Aynı dönemde gelişmekte olan ülkelerde kişi başına gıda tüketimi de %30 arttı. 2000-2030 yılları arasında gelişmiş ülkelerde artan gıda ihtiyacını karşılamak üzere tarımsal üretimin %67 artırılması, bu artışın sağlanabilmesi için de tarımda su kullanımının %14 artırılması gerekmektedir. Tarımsal üretimde en önemli girdilerin başında su gelmektedir.

Sulama, bitkilerin normal gelişmesi için gerekli olan, ancak doğal yağışlarla karşılanamayan suyun, bitkilerin istediği zaman ve miktarda verilmesi olayıdır. Sulama yöntemi ise suyun toprağa, bitki kök bölgesine veriliş biçimi olarak ifade edilir.

Sulama yöntemlerini yüzey sulama, basınçlı sulama ve sızdırma olarak üç gruba ayırabiliriz. Salma, tava, uzun tava ve karık sulamaları yüzey sulama yöntemlerini, yağmurlama ve damla sulamaları da basınçlı sulama yöntemlerini oluşturmaktadır.

Yüzey sulama yöntemlerinden tava sulama yöntemi genellikle sık ekilen hububat, yem bitkileri ve çayır mera bitkileri ile meyve bahçelerinin sulanmasında kullanılmaktadır. Uzun tava sulama yöntemi, çeltik dışında kök boğazının ıslanmasından kaynaklanan hastalıklara duyarlı olmayan ve sık ekilen bitkiler ile meyve ağaçlarının sulanmasında kullanılır. Karık sulama yöntemi bitki kök boğazının ıslatılmasından zarar gören bitkilerin sulanmasına çok uygundur, sıraya ekilen ya da dikilen bitkilerle meyve bahçeleri ve bağların sulanmasında kullanılır.

Basınçlı sulama yöntemlerinden yağmurlama sulama özellikle şeker pancarı, patates, yonca ve hububat gibi bitkilerin sulanmasında ideal bir yöntemdir. Bütün tarla bitkileri ile birçok sebzenin sulanmasında rahatlıkla kullanılabilir. Damla sulama yöntemi, başta seralar olmak üzere meyve bahçeleri, sıraya ekim yapılan sebzeler, kesme ve saksı çiçekçiliğinde tercih edilmektedir. Ayrıca pamuk, mısır, soya fasulyesi gibi endüstri bitkilerinin sulanmasında da bu yöntem yaygın olarak kullanılmaktadır.

Ürün bazında kullanılabilecek sulama yöntemleri

Sulama yönteminin seçiminde dikkat edilmesi gereken en önemli etkenlerden biri yetiştirilecek bitki çeşididir. Bu bağlamda ürün bazında uygulanması gereken kimi sulama yöntemleri aşağıda belirtilmiştir.

Damla Sulama Yöntemi: Biber, hıyar, kabak.
Yağmurlama Sulama Yöntemi: Patates.
Damla ve Karık Sulama Yöntemleri: Domates, patlıcan, kavun, fasulye, bezelye.
Yağmurlama ve Karık Sulama Yöntemleri: Marul, brokoli, karnıbahar, havuç.
Damla, Yağmurlama ve Karık Sulama Yöntemleri: Karpuz, çilek, lahana, enginar.
Tava, Karık ve Yağmurlama Sulama Yöntemleri: Ispanak.
Tava, Yağmurlama ve Mini Yağmurlama Sulama Yöntemleri: Kayısı.
Karık, Tava, Damla ve Mini Yağmurlama Sulama Yöntemleri: Elma, erik, şeftali, kiraz, vişne, turunçgiller.

Sulama yönteminin seçimine etki eden diğer faktörler

Sulama suyu bir akarsudan saptırılarak alınacaksa, sulanacak alana genellikle açık kanal sistemiyle getirilir ve yüzey sulama yöntemlerinden biri seçilir.

Su, gölet ya da baraj gibi yapılarda depolandıktan sonra alınacaksa ve su depolama yapıları gerekli işletme basıncını sağlayacak kadar yüksekte ise enerji masrafı gerektirmeyeceğinden basınçlı sulama yöntemlerinden biri seçilir.

Sulama suyu, derin kuyulardan ya da akarsulardan dinamik yüksekliği fazla pompa birimi ile sağlanacaksa, suyu yüzeye çıkarmak için önemli ölçüde enerji masrafı yapılacağından, bu durumda sulama randımanı yüksek olan basınçlı sulama yöntemlerinden biri seçilmelidir.

Su kaynağının debisi kısıtlı, ancak sulanacak arazinin fazla olduğu koşullarda, suyun yüksek randımanla kullanılması gerektiğinden, basınçlı sulama yöntemlerinden biri, özellikle damla sulama yöntemi seçilmelidir.

Sulama suyunun fazla miktarda sediment taşıması, ayrıca alg ve diğer yüzücü cisimlerin fazla olması durumunda, basınçlı sulama yöntemlerinin uygulanması sakıncalıdır. Bu koşullarda, yüzey sulama yöntemlerinin uygulanması daha doğru olacaktır.

Tuzlu sulama suyunun kullanılmasının zorunlu olduğu durumlarda yüzey sulama ve yağmurlama sulama yöntemleri seçilmez. Bu durumda, özellikle yıllık yağışın 300 mm den fazla olduğu yörelerde damla sulama yöntemi uygulanabilir.

Kullanılabilir su tutma kapasitesi yüksek olan (killi) topraklarda, sulama aralığı geniş ve uygulanacak sulama suyu miktarı fazla olacağından bu durumda yüzey sulama yöntemlerinden biri seçilmelidir.

Kullanılabilir su tutma kapasitesi düşük olan (kumlu) topraklarda, her defasında az miktarda sulama suyu sık aralıklarla uygulandığından basınçlı sulama yöntemlerinden biri kullanılır.

Geçirimsiz tabaka bulunan ya da taban suyunun yüzeye yakın olduğu topraklarda daha kontrollü sulamanın yapılabildiği basınçlı sulama yöntemlerinden biri seçilir.

Tuzlu topraklarda sulama suyuna ek olarak yıkama suyu da uygulanır. Yıkama suyu en iyi tava ve yağmurlama sulama yöntemleri ile uygulanır. Tuzlu topraklarda bu sulama yöntemleri tercih edilmelidir. Karık ve sızdırma yöntemleri ise kesinlikle uygulanmamalıdır.

Taşlı topraklarda arazi tesviyesi güç olduğundan böyle arazilerde basınçlı sulama yöntemleri kullanılmalıdır.

Düz fakat dalgalı yapı gösteren araziler için yine basınçlı sulama yöntemleri uygundur.

Erozyona duyarlı topraklarda basınçlı sulama yöntemleri seçilmelidir. Ancak, yağmurlama sulama yöntemi seçilirse, yağmurlama başlıklarından çıkan su damlacıklarının çapı küçük olacak biçimde işletme basıncı yüksek tutulmalıdır. Aksi halde iri su damlaları da erozyona neden olacaktır.

Hakim rüzgarın hızlı ve sıcaklığın yüksek olduğu yerlerde yağmurlama sulama yöntemi fazla su kaybına neden olacağından, bu yerlerde yüzey sulama yöntemleri uygulanmalıdır.

Sulama suyu kalitesi

Modern sulamada sulama suyu miktarı, sulama zamanı ve sulama yöntemi kadar sulama suyunun kalitesi de önemlidir. Toprak ne kadar verimli olursa olsun, modern sulama yöntemleri ne kadar iyi kullanılırsa kullanılsın sulamada uygun kaliteli su kullanılmadığı zaman ürün miktarı ve kalitesi düşer, toprakta kısa süre içinde tuzlulaşma-çoraklaşma sorunu başlar.

Sulama suyunun kalitesi sudaki çözünmüş tuzların miktarı ile belirlenir. Sulama suyu içerisinde en çok sodyum, magnezyum ve kalsiyum tuzları bulunur. Özellikle sodyum toprak yapısını çok hızlı bozar ve tarımda kullanılamayacak hale getirir.

Sulama suyunda fazla miktarda bulunduğunda bitkiye zehir etkisi yapan elementler de bulunabilir. Bunların başında bor elementi gelir. Bakır, kurşun, çinko gibi elementler de aşırı dozlarda bitkilerde zehir etkisi yapan elementlerdir. bu elementler ayrıca çevre kirliliğine de yol açarlar. Bu nedenle sulama suyu kullanılmadan önce mutlaka tuzluluk ve zehir etkisi yapan elementler açısından önceden tahlil ettirilmelidir.

Tarımda suyun yanlış kullanımı, tuz birikimi ve çölleşme

Tuz toprakta ana materyalden kaynaklı bulunabilir ya da sulama suyu içinde toprağa dahil olabilir. Her iki durumda da sulama suyu, tuzu taban suyuna ulaştırmakta ve orada biriktirmektedir. Drenaj sistemi kurulmamış ve fazla su ortamdan uzaklaştırılamamışsa, aşırı sulamayla taban suyu yukarı doğru harekete geçer, kılcal kanallar vasıtasıyla toprak yüzeyine dek ulaşır, yüzeye ulaştığında ise sıcağın etkisiyle su buharlaşır ve içindeki tuzu toprak yüzeyinde bırakır. Zamanla toprak çoraklaşır. Toprağa ekilen tohumlar çimlenememeye başlarlar. Tuz toprak yapısını bozarak geçirimliliğini azaltır. Toprakta yeterli nem bulunsa bile bitki bundan yararlanamaz, beslenemez ve gelişemez. Buna fizyolojik kuraklık denir. Olumsuzluğun devamında ise çölleşme yaşanır.

Bugün dünyada tuzlanmanın yılda 2 milyon hektar alanla yayıldığı ve bu nedenle sulama sayesinde elde edilen üretim artışının sağladığı gelirlerin büyük oranlarda azalmasına neden olduğu görülmektedir.

Bugün GAP bölgesinde sulanabilir arazi miktarımız 1,8 milyon hektardır. Bugüne dek DSİ tarafından yaklaşık olarak 230 bin hektarlık arazi sulamaya açılabilmiştir. Drenaj tesis edilmemiş bu alanların yaklaşık olarak yarısında tuzlanma görülmeye başlanmıştır. Fırat Nehri’nin iyi kalitedeki suyu bile her yıl 10 dekarlık bir araziye 1,1 ton tuz bırakmaktadır.

Ülkemizde tuzlu, sodyumlu ve borlu arazilerin miktarı 1,6 milyon hektara ulaşmıştır.

Tuzlu arazide tarım yapılırken göz önünde bulundurulması gerekenler

Mevcut tuz şartlarına dayanıklı bitkiler seçilmelidir. Bu bağlamda tarla bitkilerinden arpa, pamuk, şeker pancarı, buğday, sebzelerden kabak, karnabahar, domates, hıyar, meyvelerden hurma, greyfurt, portakal ve şeftali yetiştirilebilir. Bor sorunu görülmesi halinde pamuk, domates, bakla, şekerpancarı, hurma, mısır, enginar ekimi ve dikimi tercih edilebilir.

Tohum çevresinde tuz birikimini engelleyecek şekilde ekim yapılmalıdır. Bu amaçla sırta ekim yapılması en önemli yöntemdir.

Taban suyu ile arazi yüzeyine kadar taşınan tuzların burada birikerek zarara yol açmaması açısından sık sık sulama yapılmalı, tuzlar bitki kök bölgesinden uzaklaştırılmalıdır. Bu amaçla kullanılabilecek en önemli sulama yöntemleri tuzun kaynağına bağlı olarak değişmekle birlikte yağmurlama ve damla sulama yöntemleridir.

Sonuç

Tüm dünyada ve ülkemizde en fazla kullanılan yöntem suyun çok fazla kullanılmasını gerektiren yüzey sulama (vahşi sulama) yöntemleridir. Bugün dünyada sulanan arazilerin %95’inde bu yöntem kullanılmaktadır. Ülkemizde sulamaya açılmış alanların %94’ünde yüzey sulama, sadece %6’sında basınçlı sulama yöntemleri kullanılmaktadır.

Ülkemizde 1 ton şeker pancarı yetiştirmek için 100 ton sulama suyu kullanılmaktayken İsrail’de sadece 7 ton sulama suyu kullanılmaktadır. Yüzey sulama yöntemlerinde bitkiye 1 m3 su verebilmek için 2 m3 su kullanılmak zorundadır. Yüzey sulama yöntemlerinde suyun fazla kullanılmasından dolayı verilen su bitki kök derinliğinin çok daha altına gitmekte, bitki besin maddelerini bitki kök seviyesinden uzaklaştırmak suretiyle de toprağın verimsizleşmesine neden olmaktadır.

Küresel ısınmanın kuraklık etkisi ve su kaynaklarımızın küçülmesi sorunları göz önünde bulundurulduğunda su tasarrufu sağlayan basınçlı sulama yöntemlerinin ülkemizde yaygınlaştırılması gerektiği açıktır. Ülkemiz tarımda su kullanım düzeyini gelişmiş ülkeler seviyesine çekmek zorundadır.

Tarımda sulama suyunun daha etkin kullanılabilmesi için göz önünde bulundurulması gereken faktörler aşağıda belirtilmiştir;

İklim, toprak ve topoğrafya şartları elverişli olan tüm alanlarda yağmurlama ve damla sulama yöntemlerinden biri seçilmelidir. Ancak bu seçim esnasında toprak ana materyalinden kaynaklı bir tuzluluk varsa yağmurlama, sulama suyunda tuzluluk varsa damla sulama yöntemi tercih edilmelidir.

Suyun kısıtlı kullanımının yaygınlaştırılması ve sulama sahalarının genişletilmesinin sağlanması bir zorunluluk haline gelmiştir. Bitkinin en fazla suya ihtiyaç duyduğu dönemlerde sulama yapılması, bunun dışında kısıtlı sulama yapılması ya da tamamen sulamanın kesilerek buradan tasarruf edilen suyla daha geniş alanların sulanmasının sağlanması gerekir. Sulamanın kısıtlandığı alanda verim düşüklüğü yaşanması kaçınılmazdır, ancak tasarruf edilen suyun kurak alanlarda kullanılması ile toplamda üretim ve gelir artışı daha fazla olacaktır.

Tarımda toprağın nemini muhafaza edecek yöntemler kullanılmalıdır. Sürekli ticari gübrelerin tarımsal üretimde kullanılması toprak yapısını bozmakta, toprağın su tutma kapasitesini düşürmektedir. Yeşil gübreleme ve hayvan gübresi kullanılması ise toprağın su tutma kapasitesini artırmaktadır. Toprak işleme nem kaybına neden olduğundan doğrudan ekim mibzeri kullanılarak toprak işlemesiz tarım tercih edilmelidir.

Kuraklığa ve tuzluluğa dayanıklı çeşitlerin geliştirilmesi gerekir. Ülkemizdeki tohumculuk sektörü genellikle ithal hibrit tohumları yurtiçinde pazarlamak üzere faaliyet göstermektedir. Bu tohumlar su varsa verimli olabilmektedir. Kurağa dayanıklı çeşitlerimizin kamu öncülüğünde geliştirilmesi bir zorunluluktur.

Tarım Sigortaları Kanunu kuraklık, sel ve don afetlerini de kapsayacak şekilde genişletilmeli, fakir çiftçinin sigorta primleri devlet tarafından karşılanmalıdır.

Artan nüfusun su ihtiyacının yeterince karşılanabilmesi için su havzaları yerleşim ve sanayi tesisleri ile işgal edilmemeli, su kaynakları kirletilmemeli, temiz su kaynakları ve doğal baraj olarak görev yapan mera ve ormanlar azaltılmak yerine çoğaltılmalıdır.

Kaynakça

Dr. Nilgün Görer, Küresel Su Politikaları, Liberal Reformlar ve Devlet Sempozyumu Bildirisi, Kamu İşletmeciliğini Geliştirme Merkezi Vakfı, Ankara 18-19 Nisan 2003

Vandana Shiva, Su Savaşları, bgst Yayınları, Mart 2007

Dünyadan Suya Dair, WWF Türkiye, http://www.wwf.org.tr/su/rakamlarla-su-sorunu/duenyada-su/

Water, A Shared Responsibility, The United Nations World Water Development Report 2, Worl Water Assesment Programme, UN Educational Scientific and Cultural Organization, Berghahn Boks, UN Water, 2006 http://www.unesco.org/water/wwap/wwdr2/table_contents.shtml

Toprak ve Su Kaynakları, DSİ, http://www.dsi.gov.tr/topraksu.htm

İklim Değişikliği Birinci Ulusal Bildirimi, Çevre ve Orman Bakanlığı, Ocak 2007,
http://www.cevreorman.gov.tr/belgeler4/iklimbildirimi.pdf

http://www.meteor.gov.tr/2006/zirai/zirai-aylikkuraklik.aspx?subPg=B

Water for People Water for Life, The United Nations World Water Development Report, UNESCO-WWAP, March 2003, http://www.unesco.org/water/wwap/wwdr/ex_summary/ex_summary_en.pdf

Türkiye’de Su, WWF Türkiye, http://www.wwf.org.tr/su/rakamlarla-su-sorunu/tuerkiyede-su/

Mustafa Akıncı, Sulama Sistemleri, KHGM, http://www.khgm.gov.tr/kutuphane/MAKALE/makale002.htm

Emin Tepeli, Ramazan Bülbül vd., Sulama, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı-YAYÇEP, 2005

DPT, Su Havzaları, Kullanımı ve Yönetimi, Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı, ÖİK Raporu: 571, Ankara 2001 http://ekutup.dpt.gov.tr/suhavza/oik571.pdf

Bülent Sönmez, Türkiye Çoraklık Kontrol Rehberi, Toprak ve Gübre Araştırma Enstitüsü Müdürlüğü, Teknik Yayın No: 33, Ankara 2003, http://www.khgm.gov.tr/kutuphane/trcoraklik.HTM

Rıza Kanber, Recep Çakır, Ali Fuat Tarı, Sulama ve Drenaj Mühendisliği, KHGM, Yayın No: 122, Ankara 2003, http://www.khgm.gov.tr/kutuphane/sulamavedrenaj/sulamadrenaj.pdf

B. Çakmak, Turhan Aküzüm, vd., Su Kaynaklarının Geliştirme ve Kullanımı, Türkiye Ziraat Mühendisliği VI. Teknik Kongresi, 3-7 Ocak 2005, http://www.zmo.org.tr/etkinlikler/6tk05/012belgincakmak.pdf

Mustafa Akıncı, Kısıtlı Sulama, KHGM, http://www.khgm.gov.tr/kutuphane/MAKALE/makale001.htm

Friday, November 23, 2007

Biyoçeşitlilik Sözleşmesi ve Türkiye’deki Uygulamalar Çalıştayı


Biyoçeşitlilik Sözleşmesi ve Türkiye’deki Uygulamalar Çalıştayı

“Biyoçeşitlilik Sözleşmesi ve Türkiye'deki Uygulamalar” başlıklı atölye çalışması, 23-25 Ekim 2007 tarihlerinde NGBB’de yapıldı. Atölye çalışması, Ali Nihat Gökyiğit Vakfı (ANG), Nezahat Gökyiğit Botanik Bahçesi (NGBB) ve Flora Araştırmaları Derneği (FAD) ile Darwin Initiative ve Edinburgh Kraliyet Botanik Bahçesi tarafından ortaklaşa düzenlendi. Ülkemizden, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı ile Çevre ve Orman Bakanlığı temsilcileri, NGBB sorumluları, ilgili üniversite elemanları ve sivil toplum kuruluşları temsilcilerinin katıldığı etkinlikte; İngiltere’den botanikçiler ile botanik bahçelerinin sorumluları da hazır bulundu.
Çalıştayda, Türkiye’den katılan resmi kurum temsilcileri, Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi uyarınca ülkemizde yapılan etkinlikleri açıklarken; üniversiteler, STK’lar ve botanik bahçelerinin temsilcileri de kurum ve kuruluşlarında gerçekleştirilen çalışmaları dile getirdiler.
İngiltere’den gelen botanik bahçesi sorumluları ve temsilcileri tarafından, botanik bahçelerinin çalışma yöntemleri anlatıldı. Ayrıca, bitkilerin biyoçeşitlilik sözleşmesinin amaçları uyarınca koruma altına alınması konusunda, botanik bahçelerinin önemli roller üstlendiği hatırlatılarak açıklamalarda bulunuldu.
Bu aktarımlar sırasında, İngiltere’de botanik bahçeleri ve bitki koruma konularına ilişkin devlet, üniversiteler ve STK’ların katılımı ile 1994 yılında kurulan, PLANTNET adlı “Bitki Koleksiyonları Şebekesi”ne ilişkin detaylı bilgi verildi. Ülkemizde de “Bitki Koleksiyonları Şebekesi” kurulmasının önemi vurgulandı.
Çalıştayın son iki gününde, dünyanın önde gelen bilim adamlarından İngiliz botanikçi Prof. Vernon Heywood tarafından, “Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi ve Uygulamaları” konusunda, ülkemizdeki uygulamaları da içeren, tartışmalı bir seminer gerçekleştirildi. Çalıştayın sonunda alınan ve beş başlık altında toplanan kararların hayata geçirilmesi konusunda fikir birliğine varıldı.



Alınan Kararlar
1- Ülkemizde biyoçeşitliliğin saptanması ve korunması konusunda, ilgili kişi ve kurumlar arasında gerekli eşgüdüm, birlikte çalışma ve iletişimin istendiği oranda sağlanamadığı kabul edilmektedir. Birlikte çalışmanın arttırılması; devlet, STK’lar ve üniversite araştırıcıları arasında uyumlu çalışma koşullarının düzenlenmesi,
2- “Biyolojik Çeşitliliğin Önemi” konusunda bir belgesel hazırlanması ve belgeselin medya kuruluşları aracılığı ile kamuoyuna ulaştırılması,
3- Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi’nin ulusal odak noktası, Çevre ve Orman Bakanlığı’na bağlı Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü’dür. Uygulayıcılar, araştırmacılar ve akademik kuruluşlar, STK'lar ve devlet kurumlarının, genel müdürlük bünyesinde kurulmuş bulunan “Biyolojik Çeşitlilik Bilgi Alışverişi” veb sitesi <www.bcs.gov.tr> vasıtasıyla, hızlı iletişim ve bilgi alışverişinde bulunmaları,
4- Biyoçeşitlilik Sözleşmesi kapsamında, genetik kaynaklara erişim ve yarar paylaşımı konusunda ulusal odak noktası olan Tarım ve Köyişleri Bakanlığı Tarımsal Araştırmalar Genel Müdürlüğü; aynı zamanda ulusal mevzuata göre erişim konusunda da yetkili kurumdur. Genetik kaynaklarımızın kontrolsuz olarak yurt dışına çıkarılması önlenmesi amacıyla, genel müdürlük tarafından 1992 yılında yayınlanan “Bitki Genetik Kaynaklarının Toplanması Muhafazası ve Kullanılması“ hakkındaki yönetmelik hükümlerinin uygulanmasına özen gösterilmesi,
6- Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi’nin, ülkemizde etkin bir şekilde uygulanması ve sözleşme çerçevesinde taahhüt edilen “Korunan Alanlar 2012” hedeflerine ulaşmak için, BÇS Sekreteryası tarafından hazırlanmış olan “Korunan Alanlar İş Programı”na ve güncellenen Ulusal BÇ Stratejimize uygun olarak ilgili kamu kuruluşları, üniversiteler ve STK'ların katılımı ve işbirliği ile bir ulusal “BÇS Korunan Alanlar 2012” girişimi başlatılması, önceliklerin belirlenmesi ve gerekli adımların beraberce atılması,
Tavsiye edilmektedir.

Sonuç
Bu çalıştayda, ülkemizde yeterince tanınmayan “Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi” ile; sözleşmenin bitkiler ve bitkilerin korunması ile ilgili maddelerinin sunumu ve değerlendirmesi yapılmıştır. Bu konularda ülkemizdeki resmi makamlar, botanik bahçeleri ve botanik birimlerinde yapılacak çalışmaların tartışılması, açıklık kazanması ve eşgüdümün sağlanmasının önemi ve gerekliliği vurgulanmıştır. Konu ile ilgili alınan kararlar, katılımcılara açıklanmıştır. Tüm bu konular bağlamında, çalıştayın çok başarılı geçtiği ve sonuçlandırıldığı kanısına varılmıştır.

Wednesday, November 21, 2007

SYNGENTA’NIN SİLAHLI GÜÇLERİ KÖYLÜLERİ ÖLDÜRÜYOR!

İsviçre menşeli Syngenta şirketinin Brezilya Topraksızlar Hareketi Liderlerinden Valmir Motta da Oliviera 21 Ekim 2007 tarihinde öldürmesiyle ilgili Çiftçi Sendikaları Konfederasyonlaşma Platformu basın açıklaması yaptı. Basın açıklaması metninin Brezilya ve İsviçre konsolusluklarına ve Uluslararası Af Örgütüne gönderildiği belirtildi.
SYNGENTA’NIN SİLAHLI GÜÇLERİ KÖYLÜLERİ ÖLDÜRÜYOR!İsviçre menşeli, 90 ülkede faaliyet gösteren, dünya ticari tohum pazarının 3. büyük şirketi olan Syngenta, Brezilya’nın Santa Terasa do Oeste bölgesinde illegal (yasa dışı) ve meşru olmayan bir tarzda Genetiği Değiştirilmiş Organizma - GDO’lu soya ve mısır denemeleri yapmaktadır.
Syngenta’nın yasal ve meşru olmayan deneme tarlalarına yerel yönetimlerin ve halkın dikkatini çekmek amacıyla Via Campesina (Çiftçi Yolu) ve Topraksızlar Hareketi’ne (MST) bağlı köylüler demokratik haklarını kullanarak 2006 yılında işgal etmiş ve kamp kurmuşlardır.
Yaşamlarını kurdukları kampta sürdüren çiftçi ailelerinden 70 tanesi 17 aylık konaklamadan sonra 18 Temmuz 2007’de başka bir bölgeye taşınmış. Syngenta ise illegal ve meşru olmayan denemelerini durdurmamış, sürdürmüştür. Bunun üzerine 21 Ekim tarihinde Via Campesina’ya bağlı 150 çiftçi bu alana tekrar dönmüştür.
Syngenta tarafından kiralanan ve kanunsuz denemelerin yapıldığı bu tarlalarda ağır silahlarla donatılan özel güvenlik güçleri köylülerin üzerine ateş açmış, Brezilya Topraksızlar Hareketi Liderlerinden 3 çocuk babası 32 yaşındaki Valmir Motta da Oliviera’yı göğsünden iki kurşunla katletmiştir. Bir köylü kadın aldığı kurşun yarası ile komaya girmiş, 5 köylü de yaralanarak hastaneye kaldırılmıştır.
Çevreye verdikleri tahribatın yanında insan sağlığını tehdit eden, endüstriyel tarıma yönelik olarak ürettikleri kimyasal ilaç ve gübrelerle üretimin beşiği toprağı ve tüm canlıların hakkı olan suyu kullanılamaz hale getiren bu çokuluslu şirketler dünya ölçeğinde “Dünyanın Baş Belaları” olarak adlandırılmaktadır. Dünyanın baş belaları arasında yer alan/sayılan Syngenta şirketi, işi demokratik haklarını kullanan köylüleri katletmeye kadar vardırmıştır!
Via Campesina üyesi Türkiye Çiftçi Sendikaları Konfederasyonlaşma Platformu olarak dünyanın baş belalarından olan Syngenta’nın silahlı güçleri tarafından köylülere yapılmış olan bu insanlık dışı saldırıyı şiddetle kınıyoruz.
Via Campesina’nın aşağıda belirtilen taleplerine Türkiye Çiftçi Sendikaları Konfederasyonlaşma Platformu olarak katılıyoruz:• Bu olayda suçu olan tüm kişi ve kurumların cezalandırılmasını,• Syngenta deneme tarlalarının geri alınarak bu arazilerin çiftçiler ve köylüler tarafından işlenmesinin sağlanmasını, buralarda yerli tohumlarla üretim yapılmasını,• Syngenta’nın Brezilya’dan kovulmasını,• Syngenta’nın paralı askerleri tarafından mağdur edilen köylülerin hakları ve tazminatlarının Brezilya Başbakanı Luis İgnacio Lula da Silva aracılığıyla Brezilya hükümeti tarafından karşılanması,• Syngenta’nın bu kanunsuz eylemlerini durdurması için Uluslararası Af Örgütü’nün girişimde bulunmasını talep ediyoruz.
Abdullah AYSU
Türkiye Çiftçi SendikalarıKonfederasyonlaşma Platformu
Dönem Sözcüsü

-->

TÜRKİYE UPOV’A GİRİYOR: KÜRESEL TOHUM ŞİRKETLERİNİN SON DARBESİ

TÜRKİYE UPOV’A GİRİYOR: KÜRESEL TOHUM ŞİRKETLERİNİN SON DARBESİ
Tayfun Özkaya (19.11.2007)

UPOV’da nerden çıktı demeyin. Küresel tohum şirketlerinin yeni bir darbesi ile karşı karşıyayız. Türkiye kısaltılmış adı UPOV olan Uluslararası Yeni Bitki Çeşitlerini Koruma Birliği’ne üye oluyor. Tohum yasasında olduğu gibi bu işlem de fazla toz kaldırmadan yürütüldü. TBMM’de 13.3.2007’de 5601 sayılı “10 Kasım 1972, 23 Ekim 1978 ve 19 Mart 1991 Tarihlerinde Cenevre’de Gözden Geçirilen 2 Aralık 1961 Tarihli Yeni Bitki Çeşitlerinin Korunması Uluslararası Sözleşmesine Katılmamızın Uygun Bulunduğuna Dair” Kanun kabul edildi ve Resmi Gazete’de 17.3.2007’de yayınlandı. Dış İşleri ve Tarım, Orman ve Köyişleri Komisyonları da kanunu oybirliği ile kabul etmişlerdi. Mecliste ise kanun 225 üyenin tümünün kabul oyu ile yasalaşmıştır. Yasaya karşı gelen olmamıştır. UPOV’un Türkiye’deki destekçileri “ne güzel ülkemiz 65. üye olacağına göre bu iyi bir şey, modernleşiyoruz” diyecekler. Aslında ise bir yandan çiftçilerimizin kendi tohumlarını yetiştirme hakları her geçen gün kısıtlanıp tamamen ortadan kaldırılırken, diğer yandan da tüketicilerin besleyici değeri yüksek, antioksidantlarca zengin ve lezzetli sebzeleri, meyveleri yok olarak plastik domatesler, patlıcanlar burunlara dayatılacak. Ulusal bitki ıslahçılarımızın çeşitlerden ıslah amacıyla yararlanmalarının önüne büyük engeller getirilerek gelişme başka ülkelerde olduğu gibi yavaşlatılacaktır. Bütün bunlara rağmen UPOV yandaşlarının bizleri gelişme karşıtı olarak suçlayacaklarına eminiz.

UPOV 1960’da sonradan devleşecek olan tohum şirketlerinin güdümündeki altı Avrupa ülkesi tarafından kuruldu. 1990’lara kadar sadece 20 üyesi vardı. Ancak küreselleşme ile birlikte hiçbir zorunluluk olmamasına rağmen IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi kuruluşlar ve büyük devletler gelişmekte olan ülkeleri bitki çeşitleri üzerindeki fikri mülkiyet haklarını koruma iddialı UPOV’a girmeye zorladılar. Bugün Türkiye 65. üye olma yolunda.

UPOV’un çeşitli sözleşmeleri var. İlki 1961’de “Yeni Bitki Çeşitlerinin Korunması Uluslararası Anlaşması” adı altında imzalandı. Daha sonra 1972, 1978 ve 1991’lerde bu anlaşma gözden geçirilerek yenilendi. Ancak UPOV’un 50. kuruluş yılı olan 2011’de tohum devlerinin hâkimiyetini iyice pekiştirecek olan yeni bir anlaşma tezgâhlanmaktadır.

1961 UPOV anlaşması 1970’lere kadar pratikte uygulanmadı. Bu sözleşmelerin uygulandığı yaklaşık 30 yılda gelişmiş ülkelerde bitki çeşitlerinin çoğu kayboldu. FAO (Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü) dünya biyoçeşitliliğindeki kaybı %75 olarak açıklamıştır. Kısacası gelişmiş ülkelerde çiftçi tohum firmalarının esiri olurken tüketiciler besin değeri düşük, ancak tarım ilaçları ve kimyasal gübrelerle yetiştirilebilen tatsız ürünleri yemek zorunda bırakıldılar. Dekara verimlilik bazen artabildi ama bunun çiftçilere, tüketicilere ve doğaya zararı çok fazla oldu. ABD’de kanser, kalp, şeker ve obezitenin çok fazla olması tesadüf değildir. Bunda genetik olarak farklılaşmış yerel çeşitlerin yerine geçen genetik olarak birörnek güya modern tohumların da payı çok büyüktür. Şimdi gelişmiş ülkelerin bütün dünyada yapmak istedikleri aslında bu filmi gelişmekte olan ülkelere de gösterme arzusudur.

Başbakanlığın web sayfasında[1] UPOV’a Türkiye’nin yaptığı başvurunun gerekçesini okuyabiliyorsunuz. Bu gerekçede, Türkiye’nin bitki ıslahçılarının haklarını koruma altına alarak yeni tohum geliştirmek için yatırımları çekeceği iddia edilmektedir. Bu gerçekçi olmayan bir dilekten öteye gidemez. Şu anda da küresel tohum şirketleri ya doğrudan ya da yerli şirketler aracılığı ile tohum pazarlamasından öte bir şey yapmamaktadırlar. Tekelleşme dünyada çok yüksektir. Dünya’da 2006 yılında tek bir şirket (Monsanto) ticari tohum pazarının %20’sine sahiptir. Dört şirketin payı %44, on şirketin payı ise %57’dir. Amaç halen az çok köylünün denetimde olan alanlarda da tam bir hâkimiyet sağlayarak tohum pazarını bütünüyle ele geçirmektir. Geliştirecekleri doğaya zararlı, köylüye zararlı, tüketiciye zararlı tohumlarına ihtiyacımız yok. Bugün Türkiye’de olduğu gibi dünya’da halen köylülerin, çiftçilerin ürettikleri tohumların oranı oldukça yüksek oranlardadır. Hatta Arjantin, Avustralya, Kanada gibi ülkelerde bile bu oran %65 ile %90 arasında değişmektedir. Polonya’da bu oran yağlık kolza hariç bütün ürünlerde %90’dır. Bu sayıları veren tohum devlerinin etkisinde olan Uluslararası Tohum Federasyonudur. Federasyonun 2005’de sadece 18 gelişmiş ülkede yaptırdığı bir araştırmaya göre büyük şirketler bu ülkelerde ek bir 7 milyar dolarlık tohum pazarı ele geçirilebilecektir.[2] Eğer bütün dünyada çiftçilerin kendi yetiştirdikleri tohumlar engellenebilirse piyasa genişlemesi 73 milyar dolara çıkmaktadır. Bugün için bile tohum pazarı elmas pazarından büyüktür. Türkiye halen kabul edilmesi hayli riskli olan 1991 sözleşmesini kabul edecektir. Ancak tehlike 2011’de imzalanması düşünülen yeni sözleşme ile anormal büyümektedir. 1991 sözleşmesinde çiftçilerin kendi tohumlarını kullanmaları oldukça kısıtlanmıştır. Büyük tohum devleri halen gelişmekte olan ülkelerin yerel tohumları ile ülkelerin kamu kuruluşlarına ait gen merkezlerindeki tohumlara istedikleri gibi el koymuşlardır ve koymaya devam etmektedirler. Buna biyokorsanlık diyoruz. Bir ABD firması Hindistan’ın basmati çeşidi pirincine el koyarak kendi adına patent çıkartmıştır.[3] 1991 sözleşmesinde çeşitlerin bitki ıslah amacıyla kullanılmasına izin vardır. Ancak “temel olarak türev çeşitler” denilen yani daha çok başka bir çeşitten yararlanarak geliştirilen çeşitler için ancak telif hakkı ödenirse bu yararlanma söz konusu olabilecektir. Bu ilk bakışta gelişmekte olan ülkeleri hatta çiftçileri koruyucu gibi görünmekle birlikte her türlü imkâna sahip olan dev şirketler için bu kural kendi lehlerine işlemektedir. Zaten UPOV’a göre ve Türkiye’nin kabul ettiği tohumculuk kanununa göre (yeknesaklık) birörneklilik ve durulmuşluk göstermeyen tohumluklar yani yerli çeşitler, köylü çeşitleri tohum kataloglarına girmemektedirler. Hâlbuki bir örnek olmayan, çeşitlilik gösteren, sürekli değişim gösteren yerel tohumlar için bu özellikler üstünlüktür. Ancak endüstri için bu özellikler kötüdür ve yerel çeşitlerin yeri sadece gen bankalarıdır. Burada çoğu zaman ölmeye bırakılırlar. Onlar için burası aslında morgdur. Bu tohumları kimse koruyamayacaktır. Bunlar biyokorsanlığa açıktır. Kısacası bunların yağmalanması önlenemeyecektir. Ayrıca gen bankalarındaki çeşitler de yağmalanmaktadır. Küresel tohum firmalarının bunlardan yararlanarak bir çeşit geliştirdiğini kolayca ispatlanamayacak, ancak bunların geliştirilmek için yararlandıkları çeşitlerin ve tiplerin “temel olarak türev çeşitler” olduğu bu şirketler tarafından iddia edilebilecektir. UPOV sözleşmelerinin araştırmaları teşvik ettiği yalandır. California Üniversitesinden Charles E. Hess şöyle demektedir:

“Fikri mülkiyet hakları genetik materyal değişimini yavaşlatmakta, yeni bilginin yayılımını yavaşlatmakta, temel ve uygulamalı araştırma arasındaki dengeyi altüst etmekte ve bilimsel bütünlüğü yok eder görünmektedir.”

Bitki çeşitlerinin korunması ismi yanlıştır. UPOV sözleşmeleri çeşitleri korumaktan ziyade büyük bitki ıslahı ve biyoteknoloji firmalarının çıkarlarını korumaktadır. 1991 sözleşmesinde öncekilerden farklı olarak çeşitler için ayrıca patent alabilmektedirler. Daha öncede söylediğimiz gibi on bin yıldır köylülerin geliştirdiği çeşitler bir iki gen eklenerek patent alınmaya çalışılmaktadır. Burada sanayi patentlerinde olduğu gibi bir buluş yoktur. Hırsızlık vardır. 1960’larda bir Batı Almanya Tarım Bakanı bitkilerdeki patentler yüzünden “kırsal kesimin yakında dilenmeye itileceğini” söylemişti.[4]

1991 sözleşmesinde ürünler üzerinde bile şirketlerin hak edebilmesinin yolları açılmıştır. Eğer telif hakkı tohuma ödenmez ise çeşit sahibi hasattan elde edilen ürünü kullanandan ödeme talep edebilecektir. Benzer bir olay Kanada’da gerçekleşmiştir. GDO’lu çeşitten gen kaçması sonucu tohum şirketi aslında zarara uğramış çiftçiden tazminat talep etmiştir.

2011 yılında yeni bir UPOV sözleşmesi hazırlanacaktır. Bu anlaşmada çiftçiler, tüketiciler ve doğanın boynundaki kement biraz daha sıkılacaktır. Eğer başarılı olabilirlerse bu sözleşme köylülerin tohum üzerindeki haklarının ve ıslah amacıyla çeşitlerin kullanılmasının sonu olacaktır. Yeni sözleşmede muhtemelen çeşitler yanında ürünler üzerinde de hak iddia edilecektir. Patent sahibi veya koruma sahibi firma ürünlerimize kendi çeşidinden üretildiğini iddia ederek el koyabilecektir. Çeşitlerin koruma süresi 1991 sözleşmesinde 20–25 yıl iken 2011 sözleşmesinde 25–30 yıla çıkacaktır. Islah amacıyla çeşitlerin kullanımı şimdi kısıtlı iken 2011 sözleşmesinde 10 yıl boyunca kullanılamayacak, daha sonra ise sadece kayıt ile ve sahibine telif ödenerek yapılabilecektir. Üreticiler tohumlarını kullanamayacaklardır. Bütün dünya için tek bir uygulama yapılabilecek, şimdi olduğu gibi koruma yanında ayrıca patent de yapılabilecektir.

UPOV’un sonucu genetik kaynaklarımız yağmalanacak, köylü çeşitleri, yerel çeşitler gelişmiş ülkelerde olduğu gibi hızla yok olacaktır. Tarım ilacı ve gübre kullanımına dayalı bir tarım sistemi olan endüstriyel tarım yaygınlaşacak, bu topraklarımızın, sularımızın, ürünlerimizin kirlenmesini getirecek, küresel ısınmayı hızlandıracaktır. Köylüler tohumlara daha yüksek fiyat ödeyecek ve endüstriyel girdilere daha çok para harcayacaklardır. Taşımaya daha elverişli tatsız ve besin değeri düşük sebze, meyveler yüzünden ülkemizde de uluslararası şirketlerin eline geçmiş hipermarket zincirlerinin ürün üzerindeki hâkimiyetleri artacak, ürünler daha ucuza çiftçinin elinden alınabileceklerdir. Bütün bu gelişmeler köylünün yoksullaşması ve kırlardan göç ederek kentlere yığılmasını hızlandıracaktır. Lezzetsiz ve besin değeri düşük ürünleri tüketecek olan tüketicilerin sağlıkları ABD’deki gibi bozulmaya devam edecektir.

UPOV’u kabul etmemiz için hiçbir zorunluluk yoktur. UPOV Birleşmiş Milletler Biyoçeşitlilik Sözleşmesi ile çelişmektedir.

UPOV ülkenin topsuz tüfeksiz işgalidir.

Türkiye varlıklarını savunacaktır.

------------------------------------------------------------------------------------------------

[1] www.basbakanlik.gov.tr/docs/kkgm/kanıuntasarilari/101-1094%20GEREKCE.doc
[2] http: //tinyurl.com/26lbqe
[3] GAIA/GRAIN, Ten Reasons not to Join UPOV-Global Trade and Biodiversity in Conflict, issue no. 2, May 1998. www.grain.org/briefings/?id=1
[4] Stephan A. Bent,”History and Portents for Intellectual Property Rights in agricultural Innovations” Patent Protection of plant -Releated Innovations: Facts and Isues, ISF Seminar, Copenhagen, 1-2 June 2006.
------------------------------------------------------------------------------------------------

SYNGENTA’NIN SİLAHLI GÜÇLERİ KÖYLÜLERİ ÖLDÜRÜYOR!


İsviçre menşeli Syngenta şirketinin Brezilya Topraksızlar Hareketi Liderlerinden Valmir Motta da Oliviera 21 Ekim 2007 tarihinde öldürmesiyle ilgili Çiftçi Sendikaları Konfederasyonlaşma Platformu basın açıklaması yaptı. Basın açıklaması metninin Brezilya ve İsviçre konsolusluklarına ve Uluslararası Af Örgütüne gönderildiği belirtildi.
SYNGENTA’NIN SİLAHLI GÜÇLERİ KÖYLÜLERİ ÖLDÜRÜYOR!İsviçre menşeli, 90 ülkede faaliyet gösteren, dünya ticari tohum pazarının 3. büyük şirketi olan Syngenta, Brezilya’nın Santa Terasa do Oeste bölgesinde illegal (yasa dışı) ve meşru olmayan bir tarzda Genetiği Değiştirilmiş Organizma - GDO’lu soya ve mısır denemeleri yapmaktadır.
Syngenta’nın yasal ve meşru olmayan deneme tarlalarına yerel yönetimlerin ve halkın dikkatini çekmek amacıyla Via Campesina (Çiftçi Yolu) ve Topraksızlar Hareketi’ne (MST) bağlı köylüler demokratik haklarını kullanarak 2006 yılında işgal etmiş ve kamp kurmuşlardır.
Yaşamlarını kurdukları kampta sürdüren çiftçi ailelerinden 70 tanesi 17 aylık konaklamadan sonra 18 Temmuz 2007’de başka bir bölgeye taşınmış. Syngenta ise illegal ve meşru olmayan denemelerini durdurmamış, sürdürmüştür. Bunun üzerine 21 Ekim tarihinde Via Campesina’ya bağlı 150 çiftçi bu alana tekrar dönmüştür.
Syngenta tarafından kiralanan ve kanunsuz denemelerin yapıldığı bu tarlalarda ağır silahlarla donatılan özel güvenlik güçleri köylülerin üzerine ateş açmış, Brezilya Topraksızlar Hareketi Liderlerinden 3 çocuk babası 32 yaşındaki Valmir Motta da Oliviera’yı göğsünden iki kurşunla katletmiştir. Bir köylü kadın aldığı kurşun yarası ile komaya girmiş, 5 köylü de yaralanarak hastaneye kaldırılmıştır.
Çevreye verdikleri tahribatın yanında insan sağlığını tehdit eden, endüstriyel tarıma yönelik olarak ürettikleri kimyasal ilaç ve gübrelerle üretimin beşiği toprağı ve tüm canlıların hakkı olan suyu kullanılamaz hale getiren bu çokuluslu şirketler dünya ölçeğinde “Dünyanın Baş Belaları” olarak adlandırılmaktadır. Dünyanın baş belaları arasında yer alan/sayılan Syngenta şirketi, işi demokratik haklarını kullanan köylüleri katletmeye kadar vardırmıştır!
Via Campesina üyesi Türkiye Çiftçi Sendikaları Konfederasyonlaşma Platformu olarak dünyanın baş belalarından olan Syngenta’nın silahlı güçleri tarafından köylülere yapılmış olan bu insanlık dışı saldırıyı şiddetle kınıyoruz.
Via Campesina’nın aşağıda belirtilen taleplerine Türkiye Çiftçi Sendikaları Konfederasyonlaşma Platformu olarak katılıyoruz:• Bu olayda suçu olan tüm kişi ve kurumların cezalandırılmasını,• Syngenta deneme tarlalarının geri alınarak bu arazilerin çiftçiler ve köylüler tarafından işlenmesinin sağlanmasını, buralarda yerli tohumlarla üretim yapılmasını,• Syngenta’nın Brezilya’dan kovulmasını,• Syngenta’nın paralı askerleri tarafından mağdur edilen köylülerin hakları ve tazminatlarının Brezilya Başbakanı Luis İgnacio Lula da Silva aracılığıyla Brezilya hükümeti tarafından karşılanması,• Syngenta’nın bu kanunsuz eylemlerini durdurması için Uluslararası Af Örgütü’nün girişimde bulunmasını talep ediyoruz.
Abdullah AYSU
Türkiye Çiftçi SendikalarıKonfederasyonlaşma Platformu
Dönem Sözcüsü

-->

Monday, November 19, 2007

DİKKAT! TÜRKİYE UPOV’A GİRİYOR: KÜRESEL TOHUM ŞİRKETLERİNİN SON DARBESİ


Tayfun Özkaya*
UPOV’da nerden çıktı demeyin. Küresel tohum şirketlerinin yeni bir darbesi ile karşı karşıyayız. Türkiye birkaç gün içinde kısaltılmış adı UPOV olan Uluslararası Yeni Bitki Çeşitlerini Koruma Birliği’ne girecek. Belki de siz bu satırları okuduğunuzda bu iş bitmiş bile olacak. Tohum yasasında olduğu gibi bu işlem de fazla toz kaldırmadan yürütülmekte. Türkiye’deki destekçileri “ne güzel ülkemiz 65. üye olacağına göre bu iyi bir şey, modernleşiyoruz” diyecekler. Aslında ise bir yandan çiftçilerimizin kendi tohumlarını yetiştirme hakları her geçen gün kısıtlanıp tamamen ortadan kaldırılırken, diğer yandan da tüketicilerin besleyici değeri yüksek, antioksidantlarca zengin ve lezzetli sebzeleri, meyveleri yok olarak plastik domatesler, patlıcanlar burunlara dayatılacak. Ulusal bitki ıslahçılarımızın çeşitlerden ıslah amacıyla yararlanmalarının önüne büyük engeller getirilerek gelişme başka ülkelerde olduğu gibi yavaşlatılacaktır. Bütün bunlara rağmen UPOV yandaşlarının bizleri gelişme karşıtı olarak suçlayacaklarına eminiz.
UPOV 1960’da sonradan devleşecek olan tohum şirketlerinin güdümündeki altı Avrupa ülkesi tarafından kuruldu. 1990’lara kadar sadece 20 üyesi vardı. Ancak küreselleşme ile birlikte hiçbir zorunluluk olmamasına rağmen IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi kuruluşlar ve büyük devletler gelişmekte olan ülkeleri bitki çeşitleri üzerindeki fikri mülkiyet haklarını koruma iddialı UPOV’a girmeye zorladılar. Bugün Türkiye 65. üye olma yolunda.
UPOV’un çeşitli sözleşmeleri var. İlki 1961’de “Yeni Bitki Çeşitlerinin Korunması Uluslararası Anlaşması” adı altında imzalandı. Daha sonra 1972, 1978 ve 1991’lerde bu anlaşma gözden geçirilerek yenilendi. Ancak UPOV’un 50. kuruluş yılı olan 2011’de tohum devlerinin hâkimiyetini iyice pekiştirecek olan yeni bir anlaşma tezgâhlanmaktadır.
1961 UPOV anlaşması 1970’lere kadar pratikte uygulanmadı. Bu sözleşmelerin uygulandığı yaklaşık 30 yılda gelişmiş ülkelerde bitki çeşitlerinin çoğu kayboldu. FAO (Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü) dünya biyoçeşitliliğindeki kaybı %75 olarak açıklamıştır. Kısacası gelişmiş ülkelerde çiftçi tohum firmalarının esiri olurken tüketiciler besin değeri düşük, ancak tarım ilaçları ve kimyasal gübrelerle yetiştirilebilen tatsız ürünleri yemek zorunda bırakıldılar. Dekara verimlilik bazen artabildi ama bunun çiftçilere, tüketicilere ve doğaya zararı çok fazla oldu. ABD’de kanser, kalp, şeker ve obezitenin çok fazla olması tesadüf değildir. Bunda genetik olarak farklılaşmış yerel çeşitlerin yerine geçen genetik olarak birörnek güya modern tohumların da payı çok büyüktür. Şimdi gelişmiş ülkelerin bütün dünyada yapmak istedikleri aslında bu filmi gelişmekte olan ülkelere de gösterme arzusudur.
Başbakanlığın web sayfasında(1) UPOV’a Türkiye’nin yaptığı başvurunun sadece gerekçesini okuyabiliyorsunuz. Bu gerekçede, bitki ıslahçılarının haklarını koruma altına alarak Türkiye’nin yeni tohum geliştirmek için yatırımları çekeceği iddia edilmektedir. Bu gerçekçi olmayan bir dilekten öteye gidemez. Şu anda da küresel tohum şirketleri ya doğrudan ya da yerli şirketler aracılığı ile tohum pazarlamasından öte bir şey yapmamaktadırlar. Tekelleşme dünyada çok yüksektir. Dünya’da 2006 yılında tek bir şirket (Monsanto) ticari tohum pazarının %20’sine sahiptir. Dört şirketin payı %44, on şirketin payı ise %57’dir. Amaç halen az çok köylünün denetimde olan alanlarda da tam bir hâkimiyet sağlayarak tohum pazarını bütünüyle ele geçirmektir. Geliştirecekleri doğaya zararlı, köylüye zararlı, tüketiciye zararlı tohumlarına ihtiyacımız yok. Bugün Türkiye’de olduğu gibi dünya’da halen köylülerin, çiftçilerin ürettikleri tohumların oranı oldukça yüksek oranlardadır. Hatta Arjantin, Avustralya, Kanada gibi ülkelerde bile bu oran %65 ile %90 arasında değişmektedir. Polonya’da bu oran yağlık kolza hariç bütün ürünlerde %90’dır. Bu sayıları veren tohum devlerinin etkisinde olan Uluslararası Tohum Federasyonudur. Federasyonun 2005’de sadece 18 gelişmiş ülkede yaptırdığı bir araştırmaya göre büyük şirketler bu ülkelerde ek bir 7 milyar dolarlık tohum pazarı ele geçirilebilecektir. (2) Eğer bütün dünyada çiftçilerin kendi yetiştirdikleri tohumlar engellenebilirse piyasa genişlemesi 73 milyar dolara çıkmaktadır. Bugün için bile tohum pazarı elmas pazarından büyüktür. Türkiye halen kabul edilmesi hayli riskli olan 1991 sözleşmesini kabul edecektir. Ancak tehlike 2011’de imzalanması düşünülen yeni sözleşme ile anormal büyümektedir. 1991 sözleşmesinde çiftçilerin kendi tohumlarını kullanmaları oldukça kısıtlanmıştır. Büyük tohum devleri halen gelişmekte olan ülkelerin yerel tohumları ile ülkelerin kamu kuruluşlarına ait gen merkezlerindeki tohumlara istedikleri gibi el koymuşlardır ve koymaya devam etmektedirler. Buna biyokorsanlık diyoruz. Bir ABD firması Hindistan’ın basmati çeşidi pirincine el koyarak kendi adına patent çıkartmıştır. (3) 1991 sözleşmesinde çeşitlerin bitki ıslah amacıyla kullanılmasına izin vardır. Ancak “temel olarak türev çeşitler” denilen yani daha çok başka bir çeşitten yararlanarak geliştirilen çeşitler için ancak telif hakkı ödenirse bu yararlanma söz konusu olabilecektir. Bu ilk bakışta gelişmekte olan ülkeleri hatta çiftçileri koruyucu gibi görünmekle birlikte her türlü imkâna sahip olan dev şirketler için bu kural kendi lehlerine işlemektedir. Zaten UPOV’a göre ve Türkiye’nin kabul ettiği tohumculuk kanununa göre (yeknesaklık) birörneklilik ve durulmuşluk göstermeyen tohumluklar yani yerli çeşitler, köylü çeşitleri tohum kataloglarına girmemektedirler. Hâlbuki bir örnek olmayan, çeşitlilik gösteren, sürekli değişim gösteren yerel tohumlar için bu özellikler üstünlüktür. Ancak endüstri için bu özellikler kötüdür ve yerel çeşitlerin yeri sadece gen bankalarıdır. Burada çoğu zaman ölmeye bırakılırlar. Onlar için burası aslında morgdur. Bu tohumları kimse koruyamayacaktır. Bunlar biyokorsanlığa açıktır. Kısacası bunların yağmalanması önlenemeyecektir. Ayrıca gen bankalarındaki çeşitler de yağmalanmaktadır. Küresel tohum firmalarının bunlardan yararlanarak bir çeşit geliştirdiğini kolayca ispatlanamayacak, ancak bunların geliştirilmek için yararlandıkları çeşitlerin ve tiplerin “temel olarak türev çeşitler” olduğu bu şirketler tarafından iddia edilebilecektir. UPOV sözleşmelerinin araştırmaları teşvik ettiği yalandır. California Üniversitesinden Charles E. Hess şöyle demektedir:
“Fikri mülkiyet hakları genetik materyal değişimini yavaşlatmakta, yeni bilginin yayılımını yavaşlatmakta, temel ve uygulamalı araştırma arasındaki dengeyi altüst etmekte ve bilimsel bütünlüğü yok eder görünmektedir.”
Bitki çeşitlerinin korunması ismi yanlıştır. UPOV sözleşmeleri çeşitleri korumaktan ziyade büyük bitki ıslahı ve biyoteknoloji firmalarının çıkarlarını korumaktadır. 1991 sözleşmesinde öncekilerden farklı olarak çeşitler için ayrıca patent alabilmektedirler. Daha öncede söylediğimiz gibi on bin yıldır köylülerin geliştirdiği çeşitler bir iki gen eklenerek patent alınmaya çalışılmaktadır. Burada sanayi patentlerinde olduğu gibi bir buluş yoktur. Hırsızlık vardır. 1960’larda bir Batı Almanya Tarım Bakanı bitkilerdeki patentler yüzünden “kırsal kesimin yakında dilenmeye itileceğini” söylemişti. (4)
1991 sözleşmesinde ürünler üzerinde bile şirketlerin hak edebilmesinin yolları açılmıştır. Eğer telif hakkı tohuma ödenmez ise çeşit sahibi hasattan elde edilen ürünü kullanandan ödeme talep edebilecektir. Benzer bir olay Kanada’da gerçekleşmiştir. GDO’lu çeşitten gen kaçması sonucu tohum şirketi aslında zarara uğramış çiftçiden tazminat talep etmiştir.
2011 yılında yeni bir UPOV sözleşmesi hazırlanacaktır. Bu anlaşmada çiftçiler, tüketiciler ve doğanın boynundaki kement biraz daha sıkılacaktır. Eğer başarılı olabilirlerse bu sözleşme köylülerin tohum üzerindeki haklarının ve ıslah amacıyla çeşitlerin kullanılmasının sonu olacaktır. Yeni sözleşmede muhtemelen çeşitler yanında ürünler üzerinde de hak iddia edilecektir. Patent sahibi veya koruma sahibi firma ürünlerimize kendi çeşidinden üretildiğini iddia ederek el koyabilecektir. Çeşitlerin koruma süresi 1991 sözleşmesinde 20–25 yıl iken 2011 sözleşmesinde 25–30 yıla çıkacaktır. Islah amacıyla çeşitlerin kullanımı şimdi kısıtlı iken 2011 sözleşmesinde 10 yıl boyunca kullanılamayacak, daha sonra ise sadece kayıt ile ve sahibine telif ödenerek yapılabilecektir. Üreticiler tohumlarını kullanamayacaklardır. Bütün dünya için tek bir uygulama yapılabilecek, şimdi olduğu gibi koruma yanında ayrıca patent de yapılabilecektir.
UPOV’un sonucu genetik kaynaklarımız yağmalanacak, köylü çeşitleri, yerel çeşitler gelişmiş ülkelerde olduğu gibi hızla yok olacaktır. Tarım ilacı ve gübre kullanımına dayalı bir tarım sistemi olan endüstriyel tarım yaygınlaşacak, bu topraklarımızın, sularımızın, ürünlerimizin kirlenmesini getirecek, küresel ısınmayı hızlandıracaktır. Köylüler tohumlara daha yüksek fiyat ödeyecek ve endüstriyel girdilere daha çok para harcayacaklardır. Taşımaya daha elverişli tatsız ve besin değeri düşük sebze, meyveler yüzünden ülkemizde de uluslararası şirketlerin eline geçmiş hipermarket zincirlerinin ürün üzerindeki hâkimiyetleri artacak, ürünler daha ucuza çiftçinin elinden alınabileceklerdir. Bütün bu gelişmeler köylünün yoksullaşması ve kırlardan göç ederek kentlere yığılmasını hızlandıracaktır. Lezzetsiz ve besin değeri düşük ürünleri tüketecek olan tüketicilerin sağlıkları ABD’deki gibi bozulmaya devam edecektir.
UPOV’u kabul etmemiz için hiçbir zorunluluk yoktur. UPOV Birleşmiş Milletler Biyoçeşitlilik Sözleşmesi ile çelişmektedir.
UPOV ülkenin topsuz tüfeksiz işgalidir.
Türkiye varlıklarını savunacaktır.
************************************
1. www.basbakanlik.gov.tr/docs/kkgm/kanıuntasarilari/101-1094%20GEREKCE.doc da okunabiliyor.
2. http: //tinyurl.com/26lbqe
3, GAIA/GRAIN, Ten Reasons not to Join UPOV-Global Trade and Biodiversity in Conflict, issue no. 2, May 1998. www.grain.org/briefings/?id=1
4. Stephan A. Bent,”History and Portents for Intellectual Property Rights in agricultural Innovations” Patent Protection of plant -Releated Innovations: Facts and Isues, ISF Seminar, Copenhagen, 1-2 June 2006.
******************************************
Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarım Ekonomisi Bölümü

Hayvancilik Raporu

Son günlerde Türkiye’de yaşanan tartışmalardan biri de damızlık hayvan ithalatının zorunlu olduğunu savunanlar ile damızlık hayvan ithalatına karşı olanlar arasında yaşanıyor. Çiftçi Sendikaları Konfederasyonlaşma Platformu bu konudaki düşüncesini basın açıklaması yaparak duyurdu ve ayrıca “Hayvancılık Raporu”nu açıkladı. HAYVAN İTHALATI DEĞİL, HAYVAN ISLAHI
Avrupa’da deli dana hastalığının görüldüğü 1996 yılından itibaren, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’na bağlı Koruma Kontrol Genel Müdürlüğü, Avrupa ülkelerinden canlı hayvan ithalatını yasaklamıştı.
Aslında Bakanlıkça kesin bir yasaklama kararı alınmamıştı ama genel müdürlük ‘kontrol belgesi’ vermeyerek ithalatı bir bakıma yasaklamış oldu. Bu yasaklama Avrupa’dan canlı hayvan ithalatını neredeyse tümden kesmişti.
Yıllar itibarıyla canlı hayvan ithalatımız;
1996’da 167.429,1997’da 16.929,1998’de 26.094,1999’da 23.618,2000’de 33.458,2001’de 22.843,2002’de 15.392,2003’de 11.845,2004’de 9.782,2005’de 14.074,2006’da 15.318,2007’de 374,**2007 Ocak ayı ithalat rakamı
Son günlerde Türkiye’de damızlık hayvan ithalatının zorunlu olduğunu savunanlar ile damızlık hayvan ithalatına karşı olanlar arasında bir tartışma almış başını gidiyor.
Türkiye Damızlık Sığır Yetiştiricileri Birliği Başkanı Sedat Güngör damızlık sığır ithalatına karşı; mevcut hayvan yetiştiricilerinin durumunu zora sokacağını söylüyor.
Türkiye Odalar Borsalar Birliği (TOBB) Başkan Yardımcısı ve Ankara Ticaret Borsası Başkanı Faik Yavuz, damızlık hayvan ithalatına karşı; “damızlık hayvan ithalatı yeni yatırımcının sektöre girmesinin önünü kapatır,” diyor.
Bilindiği gibi hayvan yetiştiricileri için daha önce ıslah yaparak damızlık yetiştiren Tarımsal İşletmeler Genel Müdürlükleri (TİGEM) vardı. IMF ve Dünya Bankası istiyor diye kamu bu görevi terk etti, TİGEM’leri de özel sektöre kiraladı. Daha önce hayvan yetiştiricileri için ıslah yaparak damızlık yetiştiriciliği yapan TİGEM’leri kiralayan iş adamları ıslah yaparak damızlık yetiştirmek yerine işin kolayına kaçarak şimdi damızlık ithal edelim diyorlar. Gerekçe olarak da; on binlerce dönüm arazi kiraladıklarını on milyon dolarlarla ifade edilecek yatırımlar yapacaklarını ama yeterli damızlık hayvan olmadığını söylüyorlar. Milyonlarca hayvan yetiştiricisi için ıslah yapan TİGEM’leri kiralayarak küçük çaplı hayvan yetiştiricileri için damızlık umut kapısı olan kaynağı kurutmaya neden oldukları yetmiyormuş gibi hükümete; “milyon dolara varan yatırım yapacağız ama yeterli damızlık yok, izin verin getirelim” diyebiliyorlar.
Hükümetlerin, şirketlerin dışarıdan damızlık getirerek hayvan yetiştiriciliği yapmasına izin vermesinde bu ülkenin ekonomisi, yurttaşları ve hayvan yetiştiricileri için bir faydası yok. Bu durum Türkiye’yi damızlıkta daha fazla dışarıya bağımlı kılıyor. Hükümetler, kamudan kiralanan işletmelerinin bu güne kadar yaptığı iş olan, “damızlığını kendin üret ve ülke ekonomisine, ülkenin hayvan yetiştiricilerine faydalı ol, ülkeyi damızlıkta bağımlılıktan kurtar” demiyor; “olur damızlık ithal edebilirsiniz” diyor, izin veriyor. Üstelik Avrupa’dan getirilen damızlık hayvanlarında yaşanan felaketin üzerinden 11 yıl geçmiş olmasına karşın ülke olarak kendimize has bir çözüm üretmemiş olmamız da hayvan yetiştiriciliğine nasıl baktığımız gösteren başka bir gösterge.
Gebe düve ithalatı sağlık, ekonomik ve sosyal açıdan büyük bir tehlike taşımaktadır. Şöyle ki;
• Geçmiş yıllarda yapılan gebe düve ithalatının Türkiye hayvancılığına bir yararı olmamıştır, yine olmayacaktır. Bir başka iş adamı Orhan Ziya Diren, bir süre önce Uruguay’dan 800 hayvan ithal edildiğine ama pek başarı sağlanamadığına dikkat çekiyor.• Gerçekte Türkiye’nin damızlık gebe düve ithaline ihtiyacı yoktur. Türkiye düve ihraç edecek potansiyele sahiptir. İthalat yerine damızlık düve üretme çiftlikleri kurulabilir, TİGEM’ler bu amaç için kullanılabilir, kesime giden düveler üretime kazandırılabilir.
ABD ve AB’den ithal edilecek sığırlarda, Deli Dana Hastalığı (BSE) ile bulaşık olma olasılığı yüksektir. Türkiye’nin ithal edeceği sığırlar genç düve olacağı için bu hastalığın varlığı testlerle saptanamıyor. Hastalık belirtileri sığırlarda doğumdan sonra en erken 20. ayda ortaya çıkıyor.
Deli Dana Hastalığı’nın insanlara bulaşma riski yüksek. Kuluçka dönemi çok uzun, ortalama 5–5,5 yıl. Bu hastalık insanlarda hafıza kaybı yapıyor, son aşamada felç ortaya çıkıyor, hasta birkaç ay içinde ölüyor.
Bütün bu nedenlerden dolayı;
• İthal edilecek gebe düveler BSE riski taşıdığı için halkımızın sağlığı risk altına girebilir.• İthal edilecek gebe düveler BSE riski taşıdığı için Türkiye riskli ülkeler arasında sayılır.• BSE hastalığı halkın et ve süt tüketimini olumsuz etkileyebilir.
Ayrıca yapılacak ithalatla Türkiye hayvan yetiştiricilerinden esirgenen kaynak yabancı hayvan/damızlık yetiştiricisi şirketlere aktarılmış olunacak.
Büyük çaplı hayvan yetiştiricileri ile devletin TİGEM’lerini kiralayan şirketler kendi çıkarları için birbirine girmiş; ortalık toz duman, göz gözü görmüyor!
Bu arada şirketlerin çıkar kavgasının sebep olduğu karmaşada ülke nüfusunun büyük bir bölümünü oluşturan tarımcıların (bitkisel ve hayvansal üreticilerin) hayatlarını kolaylaştıracak tek bir çözüm konuşulmuyor. İthalatın ülke tarımına olacak olan yarar ve zararı düşünülmüyor, hesap edilmiyor. Başka bir deyişle, Bakanlık, ithal edilecek hayvanların, köydeki hayvan yetiştiricisine vuracağı darbe, bitkisel üretimde neden olacağı verim düşüklüğü göz önüne alınmadan ithalatı serbest bırakıyor.
Bir başka gerçeklik ise çokça öykündüğümüz ve referans olarak gösterdiğimiz AB ülkelerinde 100 baş ve üzeri işletmelerin sayısı %1’i geçmiyor. Büyük (fabrikasyon) sığır işletmeciliği Türkiye tarımının (bitkisel üretim ve hayvan yetiştiriciliğinin) yapısal özelliklerine uygun değil. Bu tür işletmelere yönelmek hayvan yetiştiriciliğinin yanında bitkisel üretimi de olumsuz etkileyecek. Çiftçimiz işsiz kalacaktır.
Tüm sakıncalarına karşın tarımın şirketleşmesi için hükümet elinden gelen kolaylığı zaten gösteriyor. 100 başın altında olmamak kaydıyla ithalat serbestliği zaten vardı, sürüyordu. Yani şirketlere damızlık ithal etme yasağı hiçbir zaman olmadı denilebilir. Sadece deli dana hastalığından sonra damızlık hayvan ithalatı Avrupa yerine Yeni Zelanda ve Avustralya’dan yapılıyordu. ABD ve AB’de var olan BSE riskine karşın ısrar niye?
Çiftçi Sendikaları Konfederasyonlaşma Platformu tarımı şirketleştiren, hayvan yetiştiriciliğini, üreticiliğe/fabrikasyon üretime dönüştüren ve hayvan yetiştiriciliği ile bitkisel üretimi birbirinden ayıran şirket tarımcılığı politikalarına karşıdır. Bu tür politikaların ülke ve yetiştiricilerin yararına olmadığına inanır.
Hayvan yetiştiriciliği konusundaki sendikalarımızın görüş ve düşüncelerini içeren rapor ektedir.
Abdullah AYSUÇiftçi Sendikaları KonfederasyonuPlatformu Dönem Sözcüsü
*****************************************************************************
HAYVANCILIK RAPORU
Hayvanlar toprağa zenginlik katar, dönüştürür ve yenilerler. Hayvanların toprağa bıraktıkları gübreler ile insanlar tarafından toprağa karıştırılan hayvan gübreleri bitkileri besler, gelişimini olumlu yönde etkiler.
Hayvan gübrelerinin karıştırıldıkları topraklarda yetişen bitkiler sonra insanlar için çok değerli bir besine dönüşür, sağlıklı ve lezzetli ürünler olarak sofralarımıza gelir. Bu nedenle hayvansal üretim ile bitkisel üretimin birlikte yapılması, ayrıksılaştırılmaması; insanlar, hayvanlar, diğer tüm canlılar ile birlikte toprak ve su sağlığı, dengeli bir çevre için zorunluluktur.
Hayvan yetiştiriciliği konusunda şu an süren/uygulanan iki üretim modeli birbiriyle karşıtlık taşımaktadır. Bunlardan biri sürdürülebilir köylü tarımı çerçevesinde sürdürülebilir hayvan yetiştiriciliği, diğeri ise şirketlerin uyguladığı endüstriyel hayvan üretimi ki; yaygın adıyla fabrikasyon hayvan üreticiliği.
Evet, sürdürülebilir köylü tarımı çerçevesinde köylüler hayvanları yetiştirirler. Endüstriyel tarzda ise şirketler hayvan yetiştiriciliği yapmaz, hayvan üretirler; çorap, ayakkabı veya başka herhangi bir şeyi ürettikleri gibi…
Sürdürülebilir hayvan yetiştiriciliği, dünya nüfusunun büyük bir kesimini oluşturan köylüler için iş, aş ve sağlıklı bir çevrede bitkisel ürün üretimi yapabilmeleri için de sigortadır.
Fabrikasyon hayvansal üretimi ise, küçük bir azınlık olan şirket sahiplerinin kasalarını ve keselerini şişirir, zenginliklerine zenginlik katar. Dünya nüfusunun büyük bir kesimini oluşturan köylüler ise işinden ve aşından eder.
Ayrıca sürdürülebilir hayvan yetiştiriciliği, fabrikasyon hayvan üretiminin tersine çevreyle dosttur, küresel iklim değişikliğine olumlu katkıda bulunur ve bitkisel üretimde verimlilik artışı sağlar.
Fabrikasyon hayvan üretim tarzı hayvanla bitkiyi birbirinden koparan bir sistem olduğu için bitki çıktısının hayvanı, hayvan çıktısının bitkiyi ve toprağı beslemesini engeller.
Çokuluslu gıda şirketlerinin çıkarı fabrikasyon hayvan üretiminden yana… Köylülerin çıkarı ise tüm insanların ve diğer canlıların da çıkarı olan sürdürülebilir hayvan yetiştiriciliğinden yana…
Hayvancılıkta sürdürülebilir hayvan yetiştiriciliği mi, endüstriyel/ fabrikasyon hayvansal üretim mi?
Sürdürülebilir hayvan yetiştiriciliği, yerli sığırlardan yapılan yetiştiriciliği ve onların ıslahı ile verimliliği artırmayı esas alır. Çünkü yerli sığırlar bölgeye adapte olduğu için çevre koşullarına ve hastalıklara daha dayanıklı olur, ürün artıklarını ve ekilmemiş arazilerdeki bitkileri kullanır, besin için insanlar ile rekabet etmezler. Bitkisel üretime beşiklik eden tarlalar için organik gübre sağlar ve bu yolla insanlar için gıdaya dönüşecek bitkisel verimliliği arttırırlar. Yerli sığırlar bu olumlu işleri yaparken çevrenin dengesini ve toprağı da korurlar.
Sürdürülebilir hayvan yetiştiriciliği yapan köylüler hayvan yetiştiriciliğini sadece kesimlik/kasaplık hayvan elde etme amacıyla yapmaz. Birbirini desteklesin/beslesin diye bitkisel üretim ile hayvan yetiştiriciliğini birlikte yapar yani hayvansal üretimle bitkisel üretimi bir bütün olarak görür.
Hayvanı yetiştirir, hayvandan sütünü alır peynire, tereyağına, çökeleğe dönüştürür fazlasını yerel pazara götürür pazarlar. Et için ise kısırlaşmış, yaşlanmış, verimden düşmüş mecalsiz hayvanları keser, gıda olarak tüketir, kendi ihtiyacının fazlasını yerel pazara götürür sunar. Buradan elde ettiği artı değeri bütçesine aktarır, diğer ihtiyaçlarının temininde kullanır. Bu tür üretim ve yetiştiricilik hem sürdürülebilir, hem de doğayla barışıktır. Hem ülke düzeyinde yeterliliği sağlar, hem de kırların ıssızlaşmasını önler, canlı kalmasını sağlar.
Yerli sığırlar endüstriyel sığırların aksine, tükettiğinden daha fazla besin üretirken fabrikasyon/endüstriyel hayvan üretim tarzında hayvanlar sağladıkları gıdanın altı mislini tüketirler. Bu konuda rakamların tanıklığı şöyle: yerli sığırlar kendilerine verilen organik maddenin %29’unu, enerjinin %22’sini, proteinin %3’ünü tüketir. Endüstriyel hayvan yetiştiriciliği tarzında hayvanlar organik maddenin %9,7’sini, enerjinin 5,5’ini ancak tüketir.
Yeşil devrim ve hayvan yetiştiriciliği
Şirketler, bitkisel üretimde kimyasala, hayvan yetiştiriciliğinde fenni yeme ve antibiyotiğe toprak işlemede fosil yakıtlı yoğun makineleşmeye, tohumda suya duyarlı hibrit tohuma dayalı üretim modelini halka “yeşil devrim” diye yaldızlayarak, şirinleştirerek sundular.
Yeşil devrim, hayvansal üretim ile bitkisel üretimi birbirinden ayırdı; bitkisel üretimin eksenini makineye, kimyasala, suya duyarlı tohuma kaydırdı. Bitkisel üretim için gerekli olan gübre kaynağını yenilenebilir organik gübrelerden yenilenemez kimyasal girdilere doğru kaydırdı. Yani kimyasal gübre temelli üretim tarzını esas aldı ve yaydı. Bunun sonucu olarak da gıda üretiminde yerli sığırlar değersizmiş gibi gösterildi, kadınların ise sığırların üstündeki emeği ve bilgeliği yok edildi/sayıldı.
Ayrıca, hayvancılık alanında sürdürülebilir hayvan yetiştiriciliği tarzındaki hayvancılık, fabrikasyon hayvan üreticiliği tarzına dönüştürüldü; hayvanlar kapalı alanlara hapsedildi, fenni yem ve antibiyotikli beslenmeye tabii tutuldu.
Yeşil devrim, bitkisel üretimde sap üretimini kısalttı ve azalttı bu yolla yüksek verimliliğe erişti. Ancak bitkisel üretimdeki bu üretim modeli, hayvanların bitkisel üretimde tükettiği yan ürünler olan sap benzeri kısımları ortadan kaldırdı. Endüstriyel üretim modeli, yan ürünleri ortadan kaldırdı. Fabrikasyon hayvan üretim tarzı, bitkisel üretimle bağını kopardı. Bu tarz üretimle ortaya çıkan gübreler bitkisel üretimde değerlendirilmemeye/buluşturulmamaya başladı. Bu durum, büyük bir israfın yanısıra ciddi çevresel sorunlara yol açmaya başladı.
Yeşil devrim, birliktelikleri, birbirlerine aracısız girdi sağlayan bitkisel ve hayvansal üretimi ayrıksılaştırarak, bitkisel üretim için de hayvan yetiştiriciliği için de gerekli olan girdileri dışarıdan (kimyasal-sentetik girdi üreten şirketlerden) sağlamaya mecbur etti/kıldı.
İnek sadece süt makinesi midir?
Hayvancılıkta fabrikasyona, bitkiselde kimyasala dayalı üretimi esas alan yeşil devrim hayvanları tarla bitkileriyle bir bütün olarak görmüyor, ineği sadece süt makinesi olarak görüyor.
Yeşil devrim yanlıları, sığıra baktıklarında sadece inekle sütü eşdeğer görüyor. Sığırların diğer ürünleri olan; işgücünü, gübre ve yakıt üretimini, deri, boynuz ve toynaklarını görmezden geldiği gibi, bunların görünmez olması için çalışıyor/çabalıyor.
Hâlbuki bitkisel üretim ile hayvansal üretim bir bütündür. İnek sütü bu bütünün sonucunda elde edilen ürünlerden sadece bir tanesidir. Sığırlar, gıda sisteminde üretimi gerçekleştiren unsurlardan sadece biridir…
Eğer süt üretimi yeşil devrim sistemine göre yürütülecek ve artırılacak olursa Türkiye tarımı olumsuz etkilenir; hastalıklara karşı dirençli çeşitli sığır türleri yok olur. Hayvan-bitki üretim sistemlerinin bütünleştirilmesi sayesinde ayakta kalan, yaşamını sürdüren küçük çiftçiler mesleklerini bırakmak zorunda kalır.
Evet, endüstriyel üretimden yana olanlar (şirketler) sığırları süt makinesi olarak görüyor. Bu amaçla çokuluslu biyoteknoloji endüstrisinin, süt üretimini artıracak yeni gen mühendisliği “mucizeleri”ni destekliyorlar.
Endüstriyel yetiştiricilikte inekler bir deri bir kemik kalır
Cynamic, Monsanto ve Upjohn gibi çokuluslu şirketlerin gen mühendisliği yöntemiyle ürettikleri bovin somatrofin (BST) büyüme hormonunun çevresel etkileri hakkındaki tüm tartışmalara/karşı çıkmalara karşın pazara sürülüyor.
BST ineklere günlük olarak şırınga edildiğinde enerjiyi süt üretimine yönlendirmektedir. Eğer ineklerin enerjisi süt üretimine çok fazla yönlendirilirse bu kez inekler bir deri bir kemik kalabilirler.
Peki, endüstriyel/fabrikasyon üretim tarzında BST uygulayarak hayvanları süt makinesi gibi görenler hayvanlara işkence etmiş olmuyorlar mı? Bu yolla küçük yetiştiricilerin geçim kaynakları tehdit edilmiş olmuyor mu?
“Bir başkasına zarar verdiği yerde durma/durdurulma” sınırı şirketler için ilerleme hakkı olarak tanınıyor/kullandırılıyor.
Gen mühendisliği yöntemleriyle üretilen BST veya bovin büyüme hormonu (BGH) tüketici direnişine neden olmakta ve sütlerin etiketlenmesini talep eden tüketicilere karşı biyoteknoloji endüstrisi etiketlemeye şiddetli bir biçimde karşı çıkmaktadır. Monsanto, sütlerini “BGH içermez” şeklinde etiketleyen ABD’li çiftçileri mahkemeye bile verebilmiştir.
Yani özgürlükler ve demokrasi, serbest ticaret yanlısı şirketler tarafından ayaklar altına alınmaktadır. Başka bir deyişle; serbest ticaretçilerin (şirketlerin) başkasının haklarına saygı göstermemesi demokrasi olarak ifade ediliyor artık. Şirketlerin özgürlüklerini kullanmada birey ve topluma uygulanan “bir başkasına zarar verdiği yerde durma/durdurulma” sınırı şirketler için ilerleme hakkı olarak tanınıyor/kullandırılıyor.
Şirketler gıdaya egemen olmak için ne etik, ne insan ve hayvan hakları konusunda sınır tanıyor, tüm sınırları ihlal ediyor. Gıdaya egemen olma yolunda hiçbir şeyi engel olarak görmüyor.
Şirketler için yerli hayvanlar verimliliği düşük diye harcanıyor. Hayvan çeşitliliği yok edildiğinde yaşamın kaynağı olan canlı türlerin nasıl korunacağı bilgisi de beraberinde yok edilir, şirketler ve şirket güdümlü hükümetler buna aldırmıyor. Bu koruma bilgisi yerini şirketlerin kârlarının nasıl korunacağı anlayışına ve endüstriyel tarım işletmelerinin (şirketlerin) egemenliğine terk ediliyor. Bütün bunlar ekonomik gereklilik diye ifade ediliyor, bu gerekçeyle de herkes “ikna” ediliyor ya da herkesin “ikna” edildiğine inanılıyor!
Tarla bitkileri hepimiz için gıdadır
Sürdürülebilir köylü tarımı/ekolojik tarım kültüründe teknolojiler ve ekonomiler, bitkiler ile hayvan yetiştiriciliği bir bütünlük arz eder. Birinin atıkları diğerleri için besin maddesi sağlar, onları geliştirir yani karşılıklı iki taraflı bir besleyici ilişki söz konusudur. Bitki yan ürünleri hayvanları, hayvan atıkları bitkileri yetiştiren toprağı besler. Bitkiler sadece dane vermez, aynı zamanda sap da verir. Sap hayvanlar için yem ve organik madde sağlar. Bitkiler; sadece hayvanlar için değil, hayvanlar ile birlikte insanlar ve topraktaki pek çok canlı organizma için de gıda değeri taşır.
Toprak, insanlar, hayvanlar, bitkiler ve daha birçok canlı için gıda sağlayan beşik görevi görür. Onu çok iyi korumak ve beslemek gerekir. İnsanlar, hayvanlar, bitkiler ve daha birçok canlının toprağın hem üzerinde hem de altında yaşamlarını sürdürebilmelerini sağlamak için toprağı kimyasallar ile değil organik maddeler ile beslemeliyiz.
Organik olarak beslenen topraklar, milyonlarca mikroorganizmaya ev sahipliği yapar, mikroorganizmalar toprağın verimliliğini artırır. Çünkü topraktaki mikroorganizmalar bitkilerin alması gereken besinleri parçalar, kullanılabilecek hale getirir. Bakteriler ise çiftçilerin tarlalara bıraktığı sapların selüloz lifleri üzerinde beslenir. Hektar başına 100 ile 300 kg amip bu bakterilerle beslenerek kömürleşmiş liflerini bitkiler tarafından alınmaya hazır hale getirir. Toprağın her gramında organik madde sağlayan ve yaşamsal önemdeki azotu bağlayan 100.000 yosun bulunur. Her hektar, bir ila on iki ton arasında mantar ve eklembacaklı, yumuşakça ve tarla faresi barındırır, onlara ev sahipliği yapar. Tarlaların altında yaşayan kemirgenler toprağı havalandırarak toprağın su tutma kapasitesini arttırırlar. Örümcekler, kırkayaklar ve böcekler toprağın yüzeyindeki organik maddeleri ufalar, zenginleştirir.
Kimyasala dayalı üretim modeli bu canlıları öldürür, azaltır, mecalsiz bırakır; fonksiyonlarını azaltır.
Toprağı yaşayan canlı ve canlıları da toprakta yaşayabilir kılmak için kimyasala dayalı üretim tarzı yerine sürdürülebilir köylü tarımını uygulayarak organiğe dayalı ve birbirini besleyen, destekleyen hayvancılık ile bitkisel üretimi şirketler gibi ayrıksılaştırmayan, bütünleştiren bir üretim modeli esas alınmalıdır.
Tarımsal üretimin traktörü, gübre fabrikası ve barajı; solucanlar
Çünkü hayvan gübresi ile beslenen topraklar işlenmeyen topraklara oranla 2 ila 2,5 misli daha fazla solucan içerir. Bu solucanlar toprağın yapısını, havalanmasını ve drenajını koruyarak, organik maddeyi parçalayıp toprağa karıştırarak toprak verimliliğini artırırlar. Charles Darwin’e göre “yaratıklar tarihinde bu derece önemli rol oynamış daha başka hayvanların olup olmadığı şüphelidir.” Ancak bitkilerin üzerindeki haşereleri öldürmek için kullanılan kimyasal ilaçlar solucanları da öldürür. Bitkilere verilen kimyasal gübreler solucanların yaşama ortamlarını yok eder.
Toprakta görünmeden çalışan küçük solucanlar tarımsal üretimin en önemli ve yararlı girdileridir. Solucanlar açtığı galeriler ile toprağı traktörden daha iyi işler, bıraktığı dışkılar ise gübrelerin en kalitelisi ve yararlısıdır. Ayrıca toprağa bıraktığı gübreler en iyi inşa edilmiş barajdan daha iyi su muhafaza edicidir. Kısacası solucanlar tarımda toprağı işleyen traktör, gübre sağlayıcısı ve barajdır, denilebilir. Ama kimyasalın kullanıldığı yerde solucanlar yaşayamaz. Oysaki solucanların işlediği topraklar diğerlerine göre düzenli su dengesine sahiptir. Solucanların yaşadığı topraklar organik karbon ve azot yönünden daha zengindir. Solucanlar sürekli hareketleriyle toprağı havalandırır.
Bu konudaki veriler şöyle: Solucanlar, hava hacminin %30’lara ulaşmasına katkıda bulunurlar. Solucanların yaşadığı topraklar suyu diğerlerine göre dört ila on misli daha fazla boşaltırlar ve diğer topraklara göre su tutma kapasiteleri %20 daha fazladır. Her yıl hektar başına 15 tonu bulabilen solucan atıkları veya toprak kümecikleri verim için son derece önemli mikrobiyolojik aktiviteleri destekleyecek karbon, azot, kalsiyum, magnezyum, potasyum, sodyum ve fosfor içerir. Veriler böyle… Ancak endüstriyel üretimde solucanlar bu faaliyetlerini tam olarak yerine getiremez. Endüstriyel tarım yöntemleri bu canlı türlerinin gıda kaynaklarını yok eder ve onlara kimyasallarla saldırır; topraktaki zengin biyoçeşitliliği yok ederek verimin yenilenebilmesinin temellerini çökertir. Solucanların sözü edilen yararlılığı gösterebilmesi için toprağın organik gübre ile desteklenmesi gerekiyor. Bu da ancak hayvansal üretim ile bitkisel üretimi bütünleştirmekle/birlikte uygulamakla mümkün olabilir.
Fabrikasyon hayvan yetiştiriciliği büyük arazi gerektirir
Şu an Avrupa’da uygulanan fabrikasyon hayvan üretim tarzı, sığır yemi üretimi için diğer ülkelerden Avrupa’nın yedi misli büyüklüğünde arazi gerektirdiği söylenmektedir.
Yem üretimi için gerekli olan bunca alan kaynakların aşırı bir şekilde kullanılması anlamına gelir ve bu yem üretim sistemi arazi tasarrufu sağlamadığı gibi hayvanların yaşanamaz ortamlara hapsedilmesine de neden oluyor. Fabrikasyon hayvan yetiştiriciliğinin verimlilik ölçütlerini: “En düşük maliyet ve en yüksek kazancı sağlamak için, en küçük mekâna en fazla kaç hayvan kapatılabilir” üzerine yapıyor.
Fabrikasyon hayvan üretimi hayvanları etobur yapar
İnekler temelde otoburdurlar. Yedikleri besin, ineğin dört midesinin ilk ve en büyük haznesi olan işkembede hazmedilir. Fabrikasyon tarzda et ve süt üretiminde yüksek verimlilik protein değeri yüksek yem konsantreleriyle gerçekleşmektedir. Bu uygun bir besleme yöntemi değildir. Çünkü ineklerin otobur bir canlı olarak kaba yem tüketmeye özel olarak ihtiyaçları vardır.
Endüstriyel hayvan üretiminde hayvanların bu ihtiyacını bakın nasıl bir hile-i şerriyle yaklaşılıyor! İneklere plastik bulaşık süngeri yutturuyorlar. Bu plastik bulaşık süngerleri hayvanın işkembesinde yaşam boyu kalıyor. Sığırlara kaba yem yerine ahlak dışı sayılabilecek bu uygulamayı para kazanmak için şirketler hayvanlara reva görebiliyor. Hayvanlara reva görülen bu ahlak dışı uygulama sığırları beslemek için gereken arazi miktarını da yine de azaltmaya yetmiyor, yetmez de. Çünkü fabrikasyon yetiştirilen hayvanların tükettiği yemin çoğunluğu insanları da besleyebilecek olan dane tahıllardan hazırlanıyor.
Deli dana tarımda kırmızıçizgiyi aşmaktır
Endüstriyel tarımın deli dana ile vardığı nokta, tarımsal üretim için kabul edilebilen kırmızı çizginin de aşılması anlamına gelmektedir. Başka bir deyişle şirketlerin en fazla kâra ulaşma arzusu ahlak, insan ve hayvan sağlığı ve sağlıklı çevre için kabul edilen sınırları zorlaması, ihlal etmesidir.
Bitkisel üretim ile hayvan yetiştiriciliğinin bağının koparılması fabrikasyon hayvan üreten şirketleri yem temininde başka kaynaklara sevk ediyor. Bu kaynaklar arasında hayvan leşleri, kan tozu, kemik unu ve sakatatlar da var. Yani otobur olan hayvanlar etobur yapılıyor, fabrikasyon hayvan üretim sisteminde. İşte deli dana hastalığına bu en fazla kâra ulaşmak için her yolun/sınır ihlallerinin mubah görülmesi neden oluyor.
Görüldüğü gibi endüstriyel hayvan üretimi, sadece küçük çiftçilerin yok olmasına neden olmaz, çevresel dengeyi bozar, insan sağlığı için tehdit oluşturur. Bilindiği üzere İngiltere’de 1,5 milyon hayvana bulaşan deli dana hastalığı (BSE- bovin spongiform encephalopathy) sonrasında endüstriyel hayvan yetiştiriciliği sorgulanmaya başlandı. İngiltere’deki hayvanlara bulaşan deli dana hastalığı acaba hayvanların delirmesi mi, hayvanların insanlar tarafından delirtilmesi mi yoksa insanların sadece para için bu delice-çılgınca davranışları hoş görmeleri, insanların delirmesini göze almaları mı, veya hepsi birlikte mi? Bunu sorgulamalı ve geleceğimize yönelik kararlarımızı buna göre almalıyız.
Fabrikasyon hayvan üretimi dane tahıl paylaşımında insanlar ile hayvanlar arasında rekabete yol açar
Sürdürülebilir hayvan yetiştiriciliğinden fabrikasyon hayvan üretimine yönelmek ayrıca kıt arazi ve dane tahıl kaynakları üzerindeki paylaşımda insanlarla hayvanlar arasında rekabetçi bir durumu körükler. Bu ise bitkisel ve hayvansal üretimde sürdürülemezlik, hayvanlara yönelik vahşet ve tüm sistemleri bir arada değerlendirdiğimizde ise bitkisel ve hayvansal üretimin ayrı tutulmasının aslında düşük üretkenlik anlamına geldiği kolaylıkla görülebilmektedir.
Hayvan yetiştiriciliği ile bitkisel üretimin bir arada yapıldığı tarım sisteminde sığır, insanların tüketemedikleriyle, bir kısım yiyecek artıklarıyla ürünlerin saplarını, meralardaki ve tarla kenarındaki otları yiyerek, beslenir. Fabrikasyon hayvan üretiminde dane tahıl insanlardan alınıp yoğun yem olarak kullanılmak üzere hayvanlara verilir. Şöyle ki; bir kilogram kümes hayvanı eti üretmek için iki (2) kilogram, bir kilogram domuz eti üretmek için dört (4) kilogram, bir kilogram dana eti üretmek için ise sekiz (8) kilogram dane tahıla ihtiyaç vardır.
Fabrikasyon hayvan üretimi; kadınları işinden eder
Hayvanların katkıları, onları sağan, tezek toplayan, onları besleyen ve gerektiğinde tedavi eden kadınların emeği sayesinde mümkün olur. Hayvancılıktaki işgücünün neredeyse %90’ı kadınlardır.
Kadınlar hayvan yetiştiriciliği alanında uzman oldukları kadar geleneksel mandıracılıkta da ustadırlar; tereyağı, peynir, çökelek ve yayık ayranı üretirler. Fabrikasyon üretimle birlikte bu kültür de yok olmaktadır.
Fabrikasyon hayvan üretimi; kırsalın enerji kaynağını yok eder
Hayvanlardan elde edilen tezek, kırsal enerjinin önemli bir bölümünü karşılar. Hükümetler, tezek yerine başka bir enerji hammaddesi kullanılması halinde ne kadar bir harcama yapılması gerektiğinin hesabının yapılmasına bile gerek görmezler. Endüstriyel yetiştiricileri ve onun ideologları; yerli sığırın bu katkısını görmezden gelir, kırsalda yaşayanların ne şekilde yaşadığı veya yaşayacağı onları ilgilendirmez. Onlar her şeyi kendi kârlılık gözlüğünden bakar yorumlarlar. Onlar; “yerli sığırlar az süt verir, ‘yararsız’ hayvanlardır”, der, kestirip atarlar.
Yerli hayvanların bu çok çeşitli yaralarının getirdiği/sağladığı verimlilik, gıda şirketlerinin çıkarı/kârı için “ekonomik gereklilik!” diye tasfiye ediliyor.
Fabrikasyon hayvan üreticilerinin savunduğu gibi hayvansal protein tüketimi yaşam kalitesini ve zekâ seviyesini yükseltmez
Hayvansal proteinin tek protein kaynağı olduğu daha fazla hayvan tüketmenin daha yüksek yaşama kalitesi anlamına geldiği kanısı yaygınlaştırılmaya çalışılmaktadır. Oysa ki daha fazla hayvansal protein tüketmek yaşam kalitesini artırmaz, zekâ düzeyini yükseltmez diyenler de az değil.
Bilindiği gibi insanların bir bölümü vejetaryendir ama bunların yaşam kalitesinin ve zekâ seviyesi düşüktür denilebilinir mi? Baklagiller insanlara sağlıklı proteinler sağlar, havadaki azotu alarak toprağa bağlar toprağı azot açısından ayrıca zenginleştirir de. Baklagiller çok çeşitli olmasıyla da tarımı çeşitlendirir.
Ayrıca gelişmiş ülkelerde görülen başlıca hastalıklar olan; kanser, enfarktüs ve kalp hastalıklarının kesin olarak et tüketme kültürü/alışkanlığından kaynaklı olduğu dile getirilmektedir.
Endüstriyel hayvan yetiştiriciliği sonunda elde edilen etlerin endüstriyel olmayanlara göre daha fazla ilaç ve antibiyotik kalıntısı içerdiği, yedi kat daha fazla yağlı olduğu bir başka gerçeklik olarak orta yerde durmaktadır.
Serbest piyasa, ihracata dayalı uluslararası ticaret ve çeşitli propagandalar, çok hayvan kesilmesi, ululaşırı gıda şirketlerin isteği sonucu IMF, DB, DTÖ ve AB OTP’nin hükümetleri yönlendirmesiyle sürdürülebilir hayvan yetiştiriciliği yerine endüstriyel hayvan üreticiliği yaygınlaşıyor, bu yaygınlaşma; yerli türlerin azalmasına, tükenmesine neden oluyor. Bu konuda FAO; “yerli hayvan türlerinin çeşitliliği hızla azalmaktadır. Yok olan her tür beraberinde yenilenmesi olanaksız genetik özellikleri de götürmektedir ki bu özellikler hastalıklara karşı korunmak, üretkenlik ve çetin şartlar altında yaşayabilmek için anahtar unsur olabilir” diyor.
Evet, yerli hayvan türleri tarımsal üretimin temelidir, sürdürülmesi yaşamsal bir zorunluluktur.
Tarım DTÖ, IMF, DB ve AB OTP’in tehdidi altında.
Sürdürülebilir köylü tarımı dolayısıyla sürdürülebilir hayvan yetiştiriciliği yeşil devrimle şirketlerin baskılanmasına girdi. Bitkisel üretim ile hayvan yetiştiriciliğinin bağı koparıldı, ayrıksılaştırıldı.
Küresel kapitalizmin girdiği bu yeni evrede şirketler için tarımı, DTÖ, IMF, DB ve AB OTP yeniden tasarlıyorlar. Tarım kültürü bir bütün olarak uluslararası ticaret anlaşmalarının tehdidi altında.
AB tarımsal ürün ihracatına getirilen kısıtlamalara karşıdır. Bu kısıtlamaların GATT’ın (Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması) 11. Maddesine aykırı olduğunu savunmaktadır. GATT’ın 11. Maddesi: “ihracat ve ithalat üzerindeki her türlü kısıtlama, bu kısıtlamalar kültürel, ekonomik nedenlerle gerekli bile olsa yasadışıdır” diyor.
Fabrikasyon hayvan üretim modeli; yalnızca tarımsal yapıyı değiştirmez, kültürü de değiştirir
Bilindiği gibi, Türkiye’nin ekosistemi değişik ve çeşitli, bu nedenle tarımsal ürünler de çeşitlilik arz ediyor. Ülkemizde bol ve çeşitli tahıl, baklagiller, sebze, meyve yetişebilmektedir. Bütün bu bolluk ve çeşitlilikten kaynaklı yeme içme konusunda zengin bir kültüre sahibiz; çeşitlere göre uygun pişirme yöntemleri, yörelere göre damak tadı gelişmiş ve gelenekselleşmiş uzun yıllar süren bir kültür halini almıştır.
Evet, bilindiği gibi tarım bir kültürdür. Ulusaşırı şirketlerin değiştirdiği sadece tarımsal yapılar değil, esasen tarımsal kültürün kendisini değiştiriyorlar, yok ediyorlar. Reklâmlarla şu an yeme içme kültürümüz, damak tadımız hızla değiştiriliyor; köylerde artık köy tavuğu yerine paketlenmiş piliç, köy ekmeği yerine şehirli fırın ekmeği tüketilmekte, misafirlere ayran, limonata, çay yerine cola gibi meşrubatlar, ev yapımı pasta, kek ikramı yerine gofret, bisküvi, cips gibi şeyler ikram eder olduk. Görüldüğü gibi değişen/değiştirilen sadece tarımsal yapı değil bir kültür değişiyor/değiştiriliyor.
Yerel ve gelenekselleşmiş bu yeme içme kültürünün yerini bildiğiniz gibi ülkemizde McDonald, Kentucky Fried Chicken (KFC) ve Pizza Hut gibi restoranlar alıyor. ABD senatosu, bu tür restoranlarda sunulan işlenmiş tavuk ve dana etlerinin ABD’de her yedi saniyede bir kişide ortaya çıkan kanserlerin kaynaklarından biri olduğunu açıkladı. Sorun sadece üretici ve yetiştirici köylünün sorunu olmaktan çoktan çıktı/çıkıyor; tüm tüketicilerin sağlıklı gıda hakkı ile halkın tamamının kültürü değişiyor, değiştiriliyor.
Fabrikasyon hayvan üretim modelinde atıklar, değerlendirilmez kirleticiye dönüşür
Sürdürülebilir hayvan yetiştiriciliğinde yerel tüketim için küçük ölçekli kesim yapılır. Küçük ölçekli bu kesimler yoksul kesimlerin gıda ihtiyacını karşılamaya yönelik yapıldığından yoğun kesim yerine ihtiyaç kadar kesim yapılır aynı zamanda hayvanın tüm parçaları değerlendirilir. Örneğin postunu dericiler, kemik ve boynuzunu zanaatçılar, gübresini de aynı zamanda bitkisel üretim de yapan köylüler tarlalarda kullanırlar.
Fabrikasyon yetiştiricilikte büyük ölçekli kesimler yerelden çok genel için yapılır. Büyük ölçekli mezbahalarda yapılan kesimlerin yan ürünlerin her biri atık olarak kabul edilir değerlendirilmez, çevre ve insan sağlığı için tehdide dönüşecek olan kirleticilere dönüşür.
Evet, endüstriyel hayvan üreticileri ile onun savunucuları olan IMF, DB, DTÖ, AB OTP ve neoliberal politikaların siyasetçi ve iktisatçı ideologları; sürdürülebilir hayvan yetiştiricileri olan köylülerin, üretici olan çiftçilerin ve kadınların bilgisinin yerini endüstriyel hayvan üreten şirketlerin alması için hükümetlere baskı yapıyor, yönlendiriyor.
Başka bir deyişle bitkisel üretim ile sürdürülebilir hayvan yetiştiriciliğini birbirinden koparacak politikaları IMF, DB, DTÖ ve AB OTP hükümetlere dayatıyor ve uygulatıyor.
Damızlık yetiştiriciliği ve ıslahı yapan TİGEM’lerin özel sektöre kiraya verilmesi, TİGEM’leri kiralayanların damızlık yetiştiriciliği ve ıslahı yapmak yerine hayvan ithali yolunu seçmesi ve bunun için hükümete bastırması ve hükümetin de özel sektöre izin vermesi dışa bağımlı endüstriyel/fabrikasyon hayvancılık ekseninde bir politika izlediğimizi göstermektedir.

Abdullah AYSUÇiftçi Sendikaları KonfederasyonlaşmaPlatformu Dönem Sözcüsü

Türkiye'de buğdayın durumu

Küresel ısınma ve kuraklık buğday üretimini olumsuz olarak etkiliyor. Buğdayla ilgili bağımsız bir politikası olmayan Türkiye de çiftçiler en çok sıkıntıyı çekenler oluyor ve kendisini tüccarın ve sanayicinin sömürüsünden kurtaramıyor. Çiftçi Sendikaları Konfederasyonlaşma Platformu kamu, tüccar , sanayici, fırıncı ve buğday üreticisi ilişkisini içeren “Buğday Raporu”nu açıkladı.
TARIM ÜLKESİ TÜRKİYE’DE BUĞDAY
Küresel ısınma, kuraklık ve tarım ürünlerinden yakıt üretimine bağlı olarak dünya hububat üretiminde gerilimler yaşanıyor. Özellikle buğday ve arpa üretiminin düşmesi fiyatların yükselmesine neden oluyor. Yapılan tahminler ve uzmanların öngörüleri bu trendin on yıl daha devam edeceğine işaret ediyor.
Hububat piyasalarındaki bu gerilimden birçok ülke gibi Türkiye’de olumsuz etkileniyor. Üstelik Türkiye’nin bu konuda kendine has bir politikası ve politikalarını bağımsız belirleyebilecek bir durumu da yok. Çünkü Türkiye’nin buğday üretimi ile fiyat politikalarında bir süreden beri IMF, Dünya Bankası ve AB OTP etkili/belirleyici durumdadır.
Buğday Türkiye insanı için temel besin kaynağı, arpa ise hayvancılık için vazgeçilmez bir yem ürünüdür. Hububat hem insanlar hem da hayvanlar için zorunlu besinlerdir bu nedenle önemlidir. Dünya buğday fiyatları değişken bir duruma girdi 1–2 milyonluk taleplerde hemen yükseliyor. Arpada durum ise daha kötü dünyada satışa sunulacak miktarda arpa yok.
Türkiye buğday fiyatlarının belirlenmesinde dünya fiyatlarının esas alınması ve destekleme alımlarından Toprak Mahsulleri Ofisi’nin çekilmesi için IMF, DB ve AB OTP hükümete telkinde bulunuyor, hükümet de uyguluyor.
Kuraklık benzeri afetlerde bile üreticilerin, üretici örgütlerinin ve tarımla ilgili diğer kuruluşların uyarılarını dikkate almayan hükümetler IMF ve AB OTP’nin dediklerini eksiksiz yerine getiriyor. Bunun sonucunda bu yıl yaşadığımız gibi buğday üreticileriyle birlikte tüketiciler de mağdur oldu.
Bu durum ülke ekonomisi, üretici refahı, tüketici hakları konusunda sorunlar yaşanmasına neden oldu, olmaya devam ediyor. Sorunlar yaşandığında sorunların yarattığı tahribatı telafi için hükümetlerin bir çabası da olmuyor. Sorunlar yaşayanlara (mağdurlarına) adeta fatura ediliyor. Oysa kusur yanlış ve güdümlü politikalar uygulayan hükümetlerde. Hükümetler sorumlu tutulmuyor, tutulamıyor…
Hükümet Toprak Mahsulleri Ofisi ile hububat alımlarına müdahale eder, onun görevidir. Fiyatı belirler. Belirlediği fiyat ile üretici ve tüketiciyi tüccar ve sanayiciye karşı korur(du). Ancak birkaç yıldan bu yana bu yıl da hükümetin açıkladığı buğday alım fiyatları maliyetin gerisinde kaldı. Şöyle ki; Toprak Mahsulleri Ofisi’nin 2007 yılı buğday ürünü için açıkladığı alım fiyatı, 2006 yılı buğday ürünü için açıklanan fiyattan sadece %14 oranında yüksektir. Oysaki üretim girdisi olan gübrenin artış oranı bu üretim sezonunda %23–49 oranında gerçekleşmiştir. Buğday maliyeti 48 YKr/kg dır. Anadolu kırmızı sert ekmeklik buğdayın alım fiyatı 42,5 YKr/kg olarak açıklanmıştır. Yapılan açıklamaya göre buğdayda kg başına 4,5 YKr da pirim verilecek. Pirim ile birlikte çiftçinin eline 47 YKr/kg geçecektir. Yani pirim ile birlikte açıklanan buğday fiyatının toplamı maliyetin gerisinde bir fiyattır. Ayrıca buğday alım fiyatları gelişmiş ülkelerde olduğu gibi maliyet + %25 kar + insanca yaşam payı hesap edilerek belirlenmesi gerekirken belirlenmedi. Buna göre bir kilo buğdayın alım fiyatı; 48 YKr (maliyet) + 12 YKr (kar)+ 4,8 YKr (insanca yaşam payı)= 64,8 YKr/kg olmalıydı.
Bırakın bu fiyatı vermeyi Toprak Mahsuller Ofisi maliyetin altında belirlediği fiyattan alım bile yapmadı. Toprak Mahsulleri Ofisi piyasayı düzenlemek için alım yapmayınca da serbest piyasada buğday fiyatları açıklanan fiyatların çok gerisinde alıcı buldu. Bu nedenle buğday üreticisi çiftçi zarar etti.
Kuraklığın neden olduğu verim düşüklüğünü gören bir avuç tüccar buğday toplam üretiminin çoğunluğunu düşük fiyatla ele geçirdi. Toprak Mahsulleri Ofisi yeterli alım yapmadığı için tüccar buğday alım ve satım fiyatında belirleyici konuma geldi. Tüccar çiftçiden düşük fiyata aldığı buğdayı piyasaya yüksek fiyatla sürdü Toprak Mahsulleri Ofisi’nin bunu engellemesi gerekiyor. Ama engelleyemiyor, çünkü elinde müdahale edecek ürünü yok. Yani çiftçiden sonra tüketiciler de tüccarın ve sanayicinin sömürüsünden kendini kurtaramadı.
Hükümet piyasayı düzenlemek için iç alım yerine ithalata yöneldi ama yaşanılan kuraklık bütün dünyada etkili olduğu için dünyada buğday bulmak hem güçleşti hem de bulunan buğdayın fiyatı yüksek. Genel olarak dünya fiyatları düşük olacak diye çiftçinin buğday fiyatını düşük belirleyen hükümet yükselen dünya fiyatlarına koşut olarak çiftçilerin mağduriyetini giderecek bir ek ödeme yoluna da gitmedi/ gitmiyor.
Tüccar ve sanayicinin buğday ve un için belirlediği yüksek fiyat kervanına fırıncılarda katıldı ve ekmek için olması gereken fiyatlardan daha fazla bir fiyat talebinde bulundu. IMF politikalarının dışına çıkamayan hükümet tüm uyarılara ve tarımda çalan çana kulak tıkaması sonucu üretici çiftçi ve tüketiciyi mağdur, tüccar, sanayici ve fırıncıyı ise mutlu etmiştir.
Buğday konusundaki Çiftçi Sendikaları Konfederasyonlaşma Platformu’nun Raporu ektedir.
Saygılarımızla
Abdullah AYSUÇiftçi Sendikaları KonfederasyonlaşmaPlatformu Dönem Sözcüsü
***************************************************************************
BUĞDAY RAPORU
I - TÜRKİYE’DE BUĞDAY POLİTİKALARI
Kente göçün yoğunlaştığı, nüfusun arttığı ve üretici olmayan ordu, bir dizi bürokrat, memur ile diğer yönetici kesimin biriktirildiği kentlerde bu kesimlerin gıda ihtiyacının karşılanması her dönem sorun oluşturmuştur. Bu sorun Türkiye için Osmanlıdan bu yana süregelen bir durumdur.
Osmanlı döneminde kentlerin iaşe sorununu çözme konusunda gösterilen duyarlılık kadar bile duyarlı ve sorumlu davranılmaması biz buğday üreticileri ve tüketicileri endişelendirmektedir.
1- Osmanlı’da kentlerin iaşe sorunu ve tarım
16. yüzyılda İstanbul’un nüfusu 500 bini çoktan aşmış, üretici olmayanların kent nüfusu içindeki payı oldukça yükselmiştir. Üretici olmayan ordu ve yönetici kesiminin gıda ihtiyaçlarının karşılanması bu dönemde büyük sorun oluşturmaya başlamıştır.
Fransız tarihçi Robert Mantran, İstanbul için; “…Ürettiğinden çok fazlasını tüketen, çevresindeki alanlardan sürekli olarak gıda maddeleri ve hammaddeler çeken bir büyük parazit kent” diye söz eder.
Bugün de tarımda ısrarla sürdürülen/uygulanan IMF, DB güdümlü yapısal uyum programları köylerden kentlere insan göçünü arttırmaktan başka bir işe yaramamaktadır.
1.1- Saray(dakiler) kıtlığı varlıklarına tehdit olarak görürlerdi
İstanbul’un et ihtiyacı olsun, buğday ihtiyacı ve diğer ihtiyaçları olsun bekletilmeden karşılanması gerekiyordu. İhmale ge(tirile)mezdi. Aksi durumda İstanbul’da darlıklar ve kıtlıkların baş göstermesi kent halkının yönetime karşı harekete geçmesini tetikleyebilir(di). Bu da, saraydakilerin hiç istemedikleri, varlıklarına yönelik tehlike olarak gördükleri, bu nedenle çekindikleri bir durumdu.
İstanbul’un et ve hububat ihtiyacının karşılanması için izlenen yol, kullanılan yöntemler ve geliştirilen politikalar ile buna denk düşen uygulamalar incelediğinde; köylülerin ve tüccarların durumu, ilişki ve çelişkileri, merkezi yönetim karşısındaki pozisyonları anlaşılmış/anlatılmış olacaktır.
1.2- Osmanlı’da kentlerin et ihtiyacı ve fiyat politikaları
Osmanlı döneminde İstanbul ve diğer büyük kentlerin hayvan ihtiyacını devletin görevlendirdiği celepler karşılardı. Celepler, hayvanları yetiştiricilerden satın alır, İstanbul’a getirirdi. Celeplerin kentlere sürüleri ulaştırmasından sonra etin dağıtımından ve satışından yine devletin görevlendirdiği kasaplar sorumluydular. İşleyişe dışardan bakıldığında her şey normal, ne var bunda, denilebilir. Ancak sürecin işleyişine bakıldığında sürecin normal yani adaletli işlemediği görülecektir. Çünkü Osmanlının koyduğu kurallar celepler, kasaplar ve köylüler için pek normal değil; hem eza hem de ceza gibidir. Şöyle ki; Osmanlı kentlerin özellikle de İstanbul’un et ihtiyacının karşılanmasını arz ve talep kurallarına, piyasanın işleyişine bırakmadığı baskıladığı gibi ticaretine de yetiştirici aleyhine müdahale ederdi. Osmanlı’nın saptadığı fiyatlardan tüccarların-celeplerin kentlere mal getirmesini hep dayatır. Bu amaçla belirli ürünlere üretildikleri yerlerden el konur, mallar kente taşıttırılır, kentlerde belli yerlerde depolanır, sonra da devletin belirlediği fiyattan satışa sunulmak zorunda bırakılırdı.
Osmanlı kentlilerin iaşesini karşılamak için uyguladığı bu politika ile yükün bir bölümünü celeplik ve kasaplık yapanlara, asıl yükü de üretici köylüye yıkmış, alabildiğine sömürmüştür.
Osmanlı, İstanbulluların karnını doyurmak için hububat alanında da çok ciddi yaptırımlarda bulunmuştur. Üretici olan köylülerin ürünlerine-alın terine yok pahasına el koymuş, bunun için türlü yöntemler bulmuş ve uygulamıştır.
1.3- Osmanlıda Buğday fiyat politikaları
Osmanlı üreticiye ödenecek fiyatları, buğday için 20, arpa için 10 para olarak belirlemiştir. 18. yüzyılın ikinci yarısında belirlenen bu fiyat, yaklaşık 100 yıl boyunca değişmeksizin insafsızca uygulanmıştır. Üretici köylüye ödenen miktarın sabit tutulması nedeniyle fiyat sembolik olmuş, piyasa fiyatlarının yanında değeri iyice düşmüş, köylü, bu mubayaa yönteminin uygulanmasıyla acımasız, hunharca bir sömürüye tabi tutulmuştur.
1830’larda yapılan bir zamla fiyatlar beş katına yani, buğday 100, arpa 50 paraya çıkarılmış, bu rakamlar bile o günkü piyasa fiyatlarının çok gerisinde kalmıştır. Bu durum bize köylünün Osmanlı döneminde yıllar yılı nasıl acımasızca sömürüldüğünü göstermektedir.
Cumhuriyetin bu son on yılında buğdayda Osmanlı benzeri bir fiyat politikası uygulamasına geçilmiş, üretici köylü yoğun bir sömürüyle karşı karşıya bırakılmıştır.
2- Cumhuriyet Dönemi Hububat Politikaları
Cumhuriyetin ilk dönemlerinde bilindiği gibi nüfusun çoğunluğu köylerde yaşamaktadır. Köyde yaşayan nüfus genel nüfusun yüzde 75’inden fazladır. Bu nedenle ülke ekonomisi ve kalkınması da tarıma dayandırılmıştır.
Cumhuriyet döneminde köylüler hububat ağırlıklı üretim yapmaktadırlar. Hububatın alım satım politikaları hem üreticiler hem de tüketiciler için önemlidir. Bu anlamda Cumhuriyet yönetiminin devlet eliyle ilk müdahale ettiği alan tahılın alım satım işi olmuştur.
2.1- Tahılın alım satım işi
1932 yılında çıkarılan yasa ile üretici lehine fiyatların belli bir düzeyin altına düşmemesi için devlet buğday alım satımına Ziraat Bankası aracılığıyla müdahale eder. Daha sonra buğday ile birlikte diğer hububat türlerinin de pazar sorunundan ötürü destekleme kapsamı içine alınmaları gereği duyulur. Bu ürünlerin tamamının alım işleri TC Ziraat Bankası’nca yürütülemeye¬cek kadar kapsamlı olduğundan, 1938 yılında 3491 sayılı yasa ile TMO kurularak bu görev ona devredilir.
13.07.1938 tarih 3491 nolu yasa ve 30 milyon sermaye ile kurulan ve 1959 yılına doğru sermayesi 600 milyon TL’ye (260 milyon TL’si ödenmiştir) yükselen İktisadi Devlet Kuruluşu Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO), tarımda önemli yeri olan ku¬ruluşların başında gelir.
Üreticilerden tahıl satın almak, alınan tahılları iç ve dış pa¬zara sürmek, devlet tahıl yedeklerini oluşturmak, iç pazarda ürün fiyatlarını düzenlemek, tahıl standardizasyonunu izlemek, un değirmenleri, ekmek fabrikaları, tahıl ambarları kurmak, sınaî şirketler kurmak ve benzeri görevler TMO’ya verilmiştir.
TMO’nun kuruluşuyla amaçlanan, çiftçilerin tüccara karşı korunması, yani, çiftçinin pazar sorununun çözülmesidir. Ayrıca tüketicileri korumak üzere TMO’ya un değirmenleri, ekmek fabrikaları kurma görevleri yasa ile verilmiştir. Üretici ve tüketicilerin çıkarlarını korumaya yönelik olarak kurulan TMO, son on yılda kendisine verilen bu görevleri yerine getirmekten alıkonulmaktadır.
2.2- Hububatın serbest piyasada satılması yasaklanır
II. Dünya Savaşı sürmektedir. Türkiye savaşın dışında ama kıyıcığındadır. Bu nedenle olması gerekenden fazla askeri elinde önlem olarak tutmakta ve beslemek zorunda kalır. Elinde bulundurduğu askerler aynı zamanda köylerde toprağı işleyen genç kesim olduğu için üretimde azalmalar yaşanmaktadır. Üretimin azalması ve yaşanılan savaş koşulları olağanüstü önlemler almayı gerektirecektir.
1939–1940 yıllarında hububat serbest piyasada satılırken, Şubat 1941-Temmuz 1942 arasında hububatın serbest piyasada satılması yasaklanmış ve alımların yapılması yalnızca TMO ta¬rafından yürütülmeye başlanmıştır. Bu, II. Dünya Savaşı esnasında ülke ihtiyacının karşılanması adına alınan bir önlemdir.
Burada bir parantez açıp TMO’nun bugünkü politikalarına kısaca bakalım. Ofis, bu yıl (2007) kuraklık görülmesine rağmen ülke ihtiyacı için önlem almadı, mayısta elindeki buğdayı 37,5 kuruştan sattı. Depolayabilirdi, depolamadı. Şu an dünya buğday fiyatları 50 kuruşu aşmış durumda. Ayrıca dünya buğday rekoltesi (yıllık ürünü) düşük gerçekleştiği için piyasada buğday bulmak da zorlaştı.
Yani TMO, elindeki malı ucuza sattı; basiretli bir tüccar gibi davranmadı. Kuraklık bilinmesine karşın önlem olsun diye yeterli alım yapıp stoklamadı; tüketiciyi (halkı) düşünmedi. Piyasayı düzenleyecek oranda alım yapmadı; üretici de korunamadı. Başka bir deyişle yasalarla kendine verilen görevi yapmadı. Parantezi burada kapatalım ve biz yine geçmişe dönelim…
2.3- Savaş sonrası hububat politikaları
Savaş bitmiştir. Savaş sonrası dünya iki kutuplu bir hal almıştır. Bir tarafta Sovyetlerin başını çektiği sosyalist blok, diğer tarafta İngiltere’den liderliği devir alan ABD’nin başını çektiği kapitalist bir dünya oluşmuştur. Her iki taraf dünyayı kendi görüşleri doğrultusunda yeniden düzenlemeye girişmiştir. Türkiye dünyanın bu bölünmesinde tercihini kapitalizmden (ABD’den) yana koymuştur.
ABD, dünyanın dizaynı için Marshall Planı’nı uygulamaya koyar. Türkiye de ABD tarafından Marshall Planı içine alınır.
TMO’ya ait olmak üzere, 1950 ve 1957 yılları arasında, Marshall Planı çerçevesinde (Amerika’nın kredi yardımlarıyla), Avrupa ülkelerinin gıda ihtiyacının karşılanması amacıyla ülkenin çeşitli yerleşim noktalarında 450 tane tahıl ambarı inşa edilir. 1958 yılına gelindiğinde TMO’nun tüm tahıl am¬barlarının hacmi 1,7 milyon tona ulaşır.
2.4- Küresel kapitalizm dönemi hububat politikaları
Küresel kapitalizmin ülkemizde uygulanmaya başladığı 1980 askeri darbesinden sonra hububatın alım satımında bir dizi şirket yanlısı çiftçi/üretici karşıtı politikalar uygulanmaya başlandı.
Bugün ülkemizde tam gaz uygulanan küresel kapitalizm politikaları gereği, Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Anlaşmaları - GATT ve IMF dayatmaları so¬nucunda TMO’nun destekleme alımları yok denecek düzeye geriledi. Köylü ürettiği buğdayını, mısırını, çeltiğini TMO’ya yeterince satamıyor, çünkü IMF’nin buyruğu ile TMO köylünün ürettiği buğdayını almaktan alıkonuluyor.
TMO, alımdan çekilince geriye üretici ve tüketici lehine piyasayı düzenleyecek bir kurum da kalmıyor. Meydan sadece tüccar ve sanayiciye kalmış oluyor. Buna da serbest piyasa deniyor.
2.4.1- TMO kuruluş amacından uzaklaşıyor/uzaklaştırılıyor…
Oysa TMO depolama kapasitesi hem piyasayı düzenleyecek hem de halkımızı olumsuz iklim koşullarının yaşanacağı yıllara karşı stok yapacak düzeydedir. TMO’nun depolama kapasitesi 4.425.450 tona ulaşmış durumda olup, atıl du¬rumdaki depolama kapasitesi 4.314.050 ton’dur.
TMO depolarının yüzde 67,9’luk bölümü halen dünyada sağlıklı depolamaya olanak sağlayan birçok ülkede de kullanı¬lan havalandırma sistemlerine sahiptir. Bu oldukça önemli bir orandır. Doğal hava ile havalandırma yapan sistemlerin yanı sıra 24 adet de mevzi soğutma cihazı bulunmaktadır. Ancak hükümetler; IMF buyruğu ile TMO’yu üretici ve tüketici lehine piyasayı düzenlemeden çıkarıyorlar.
TMO’nun 1980’den sonra aşama aşama uygulamaya koyduğu alım (daha doğrusu almama) politikalarıyla çiftçilerimiz tüccar ve sanayiciye daha çok mahkûm ediliyor. Başka bir deyişle küçük ve orta ölçekli çiftçilerimiz uygulanan bu şirket yanlısı politikalarla katmerli bir sömürüye tabi tutuluyor.
Üreticilerin ürettiği ürünün fiyatı ve halkımızın olası kıtlığa, yokluğa karşı korunması hükümetlerin görevi. TMO kuruluş yasasında bu görevler tarif edilmiş durumda. Ama biz IMF istiyor diye üreticinin ürettiği ürünün fiyatını da halkın doyurulması işini de piyasa tanrısına havale ediyoruz. Şube sayısı (72), satış mağazası (6), tesisli ekip sayısı (30), geçici ekip sayısı (125), koltuk ambarı sayısı (64), üreticiye hizmet veren toplam nokta sayısı (544) olan ve Türkiye’yi bir ağ gibi ören, Çiftçilerin Kara Gün Dostu TMO’nun bu organize yapısı şirketler lehine kullanılmak isteniyor.
Yani hükümetler ve IMF, piyasa belirleyici olsun diyor. Ancak üretimden pazarlamaya zincirinin hemen her halkasında çiftçinin aleyhine bir dizi yaptırım piyasanın belirlemesiyle değil, IMF’nin dayatması ile belirleniyor.
IMF’nin dayatması ile;• Ürün taban fiyatları maliyetin altında belirleniyor.• Destekleme alımları çok az yapılıyor, yapılan bu az alımların paraları peşin ödenmiyor. Girdi fiyatları ve zirai kredi faizleri yüksek tutuluyor.
Bu “kökü dışarıda” politikaların uygulanması sonucunda orta ve kü¬çük toprak sahibi köylü ile ortakçılık ve kiracılık yapan bir bö¬lüm köylünün üretecek güçleri kalmıyor. Çiftçiler mesleğini terk etmek zorunda kalıyor. Çiftçiliği zorunlu olarak terk edenlerin toprakları değişik yapıların ve şirketlerin eline geçiyor. Özetle; tarım şirketleşiyor!
2.4.2- Neoliberal dönemde Buğday Fiyat Politikaları
Türkiye’de buğdayı tüccarlar, sanayiciler ve devlet (TMO) satın alır. Buğdayın alım fiyatını ise devlet belirler. Devlet piyasayı düzenleyecek oranda alım yapamadığı için fiyatlar devletin belirlediği fiyatların altında gerçekleşir. Buna karşın yukarıda da belirttiğimiz gibi IMF bugüne kadar devlet tarafından belirlenen buğday fiyatlarının devlet tarafından belirlenmesini istemiyor. Devlet belirleyecekse de buğday fiyatları dünya fiyatları üzerinde olmasın diye hükümetlere dayatıyor.
Dünya fiyatlarını kısaca açıklamakta yarar var. Dünya fiyatları üretimin düşük olmadığı yıllarda düşük belirlenir. Çünkü dünya piyasalarına buğday satan ülkelerin sattığı buğdaylar, ülke ihtiyaçlarının fazlasıdır. Birden fazla ülke, aynı anda dünya pazarlarına ülke fazlası olan ürünlerini sunar, bunun sonucunda fiyatlar düşer. Ancak kendi ülkelerinde fazla ürün üretiliyor diye çiftçilerine dünya fiyatlarını uygulamazlar. Yani gelişmiş ülkeler kendi çiftçilerine maliyelerin altında bir fiyat biçmezler. Dünya fiyatları ne olursa olsun onlar kendi çiftçilerine maliyetlerin üzerine yüzde 25 kâr payı koyduktan sonra bir de insanca yaşam payını ekler, çiftçilerinin ürettiği ürünün fiyatını öyle belirler ve öder.
2.4.3- Azgelişmiş ülkelerde buğday fiyatlarının belirlenmesi
Azgelişmiş ülke çiftçilerinin ürettiği ürünlerin fiyatı ise, dünyada ürün fazlası olan ülkelerin satışa sunduğu, dünya borsalarında oluşmuş olan düşük fiyatlar ölçü olarak alınıyor, belirleniyor. Azgelişmiş ülkelerde ürün fiyatlarına dünya fiyatlarının uygulanmasını isteyen IMF, uygulayan hükümetler…
Bu nedenle ülkemizde IMF-hükümet birlikteliğiyle uygulanan politikalarla buğday alım fiyatları, maliyetin çok altında belirleniyor. Bu yolla buğday üreticisi tüccar ve sanayiciye sömürttürülüyor. Yani, fiyatları mali¬yetlerin altında belirlenmesiyle sanayiye ucuz ham¬madde sağlanıyor, çiftçinin ürününü ucuza alıp pahalıya satan tüccar kazancına kazanç katıyor. Çiftçinin ilaç, mazot, gübre gibi üretim girdileri yüksek tutuluyor bu yolla da yine ta¬rımdan sanayiye kaynak aktarılıyor. Çiftçi her durumda sömürülüyor/sömürtülüyor, üretemez duruma sokuluyor.
Hükümetler, IMF’nin dayatmasıyla bu kararları alırken çiftçilere sormuyor, buğday üreticisi köylüleri yok sayıyor, onların adına kararları alıyor.
Evet, devlet destekleme alımlarından adım adım çekiliyor. Meydan tüccar ve sanayiciye bırakılıyor. TMO’nun siloları kiraya veriliyor. Çiftçiler sömürülüyor, mesleğini terk etmek zorunda bırakılıyor. Köylüler köklerinden, topraklarından koparılıyor, kent çeperlerinde bilinmez bir hayatın içine sürükleniyorlar/taşınıyorlar…
Buralara nereden geldiğimizi anlamak için filmin makarasını biraz geriye sarmamız ve yeniden izlememiz gerekiyor.
2.4.4- TMO, Özal ve küresel kapitalizm politikaları
TMO, küreselleşme politikaları öncesi, köylünün ürününü hasat sonrasında bekletmeden alır, yıl boyunca birey veya şirket olarak un tüketicilerine, iç ya da dış piyasada satardı. Hasat son¬rası yığılan alımları karşılamak için ek finans temin ederdi. Ki, TMO, ek finansı savaş yıllarında bile bulabilmiştir. Bunu da alım mevsiminde yani yaz aylarında Merkez Bankasından avans alarak sağlardı. Ürünleri sattıkça da öderdi. TMO savaş yılları dışında her yıl ödemesini muntazaman yapmıştır. Ta ki 1988 yılına ge¬linceye kadar…
Başbakan Turgut Özal, 1988 yılında; “Madem herkes ihtiyacını serbest piyasadan alıyor, TMO da oradan alsın” dedi. TMO’nun o yıl için ihtiyacı olan 8 trilyon lirayı iç piyasa¬dan temin edemedi, -temin etmesine izin verilmedi- yabancı kredi piyasasına başvurmak zo¬runda kaldı/bırakıldı. Krediyi aldığında 1 dolar=2700 TL idi. Ödedi¬ğinde ise 1 dolar= 13.000 TL olmuştu. Turgut Özal’ın kamu hizmetle¬rini yüksek faizle finanse fikri ya da finanse etmeye zorlaması TMO’ya çok pahalıya mal olmuştu. Turgut Özal’ın bu türden uygulaması bütün KİT’leri zarar eden kuruluşlar haline dönüş¬türdü. Sonra da “KİT’ler zarar ediyor satalım ve kurtulalım” di¬ye¬rek kamuoyu oluşturdu.
2.4.5- AKP, TMO ve buğday politikaları
TMO’nun bu yılki hububat alımı geçen yıllara göre çok düşük seviyede kaldı. Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO) 2007 / 2008 Dönemi Hububat Alım Kampanyası şöyle gerçekleşmiştir. Buğday alım 121.703 ton, hububat alımı 124.488 ton, toplam emanet alım 607.060 ton.Geçen yıl (2006), 15 Eylül itibarıyla TMO namı hesabına yapılan hububat alımı 2 milyon 189 bin ton, emanet alımı ise 258 bin tondu. TMO’nun alım politikalarına baktığımızda önceki yıla göre çok düşük. Türkiye hububat rekoltesi ile dünya rekoltesinde bir yükselme olmadığı gibi stoklarda hızlı bir erime durumu var.Dünya 2007 arpa üretim tahmini 142,7 milyon ton, tüketim ise (tahmini) 145,6 milyon ton. Stok tahmini 21,8 milyon ton. Son yıllarda stokların hızla eridiği bilinmektedir. Türkiye 2007 yılı hububat üretim tahminleri; buğday 16 milyon ton, arpa 7,4 milyon ton, mısır 3,6 milyon ton. Eldeki bu verilere bakıldığında hayvanlar için vazgeçilmez besin olan arpa ve insanların temel gıdası olan buğday üretimi ve stoğu S.O.S veriyor.TMO halkımızın ana besini olan buğdayı yurtiçinde (kendi buğday üreticilerimizden) alım yaparak temin etmemiş, üretici ve tüketici çıkarına olacak tarzda piyasayı düzenleme yoluna başvurmamış, tüccar ve sanayicinin lehine piyasadan çekilmiştir.Üreticiler tarafından piyasaya sürülen buğdayı iki elin parmaklarına bile erişemeyecek sayıda tüccar ucuz bir fiyata alıp stoklamış, hükümet alım piyasasından çekilerek bu az sayıdaki tüccarın vurgun vurmasına çanak tutacak tarzda bir politika izlemiştir. Çiftçi örgütleri ve uzmanların, rekolte düşük olacak, kuraklık var uyarılarına hükümet kulaklarını tıkamış, gerekirse dışardan ithal ederiz politikası gütmüştür.Ancak kuraklık ülkemizi olduğu gibi dünyadaki pek çok başka ülkeyi de olumsuz etkilemiş, ülkemizde buğday üretimi yaklaşık %13 oranında azalmış, Kanada, Avustralya gibi büyük buğday ihracatçıları da kuraklığın etkisiyle üretimde rekolte düşüklüğü sorunuyla karşı karşıya kalmıştır. TMO, buğday ithalatına kalkışsa dahi buğday bulmakta zorlanabilir, ayrıca dünyada buğday üretiminin azlığından dolayı fiyatlar çok yüksek olacak; şu anda dünyada buğdayın kilo fiyatı 500 lirayı aşmış durumda. ABD Tarım Bakanlığı, Mayıs 2008’de dünya buğday stoklarının yaklaşık 115 milyon tona gerileyeceği öngörüsünde bulunuyor.Hasat döneminde çiftçilerin ürettiği buğdayın fiyatlarını dünya fiyatları düşük olacak öngörüsüyle düşük belirlemiş ancak kuraklık nedeniyle dünya buğday rekoltesi düşünce dünya fiyatları yükselmiş, buğday üreticisi çiftçilerimiz adeta “kandırılmış”; ürünü ucuz olarak elinden alınmıştır. Hükümetin yanlış öngörüsü sonucu buğdayını düşük fiyatla elden çıkarmak zorunda kalan çiftçilerimizin mağduriyetini telafi edecek bir ödeme yapma yoluna da gitmemiştir. Hükümetin yanlış öngörüsünün üzerinden yerli ve yabancı buğday tüccarları kazançlarına kazanç katarken çiftçiler ve ülke ekonomisi zarar görmüştür.Buğday fiyatlarının yüksekliğini gerekçe gösteren fırıncılar olması gerekenin üzerinde bir zam talebiyle sahnedeki yerini almış. Hükümetin uyguladığı yanlış politikalar sonucu sömürülen çiftçilere fırıncıların ekmeğe yaptığı yüksek zamla tüketiciler de eklenmiştir.Son dönemlerde buğday fiyatlarının yüksek olmasının nedenlerinden biri de dünya piyasasında biyoyakıt üretimi nedeniyle mısır, buğday gibi gıda maddelerine yönelik talebin artmış olması. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) “Gıda Görünümü” raporuna göre, hububat fiyatları son 10 yılın en yüksek seviyesine ulaştı. Yükselen fiyatlar nedeniyle 36 ülke “gıda krizinin” eşiğinde. Raporda 2007 yılında dünyada gıda maddelerini ithal etmek için harcanacak paranın 400 milyar doları aşacağı belirtiliyor. Bu bir önceki yıla göre %5 oranında artış anlamına geliyor. Bu yıl azgelişmiş ülkelerin gıda ithalatına harcayacağı para %9 oranında artacak. Fiyatı en fazla yükselen gıda maddeleri ise %13 ile biyoyakıt üretiminde kullanılan bitkisel yağlar ve iri taneli hububat. FAO, biyoyakıta artan talep nedeniyle vatandaşlarını beslemek için mücadele eden yoksul ülkelerin yükünün daha da arttığını belirtiyor.Dünya Sağlık Örgütü de (WHO) birkaç ay önce benzer bir rapor yayınlayarak biyoyakıtların küresel ısınmanın azalmasına yardım edeceğini, kırsal bölgelerde istihdam sağlayacağını, ancak ciddi çevre sorunları ve gıda fiyatlarının yükselmesi sonucu açlığın ortaya çıkması gibi tehlikeler yaratabileceğini açıklamıştı.Uluslararası Gıda Politikaları Araştırma Örgütü’nün (IFPR) açıklamasına göre, temel gıda maddelerinin fiyatı 2010’da %20 ila %33 oranında artacak. Temel gıda maddesi fiyatlarındaki %1’lik bir artış 16 milyon insanın açlık sınırının altında kalması anlamına geliyor.TMO, görevinden uzaklaştırıldı, uzaklaştırılıyorÖzetle TMO, görevini yerine getirmemiş, buğday gibi stratejik bir üründe yeterli stoğu yapmamış, piyasayı regüle (düzenleme) etmekten geri durmuştur.Emanet alımlarının geçen yıllara oranla artması, stokların azaltılması TMO’nun piyasayı regüle etmekten vazgeçmesi meydanın tüccarın eline bıraktığının göstergesidir, kanıtıdır.Hükümetin bu yanlış politikaları sonucu TMO piyasayı düzenleyecek oranda alım yapmayarak görev kusuru işlemiş, kendi buğday üreticisi çiftçimizi mağdur etmiş, yurttaşlarımızın ana besin kaynağı buğday konusunda sorumsuz davranmış, çiftçinin yanında tüketicilerin bir avuç sanayici ve tüccar tarafından sömürülmesine neden olunmuştur. Osmanlı padişahlarının yurttaşlarının temel gıdası olan buğday için gösterdiği hassasiyeti bile AKP Hükümeti göster(e)memiştir.Çiftçi Sendikaları olarak diyoruz ki;Tahıllar halkımızın temel gıda maddesi olması nedeniyle stratejik ürünlerdir. Asyalılar için pirinç yetiştirilmesi ve tüketilmesinin anlamı ne ise bizim için de tahıllar öyledir. Arpa ile birlikte diğer hububat ürünler ise hayvanların beslenmesinde zorunlu yemlerdir.
Bu nedenle devlet, destekleme alımla¬rından çekilmemeli. Piyasayı üretici ve tüketici lehine düzenlemedeki yerini korumalı. Başka bir deyişle Hükümetlerin “Tarımda Yapılanma” adı altında uyguladığı IMF, DB ve Dünya Ticaret Örgütü’nün (WTO) dayatması olan politikalar kabul edilmemeli. Gelişmiş ülkeler ve yabancı tekellerin çıkarına olan bu politikaların üretici ve tüketicinin yara¬rına olmadığı, buğday ithalatımızın her geçen yıl artmasından da açıkça anlaşılmaktadır.
TMO’ları özelleştirmek veya işlevsizleştirmek yerine özerkleştirerek yönetimleri çiftçilere/çiftçi örgütlerine devredilmelidir. Böylece çiftçiler, “kaygı ekip keder biçme” durumundan kurtarılmış olur.
Çiftçiler, tarlada çalışarak elde ettikleri ürünlerini kaça satacaklarını, sattığı ürünün parasını ne zaman alacaklarını bilmedikleri bir belirsizlikten kurtarılmalıdır.
TMO’nun demokratikleştirilmiş yönetimleri aracılığıyla (TMO Yasasının amaç maddelerinde olduğu gibi) buğdayını un-ek¬mek-makarna-bisküviye dönüştürerek satma olanağına kavuştu¬rulmalı, bunun sonucunda elde edilen artı değerden (gelirden) de çift¬çiler ayrıca yararlandırılmalıdır. Tahıl üreticisi çiftçinin yoksulluğunu ön¬leyecek, köyden kente göçü tersine çevirebilecek yegâne yararlı uygulama bu olacaktır.
Kendisine oy vermeyen sadece borç para veren IMF’nin bir dediğini iki etmeyen, onların dayattığı kanunları eksiksiz çıkaran hükümetlerin, köylü oylarına karşı da sorumlulukları olduğunu Hububat Üreticileri Sendikası olarak bu vesileyle hatırlatmış olmaktan üzüntülüyüz.
Dünyada yeni moda bir akım olarak propagandası yapılan gıda ürünlerden biyoyakıt elde etme, insan ve hayvan gıdasını otomobil ve endüstriye yönlendirilmesi ülkemizde de yaygınlaştırılmaya çalışılmaktadır. Çiftçi Sendikaları, gıda ürünlerinin kullanımında insan ve hayvanların öncelikli olmasının doğru olacağına inanır.
Unutulmamalıdır ki, köylüler de bu ülkenin yurttaşlarıdır; vergi verir askerlik hizmetini yerine getirir, zamanı geldiğinde yurttaşlık vazifesi olan oylarını kullanırlar. Ülkeyi sevmek, ülke insanını ayrımsız bir biçimde sevmekten geçer. IMF ve ulusaşırı tarım ve gıda tekelleri yerine, çiftçilerin örgütlenmesinin önü açılarak, yasal güvenceye kavuşturularak kararları çiftçi örgütleriyle birlikte almaktan geçer.
Yani, çiftçiler, TMO’nun demokratikleştirilmiş yönetimleri aracılığıyla, kurulan değirmenlerde buğdayı una; kurulan ekmek, makarna, bisküvi fabrikalarında unu ekmeğe, ma¬karnaya, bisküviye dönüştürerek satma olanağına kavuşturul¬malıdır. Bunun sonucunda da, üretimden pazarlamaya olan zincir doğru ve adaletli kurulmuş/tamamlanmış olacaktır.Bu da;• Üreticinin alın terinin karşılığını almasını,• Tüketicinin ucuz ekmek, makarna, bisküvi tüketmesini,• Pa¬ramızın-dövizimizin ulusaşırı tarım ve gıda şirketleri yerine Türkiye çiftçisine gitmesini getirecektir.
Özetle; Türkiye tarımı IMF’siz olur, hem de üreticisi ve tüketicisiyle daha iyi gelişir. IMF’siz başarılı olmamız için, ülke olarak biraz kendimize, biraz yetişmiş insan gücümüze, biraz çiftçimize güvenmemiz yeter de artar bile.
II - BUĞDAYA İLİŞKİN ULUSLARARASI POLİTİKALARIMF, AB OTP ve Türkiye Buğday Politikaları
Özal ve Özal’dan sonraki hükümetler TMO’yu ‘Yeniden Yapılandırma’ adı altında yabancı büyük tarım ve gıda şirketleri için çalışan Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) anlaşmaları ile IMF ve Dünya Bankası’nın isteğine uygun olarak çalıştırdılar.
İşte büyük tarım ve gıda şirketlerinin yararına olan bu tarım politi¬kaları, Türkiyeli köylüleri yoksullaştıracak, meslekleri olan çiftçiliği terke taşıyacaktır…
Türkiye tarımında yerli-yabancı büyük tarım şirketlerinin egemenlik kurmasını sağlayan araçlar; Dünya Ticaret Örgütü, IMF ve AB Ortak Tarım Politikası’dır. Bu araçlar birbiri ile benzer kuruluşlardır.
1- IMF ile ilişkiler; Türkiye’de ekonomik, siyasal ve sosyal değişimler
Türkiye’de 1980’de özelleştirmeye uyarlama operasyonları başlatıldı. Daha sonra tarıma yönelik yeniden yapılandırma programı 5 Nisan 1994 kararlarıyla uygulamaya konuldu. Ancak bu program başarılamadığı için devam etmedi. Her hükümet değişikliğiyle birlikte programda da değişiklikler oldu. Tarım programları 1999 yılında yapılan stand-by anlaşması ve Aralık ayında IMF’ye verilen niyet mektupları ile tekrar gündeme geldi ve biçimlendi.
Niyet mektuplarında yer alan tarımla ilgili bölümler aşağıya alınmıştır. Niyet Mektupları, dikkatlice incelendiğinde Türkiye tarımının geleceğine hiç iyi niyet beslenmediği görülecektir.
2- Niyet mektuplar
Niyet mektuplarının tarımla ilgili bölümleri:
2.1- 9 Aralık 1999 Tarihli Niyet Mektubu:
-Tüm destekleri kaldırın, yalnız Doğrudan Gelir Desteği verin.
Stand-By anlaşması çerçevesinde IMF’ye verilen Niyet Mektubunda ülke taahhütlerinin başında mevcut destekleme politikalarının kademeli olarak kaldırılması, yerine çiftçiye yönelik tek başına Doğrudan Gelir Desteği’nin uygulanması gelmektedir. Buna neden olarak ise, mevcut destekleme sisteminin kamu bütçesine yük getirdiği, pazar yapısını bozduğu ve küçük çiftçilere ulaşmadığı gösterilmektedir.
Doğrudan Gelir Desteği’nin (DGD) tarımsal bir destek olmadığı, tarımsal üretimin sürekliliğini sağlama ve geliştirmesine hizmet etmediği, sosyal nitelikli ve giderek azaltılan bir destek olduğu bilinen bir gerçekken ne yazık ki niyet mektubunda böyle gerekçelendirilebilinmiştir.Tarım sektörlerinin sorunlarını çözmüş, gerekli alt yapıya sahip ülkelerde (gelişmiş ülkelerde) uygulanması doğru olan bir sosyal destektir, doğrudan gelir desteği. Doğrudan gelir desteği, bırakın tarımsal sorunlarını çözmüş olmayı -tarımlarının istihdam ve ülke ekonomisinde önemli yeri olmasına karşın- sürekli sorun biriktiren, üretmemek değil, üretmek zorunda olan bizim gibi (azgelişmiş) ülkelerde tek başına uygulanması/uygulattırılması önemli olumsuz sonuçlara yol açabilecek nitelikte bir yanlıştır. Tarımın geliştirilmesinin bir amaç olmaktan çıktığı, ihtiyacın çok üstündeki üretimden dolayı üretimin kısılması ama bunun yanında tarım kesiminin gelirinin korunması gerektiği durumlarda uygulanması doğru olan bir destektir…Özcesi, üretim planlaması için, diğer desteklerin yanında ek olarak kullanılabilecek bir desteği başkaları istiyor diye diğer tüm destekleri kaldırarak onların yerine tek başına vermek, Türkiye tarım sektörünü dinamitlemekten başka bir şey değildir. İşte; IMF’ye verilen niyet mektuplarının ilki ile bu taahhüt edilmiş ve uygulanmıştır.— Ürün fiyatlarını dünya fiyatları düzeyinde belirleyin.Sözü edilen niyet mektubunun 41. maddesinde ayrıca destekleme fiyatlarının tahmin edilen dünya fiyatına uyarlanacağından söz edilmektedir…Dünya fiyatları gelişmiş ülkelerde başka, azgelişmiş ülkelerde başka uygulandığını anlattığımız için burada konuya tekrar girmeyeceğiz. Yalnız bu başka politikalar, az gelişmiş ülkeleri çıkmaz sokağa sürüklemiş, gelişmiş ülkelerinse gemilerini okyanuslarda korkusuzca yüzdürmelerini sağlamıştır. Şöyle ki; azgelişmiş ülkelerin hükümetleri IMF istemiyor diye üreticilerini fiyat konusunda desteklemez. Dünya fiyatlarını esas alan bir politika uygular. Dünya fiyatlarının geçici düşüklük cazibesine kapılır; üretmek yerine ithal etme yoluna gider. Düşük belirlenen dünya fiyatları politikası sonucunda üretemeyen, zarar eden çiftçiler kent varoşlarına göç eder. Üretimde azalmalar olur. Ülke ise gıdada dışa bağımlı olur. Gıdada bağımlı hale gelen ülkeler için eskisi gibi düşük fiyat üzerinden gıda bulmak da olanaksızlaşır. Üreten ve malı olan ülkeler (gelişmiş ülkeler) fiyat belirleme konumuna azgelişmiş ülkenin üretmemesi ile erişir. Çünkü gelişmiş ülkeler, az gelişmiş ülkeleri gıdada bağımlı hale getirdikten sonra düşük fiyatla dünya piyasasına mal sürmesine gerek kalmamıştır. Fiyatları her yıl bir miktar daha artırarak hem üretemeyen ülkeyi daha bağımlı kılar, hem de eski “zararlarını” tazmin eder.— Tarımsal kredi faizlerini yükseltin.Tarımsal kredi faizlerinin sübvanse edilen (devletçe karşılanan) bölümünün sübvanse edilmemesi (devletçe karşılanmaması) IMF’ye verilen bu niyet mektubuna konu edilecektir. Desteklerin kaldırılması, destekleme fiyatlarının düşük tutulması, tarımsal kredi faizlerinin sübvansiyonun kaldırılması gibi uygulamaların her biri çiftçi ile devletin bağının koparılması, çiftçilerin yalnızlaştırılması olarak görülmelidir. Çiftçi yalnızlaştıkça/yalnızlaştırıldıkça ya üretimden uzaklaşacak ya da şirketler için üretim yaparak yaptığı işe yabancılaşacak, bağımlı üretim ilişkilerine mahkûm olacaktır.2.2- Türkiye’nin IMF’ye verdiği 2. Ek Niyet Mek¬tubu’nda “Tarım Politikaları” başlığı altında IMF’ye, devlet ban¬kalarından sağlanan kredi sübvansiyonlarının (düşük faizli kredinin) kaldırıldığı bildiril¬miş. Çiftçiler ile devletin bu konuda bağının koparıldığına yer verilmiştir.26 Haziran 2001 Tarihli Niyet Mektubu (Ankara, 26 Haziran 2001)Sekizinci gözden geçirme“…Hükümet, hububat piyasasında tüccarların faaliyet¬lerini artırmak ve TMO’nun piyasayı en az maliyetle düzenlemesine izin vermek amacıyla TMO’nun alış ve satış fiyatları arasındaki farkı, geçen yılki %12–20 olan düzeyi ile kıyaslandığında, %18 ila %26 se¬viyesine getiren bir kararname yayınlamıştır…”2.3- 31 Temmuz 2001 Tarihli Niyet MektubuTarım alanları üstü açık fabrikalardır. Doğa koşulları ürün verimliliğinin az veya çok olmasını doğrudan belirler. Çiftçilerin üretim için yeterli sermayeleri olmaz, üretebilmek için krediye muhtaçtır, ancak kredi alarak üretimini sürdürebilir. Çiftçinin kullanacağı kredi düşük faizli olmak zorundadır. Çünkü çiftçi krediyi alır; tohum, gübre, mazot, toprak işleme ve ilaçta kullanır. Karşılığını en erken olarak 6 ay sonra alır, krediyi geri döndürür. Buzdolabı satıcısı gibi o paraya 6 ayda 6 takla attırarak kazanç katlaması yapamaz. Çiftçi üretir. Üretimin de makul bir süresi vardır, o sürenin dolmasını, tamamlanmasını beklemek zorundadır. Hasat zamanı geldiğinde ürettiği ürünleri toplar, topladığı ürünlerle insanların karnını doyurur, sırtını giydirir. Ancak Hükümet, IMF’ye verdiği bu niyet mektubunda tarımsal kredileri yükseltileceğini ısrarla vurgulamaktadır.
Bu niyet mektubundaki ısrarlı ve kararlı tutumların sonrasında Ziraat Bankası yeniden yapılanmaya gidecek ve Ziraat Bankası köylüye tarımsal kredi vermekten aşama aşama uzaklaştırılacaktır.
Genelde tarımda, özelde hububat konusunda hükümetlerin niyet mektuplarında verdiği taahhütler sonunda kurulan bu bağımlılık ilişkileri Türkiye gıda ve tarım sektörüne yabancı büyük tekeller ve yerli büyük şirketlerin egemen kılınmasının yolunu açmıştır.
Tarım şirketleşme yolunda hızla ilerliyor/ilerletiliyor. Çiftçilerin çiftçiliği terk etme hızı da, her 50 saniyede bir çiftçinin mesleği terk etmesi seviyesine ulaşmış durumdadır.
Evet, tarımda güçsüzleştiriliyoruz, çiftçilikten çıkarılıyoruz. Güçsüzleştikçe çiftçiler ve ülke olarak bağımsızlığımızı yitiriyoruz. Bugün IMF, Türkiye’yi tam olarak teslim almış durumdadır. Başka bir deyişle Türkiye IMF’ye teslim edilmiştir.
IMF’ye yön veren gelişmiş ülkelerin en önemlilerinden biri AB’dir. AB’ye adaylığı kabul edilen Türkiye’nin AB ile yatıp, AB ile kalktığı bu günlerde, AB, IMF, Türkiye ilişkileri bizim için önemlidir.
AB’nin Türkiye tarımına ilişkin hazırladığı İlerleme Raporları, Türkiye tarımının rotasını çizen, çizdiği rotadan ne kadar yol aldığını veya alamadığını belirleyen yaptırımı olan raporlardır. Hatta söz konusu İlerleme Raporları sayesinde tarıma ilişkin “nur topu gibi” bir Ulusal Programımız bile doğmuştur!
3- İlerleme RaporlarıTürkiye’nin tarımını IMF ve Dünya Bankası’nın belirleyiciliğine bıraktığı 1998 yılı, AB’nin de Türkiye tarımı için ardı gelecek olan ilk İlerleme Raporunu kaleme aldığı yıla rastlar. Ne tesadüf değil mi? Bu tesadüfün Sovyetler Birliği’nin dağılması, Doğu Almanya’daki duvarın yıkılmasının toz dumanının henüz kalkmadığı anla çakışması bir başka “tesadüf” olarak görülebilir. Türkiye tarımının kaderi işte bu tesadüfler bileşkesinde ağlarını örecektir.
Türkiye tarımı niyet mektupları ile ABD’nin, İlerleme Raporları ile kıta Avrupa’sının çapraz ateşindedir artık.
3.1- 1998 İlerleme Raporu
Evet, AB’nin Türkiye’ye ilişkin ilk İlerleme Raporu 1998 yılında yayınlandı. Kırsal alanla ilgili konular Tarım başlığı ile ele alınmıştı, bu raporda.
Tarım başlığı altında; Türkiye’nin tarımsal ürün ticaretinde AB’nin önemli bir paya sahip olduğu belirtilmiş. Tarımsal gıda sektörünün halen özelleştirme sürecinde olduğu, çay, tütün, şeker, hububat gibi önemli ürünlerde devletin rolünün belirleyiciliğine dikkat çekilmiş, tarım politikaları müdahaleci bulunmuş, devletin alandan çekilmesi istenmiştir.
3.2- 1999 Yılı İlerleme Raporu
1999 Yılı İlerleme Raporu’nda alkollü içecekler, hububat, çay, şeker ve kırmızı ette devlet faaliyetinin yoğunluğunun devam ettiği ve bu alanda önemli ilerlemelerin gerçekleşmediğinden söz ediliyor.
Her iki raporun ortak yanı, kırsal alanı yalnızca tarımsal faaliyet olarak görüp değerlendirmiş olmasıdır. Kırsal alandaki yaşamın bir kültür olduğu görmezden gelinmiş. Ayrıca raporlarda devletin piyasa düzenleyici kurumlarının devam etmesinden rahatsızlığını açıklayan AB; gidişata yönelik bu açıklamalarıyla çiftçi karşıtı, şirket yanlısı olduğunu açıkça göstermiştir.
3.3- 2000 Yılı İlerleme Raporu
2000 yılı İlerleme Raporu’nun tarım başlığında, yine devlete ait Kamu İktisadi Teşebbüsleri ile devletçe yönlendirilen Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri başta olmak üzere çok sayıda müdahale kurumu olduğuna ve tarımsal sübvansiyonların yüksekliğine yer verilmiş. Hükümetin IMF ile yaptığı stand by anlaşmasıyla girdiği taahhütler bu ilerleme raporuyla hatırlatılmış ve yerine getirilmesi istenmiştir.IMF’ye verilen taahhütler;• Destek politikalarını kademeli olarak kaldırmak yerine Doğrudan Gelir Desteğine (DGD) geçmek,• Tarım Satış Kooperatifleri Birliklerine özerklik vermek,• Girdi sübvansiyonlarını kaldırmak,• Tarımsal Kamu İktisadi Teşebbüslerini (KİT) özelleştirmektir.
AB, 2000 yılı ilerleme raporuyla IMF’ye verilen taahhütlerin yerine getirilmesini istemiştir. Türkiye yukarıda sıralanan taahhütleri sırasıyla yerine getirmiş. Diğer tüm destekleri kaldırarak yalnızca DGD’ye geçilmesiyle birlikte zaten yoksul ve üretme güçlüğü içinde olan çiftçiler iyice yoksulaşmış, üretemez duruma doğru hızla sürüklenmiştir.
3.4- 2001 Yılı İlerleme Raporu2001 Tarihli İlerleme Raporu; Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı çerçevesinde tarımsal politikalara yön verileceğinden söz ediyor. Çiftçilere desteklerin ülke genelinde doğrudan gelir desteğine dönüşeceğini, ürün fiyatlarındaki artışın hedeflenen enflasyon oranını aşmayacağı, destekleme alımlarının da kısıtlanacağı belirtiliyor.
Pazara uyum için bazı ürünlerin gümrük tarifelerinin düşürüleceği, tarımsal KİT’lerin özelleştirilmesinin süreceği gibi belirlemelerde bulunuyor.
Yine AB’nin isteği doğrultusunda Türkiye bir Ulusal Tarım Programı çıkartacaktır.3.5- Ulusal Program
Tarımsal açıdan kısa ve uzun vadede yapılması taahhüt edilen konular şunlardır:Kısa Vadede;• IMF’nin isteği de olan tarımsal reformlara devam edilmesi,• Arazi kayıt sistemi, hayvan kimlik sistemi, bitki pasaport sisteminin geliştirilmesi,• Tarımsal pazarların izlenmesi,• Çevresel, yapısal ve kırsal kalkınma tedbirlerinin uygulanması, idari yapıların geliştirilmesi,• Hayvan bitki sağlığı için AB mevzuatıyla uyum için strateji belirlenmesi,• Laboratuar testleri ve denetim düzenlemelerinin kapasitelerinin iyileştirilmesi,• Balıkçılık pazarlarını ve yapısal gelişmeleri izlemek amacıyla idari yapının kurulması, balıkçılık filosu kaydının yerine getirilmesi.
Programda tarımsal reformlara devam edilmesi taahhüdünün verilmiş olması tarımda süregelen IMF tahribatına devam edileceği anlamına gelmektedir. Uygulanan tarımsal reform programlarının sonucunda yaşanılarak görülen bir tahribatı ulusal programa almak anlaşılır bir şey değil. Ayrıca bir programa “ulusal program” adı verilmekle o program ulus yararına bir program olmaz. Küresel kapitalizmin ihtiyaçlarına göre tarımımızı düzenleyen AB’nin “şu şu çerçevede bir ulusal program çıkarın” demesi sonrasında çıkan programa da asla ulusal program denilemez.
Türkiye 2001 yılında hazırladığı Ulusal Programın ardından AB, 2002 Yılı İlerleme Raporu’nu düzenlemiştir.
3.6- 2002 Yılı İlerleme Raporu
2002 Yılı İlerleme Raporu’nda; Hükümetimizin 2000 yılında IMF’nin isteğiyle başlattığı tarım reformunu devam ettirdiği, ama mevzuat uyumundaki ilerlemenin sınırlı kaldığı belirtiliyor. Raporda reformun;• Tarımsal fiyat destekleme sistemlerinin Doğrudan Gelir Desteği ile değiştirilmesini,• Tütün, çay ve fındık üretiminin yerine alternatif ürün projesini,• Tarım Satış Kooperatifleri ve Birliklerinin yeniden yapılandırılmasını,• Girdi ve kredi sübvansiyonlarının terk edilmesini,• Gıda sanayileri gibi kamu teşebbüslerinin özelleştirilmesini, kapsadığı belirtilmiştir.
Tarımsal fiyat desteklemelerinin tamamının kaldırılarak onun yerine üretimden kopuk Doğrudan Gelir Desteklerinin uygulaması yanlıştı, bunun yanlışlığı daha sonra yaşanılarak da öğrenildi.
Türkiye’de hükümetlerin zaten girdi ve kredi sübvansiyonu konularında hiçbir uzuvlarını kıpırdatmadıkları ortadadır. Çiftçilere uygulanan “para isteme benden, buz gibi soğurum senden” politikaları hükümetlerin güttükleri başat politikalardır.
AB’nin önerdiği reform, hükümetlerimizin IMF’ye taahhüdünden başka bir şey değildir. Aslında bu reform ve IMF’ye verilen taahhüt ulusaşırı gıda ve tarım şirketlerinin Türkiye tarımına egemen kılınmasına yönelik bir düzenlemedir. AB’nin Türkiye tarımını bu doğrultuda yönlendirmesi ülkemiz tarımı ve çiftçisinin yararına değildir. Çünkü bunlar Türkiye’nin tarım gerçekleriyle örtüşmeyen önermelerdir.
3.7- 2003 Yılı İlerleme Raporu
2003 Yılı İlerleme Raporu’nda; Türk Hükümeti’nin 2000 yılında kabul ettiği tarım politikaları olan;• Doğrudan Gelir Desteği verilmesi,• İşlenmiş tarım ürününe verilen ihracat geri ödemesinin kaldırılması,• Girdi ve kredi sübvansiyonlarının terk edilmesi,• Tütün, çay ve fındık için alternatif ürün programlarını kapsadığı belirtilmiş.
Bunlar söz konusu raporda kilit konular olarak değerlendirilmiş, tamamlayıcı tedbirler olarak da tarım satış kooperatifleri ve birliklerinin yeniden yapılandırılması ile tarımsal KİT’lerin özelleştirilmesi belirtilmiştir.
Evet, 2003 yılı İlerleme Raporunda istenenler; Türkiye tarımına ulusaşırı şirketlerin egemen kılınmasını sağlayacak istekler olup, şirketlerin olmazsa olmazları; Türkiyeli çiftçilerin ise yok oluşlarını getiren ölüm fermanlarıdır.
2003 İlerleme Raporu ile birlikte Türkiye’nin kaydettiği ilerlemeler ve oluşan yeni gereklilikler doğrultusunda Katılım Ortaklığı Belgesi 19 Mayıs 2003 tarihinde kabul edilmiştir.
Türkiye Katılım Ortaklığı Belgesi’ndeki uyarı ve hedefler doğrultusunda 2003 Yılı Ulusal Programı’nı hazırlamıştır.
3.8- 2003 Yılı Ulusal Programı
Programda; AB’ye üyeliğini sağlayabilmenin ana erek olduğu, Türkiye’nin AB ile bütünleşmesinin her vatandaşın bugününü ve yarını derinden etkileyeceğinden söz ediliyor. AB için: Üretimden, tüketime, sağlık, eğitim ve tarımdan sanayiye, çevreye, adalete ve güvenliğe kadar yaşamın her alanını etkileyecek, dönüştürecek bir dönüşüm/reform olduğu belirtiliyor. Bireylerin, hayat standardını artıracak bir proje olarak görüldüğü kadar Türkiye’nin de uluslararası ekonomik gücünü, demokratik saygınlığını ve güvenliğini artıracak bir proje olduğundan da söz ediliyor.
Programda, IMF’nin tarımsal reformlarına devam koşulunun ardından, bu kez de, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) Tarım Anlaşması’nın öngördüğü yükümlülüklerin de yerine getirilmesi isteniyor. DTÖ, bilindiği gibi ulusaşırı şirketler için dünya ölçeğinde ticaretin anayasasını hazırlamaktadır. Yani DTÖ anlaşmaları şirketlerden yana, çiftçilere karşı anlaşmalardır. Ayrıca programın, AB OTP ve uluslararası ticaretteki gelişmeler çerçevesinde oluşturulacağı öngörülüyor.
3.9- 2004 İlerleme Raporu
2004 İlerleme Raporu’nda Tarım alanında birçok uygulanabilir kuralların bulunduğu, bu kuralların kamu tarafından etkin bir biçimde hayata geçirilmesi gerektiği söyleniyor. AB, kamuyu, yani devlet ile çiftçi ilişkisini sadece tarımı serbest piyasaya açacak düzenlemeleri yapmakla sınırlı görüyor. Devletin çiftçilerin giyotini gibi çalışmasını istiyor.
3.10- 2005 Yılı İlerleme Raporu
İlerleme raporlarının sekizincisi 2005 yılı İlerleme Raporu’dur. Bu ilerleme raporunda bir önceki ilerleme raporundan bu yana geçen sürede tarım ve kırsal kalkınma alanındaki uyumlulaştırma konusundaki ilerlemenin sınırlı olduğu belirtiliyor.
3.3.11- 2006 Yılı İlerleme Raporu
İlerleme raporlarının 9.’su, müzakerelerin başlamasından sonraki ilk rapor. 2006 Yılı İlerleme Raporu; tarımsal ve kırsal alana ilişkin bildik, kamu ve çiftçinin bağını koparan, şirketlerin önünü açan önerilere yer vermiştir. Evet, AB ve Türkiye arasındaki ilişkilerinde belgeler ve yaklaşımlar böyle…Görüldüğü gibi IMF ile girilen taahhüt ilişkileri ve AB Ortak Tarım Politikası müzakereleri Türkiye hububat sektörünün üretimini artırmıyor, verimliliğini yükseltmiyor, tam tersine bağımlı kılıcı ilişkileri tesis ediyor ve yeterlilikten uzaklaştırıyor.
Saygılarımızla
Abdullah AYSU
Çiftçi Sendikaları KonfederasyonlaşmaPlatformu Dönem Sözcüsü