Monday, October 15, 2007

Doğader Basın Açıklaması


Doğayı ve Çevreyi Koruma Derneği
15 Ekim 2007
BASIN AÇIKLAMASI
16 EKİM- DÜNYA GIDA GÜNÜ
Ulusasırı sirketler, Dünya Ticaret Örgütü tarafından dayatılan serbest ticaret antlasmaları aracılığıyla, küresel pazarlardaki gıdayı ve tarımsal ürünleri kendi kontrolleri altına almaktadırlar. Ulusasırı sirketler, yerel ve geçimlik ekonomileri tahrip etmekte, halkların yeterli, güvenli, sağlıklı ve ekolojik olarak sürdürülebilir bir sekilde üretilmis gıdaya ulasmalarını engellemektedirler. Halbuki olması gereken sey, bireylerin, toplulukların, ülkelerin gıda egemenliğine sahip olmaları, kendi istediği ürünleri üretme, tarım sistemini koruma, tarım politikalarını belirleme hakkına sahip olmalarıdır. Gıda egemenliği, yerel ve ulusal ekonomileri ve piyasaları öncelikli tutar ve aile ile üretilen tarım, balıkçılık, hayvancılık ve gıda üretiminde, dağıtımında ve tüketilmesinde çevresel, sosyal ve ekonomik sürdürülebilirliğe dayanır. Gıda
egemenliği saydam bir alısveris önererek herkes için adil bir gelirin sağlanmasını, tüketicilerin gıda üzerinde kontrol hakkı olmasını kabul eder. Gıda egemenliği, topraklarımız, su, tohumlar, canlılar, biyoçesitlilik kullanım ve yönetim haklarının gıda üreticilerinde olması gerektiğini kabul eder. Kadınlar, erkekler, etnik gruplar, toplumlar, sosyal sınıflar ve nesiller arasında esitsizlikten ve baskıdan uzak yeni sosyal iliskileri ifade eder. Tüm canlılar, milyonlarca yıl boyunca toprak, hava, su ve günes gibi ekosistemin farklı unsurlarıyla, doğal yollarla etkileserek ve geliserek çesitlenmislerdir. Yani genetik değisim, milyonlarca yıldır var olan bir olgudur. Farklı türlerden gen aktarımı yoluyla, canlıların kendi evrimsel sürecinde gelisen ve değisen genetik özelliklerine
biyoteknoloji ile yapılan müdahaleler, tarlalarımız, sofralarımız, dolayısıyla gıdamız için büyük bir tehdittir. Genetik bilimini tarımsal biyoteknolojinin bir silahı olarak her türlü legal ve
illegal yolu kullanarak, insanlığın ve ekolojinin riske atılması pahasına tarlalara ve sofralara sokmaya çalısanlar ulusasırı sirketler ve onların çesitli ülkelerdeki sivil ya da resmi taseronlarıdır. Küresel biyoteknolojik ürün alanlarının çoğunu, yabani ot ilaçlarına tolerans geni
ve bakteri genleri asılanmıs soya, pamuk, kanola ve mısır yani toplam 4 ana ürün isgal etmektedir. Fakat bu ürünlerin ekildiği bölgelerde kullanılan tarım ilaçları miktarı, özellikle ot öldürücüler, artmıs ve artma eğilimi de devam etmektedir. Gen kaçısları ile ilaca dayanıklılık geni asılanmıs bitkiden, diğer akrabalarına bulasmalar olmaktadır. Konvansiyonel ve organik tarım ürünleri bu sayede daima tehdit altındadırlar. GDO’lu kültür bitkilerinden gen kaçısları ile pestisitlere dayanıklılık genine sahip, süper yabani otlar ortaya çıkmaktadır. GDO’lu bitkiler
hedeflenmeyen organizmaya zararlı etkide bulunabilirler, bu nedenle faydalı böcekler ve mikroorganizmaların yok edilmesi ve türlerin azalması da söz konusu olmaktadır. İnsanoğlunun gıda, tekstil hammaddesi olan lif ve enerji (bioyakıt) gereksiniminin çoğunluğunu karsılayan çok az sayıdaki monokültür ürün, biyoteknolojik endüstriyel tarım adına, konvansiyonel veya organik tarım üzerindeki totaliter baskı etmenidirler. Gen çesitliliğinin olmadığı monokültür, yani tekli tarım sistemleri, salgın boyutunda gelen hastalıklardan yüzbinlerce dönüm ürünün bir anda kaybedilmesi ve bu hastalıkların yayılmasından sorumludurlar. Bu nedenle basta
zengin gen çesitliliğine sahip yerel türler olmak üzere polikültür yani çoklu tarım sistemleri desteklenmelidir. Ürün çesitliliğinin zenginliği ülkelerin gıda üzerindeki egemenliklerini de pekistirir. Biyoteknoloji sirketleri, monokültür tarımı alabildiğince yaygınlastırarak,
kendinden baska tarım sistemlerini ve ülkelerin gıda egemenliklerini hiçe saymak, ülke çiftçilerini yıkıma sürükleyip topraklarından koparmak, ülkelerin en önemli kaynaklarından olan biyoçesitliliklerini tehdit etmek, ekolojilerini tahrip etmek, ulusların yerel çesitlerini ekledikleri ya da değistirdikleri genlerle patentleyip, mülkiyetlerine geçirmek gibi olumsuz özellik ve eylemlere sahiptirler. Bunların, ülkemiz için olusturdukları tehditi; dısa bağımlılığın
arttırılması, tarım ve gıdanın endüstrilesmeyle sirketlere bağımlı kılınması ve bu olayların da Tohumculuk Yasası gibi ithal yasalarla pekistirilmesi ile iliskilendirmek mümkündür. Ülkemizde, 31 Ekim 2006'de Meclis'te kabul edilip, 7 Kasım 2006'da yürürlüğe giren "Tohumculuk Kanunu", ülkemizin biyolojik çesitliliği ve bu çesitliliğin güvenliğini, uluslararası tohum tekellerinin boyundurluğuna sokan bir içerikle yasallasmıstır. Bu yasa ülkemizde; tarımın, toprağın, çiftçinin ve gıdanın geleceğini riske atarken, henüz çıkarılamamıs Biyogüvenlik Yasası
nedeniyle de GDO’lu oldukları bilinen her türlü tarım ve gıda ürünü ülkemize rahatlıkla girebilmektedir. Geçtiğimiz aylarda bizzat Toprak Mahsulleri Ofisi tarafından Arjantin’den ithal edilen yem ve hayvancılık sektöründeki sirketlere satılan GDO’lu mısırlar bunun en güncel örneğidir. Gıda güvenliğini hijyen kuralları, kalite sistemleri, doküman ve prosedürlerle
allayıp pullarken, sağlıklı ve ulasılabilir gıdanın, insanların temel bir hakkı olduğunu da unutmamak gerekir. İnsanlarımızın seçme hakkına, yemek kültürümüze ve gıda egemenliğine saldırı demek olan GDO’lu ürünleri bir kez daha lanetliyor, ülke tarımını kendine yeterli gıda üretmede dısarıya bağımlı kılan, gıda hammaddesini olusturan tarım ürünlerinin üreticisi olan kırsal nüfusu topraklarından koparmaya çalısan politikaları kınıyoruz.

DOĞADER
Doğayı ve Çevreyi Koruma Derneği

Wednesday, October 10, 2007

GIDA EGEMENLİĞİMİZDEN YANA MISINIZ?

GIDA EGEMENLİĞİMİZDEN YANA MISINIZ?
Tayfun Özkaya


Kore’de çoğunluğu pirinç üreticisi çiftçiler traktörlerini de alarak kentlerde protesto gösterileri yaptılar. Polis çok sert davrandı. Köylüler adeta ölümüne karşı koydular. Kanaltürk Televizyonunda Metin Yeğin’in Dünya Sokakları adlı programında bu görüntüler bir süre önce yayınlandı. Her Çarşamba saat 22.30’da benzeri konular bu programda işleniyor. Görmedi iseniz çok şey kaçırıyorsunuz. Eski programları izlemek için www.dunyaninsokaklari.org adresini tıklayın.




Koreli çiftçiler neden bu kadar kendilerini ölüm kalım noktasında görüyorlardı? Çünkü Kore hükümeti aldığı kararlarla Amerikan pirinçlerine gümrüklerini açıyordu. Aslında Amerikan devleti tarafından desteklenmiş pirinçler küreselleşme adına Kore pazarına giriyordu. Bu desteklenmiş pirinç ile rekabet etmek mümkün değildi. Çiftçilerin tek yapabilecekleri kentlere göç etmek idi. Kentlerde onları işsizlik bekliyordu. Bu nedenledir ki her yıl birçok Kore çiftçisi intihar ediyor. Bu anlattıklarımız Türkiye için masal gibi ve çok uzak konular gibi gelebilir. Ancak adım adım o noktaya gelmekteyiz. Avrupa Birliği ve Amerika her yıl bu konudaki isteklerini arttırıyorlar. Gümrükleri tam olarak indirdiğimizde ne buğday üretmek ne de hayvancılık yapmak nerede ise imkânsız olacak. Bakmayın siz biz de kazanacağız diyenlere. Bu hafta gıda günü kutlanılıyor. Acaba kaç politikacı Türkiye’yi bekleyen bu gelişmeler hakkında dürüstçe topluma bilgi verebilecek göreceğiz. Güçlüler bizlere gıda güvencesinden söz edecekler. Bu ise gıda ithal edebilme gücünü de kapsıyor. Şu anda Türkiye onlara göre gıda güvencesine sahiptir. Hâlbuki istediğimiz ülkelerin gıda egemenliğine sahip olmalarıdır. Her ülke kendi istediği ürünleri üretme, tarım sistemini koruma hakkına sahip olmalıdır.
Öncelikle gerçekte olmayan “serbest rekabet” değil “besin egemenliği” temel ilke kabul edilmelidir. Dünya Bankası veya Avrupa Birliğinin dayatmaları kabul edilmemeli, her ülkenin bu arada Türkiye’nin de tarımsal sistemlerini korumak ve kendi gıda ihtiyacını karşılamak hakkına sahip olduğu kabul edilmelidir. Bu kabul edilmediği, gümrüklerimiz açıldığı takdirde örneğin Doğu Anadolu’da ve Güneydoğu Anadolu’da toprak sahibi olan çiftçiler AB rekabeti nedeniyle hayvan besleyemez, buğday üretemez hale geleceklerdir. Besin egemenliği, içine kapanma, otarşi değildir. Uluslararası ticaret herkese yarar getirecek şekilde yapılmalıdır. Ancak her ülke kendi tarım sistemini yıkımdan koruma hakkına sahip olmalıdır. Besin egemenliği (food sovereignty) bireylerin, toplulukların ve ülkelerin kendi besinlerini üretebilmeleri ve tarım politikalarını belirleyebilme hakkı olduğunu kabul eden bir düşüncedir. Bu göreli olarak yeni bir kavramdır ve yerel topluluk ve devletlerin işletme ve besin politikaları üzerinde daha çok kontrollerini öngörür. Besin egemenliği kavramı 1996–2002 yılları arasında Dünya Besin Zirvesinde aktif olan bazı sivil toplum kuruluşlarının çalışmalarına dayanmaktadır. Bunların başında köylü kuruluşlarının uluslararası hareketi olan Via Campesina gelmektedir. Web adresi www.viacampesina.org. olan kuruluşa Türkiye’den çiftçi sendikaları üyedir.
Via Campesina İspanyolca çiftçi yolu anlamına gelmektedir. Kuruluş dampinglere karşıdır ve Tarımsal Ticaret Enstitüsü gibi ABD merkezli sivil toplum kuruluşları ile birlikte besin egemenliği kavramını tarımsal ticaretin liberalleşmesine karşı bir duruş olarak koymuştur. (Institute for Agriculture and Trade Policy, Minnesota, http:// tradeobservatory.org) Besin egemenliği küçük ölçekli sürdürülebilir tarımı korumaya olan ihtiyacı vurgular. Bunu ulusal besin pazarlarını; dampingler gibi yolları kullanan adil olmayan ticaretten koruyarak, çiftçilerin toprak ve kredi gibi kaynaklara sahip olmasını geliştirerek, genetik, toprak ve su kaynakları üzerindeki haklarını, şirketlerin haklarına karşı koruyarak yapar.
Gıda egemenliğinden mi gıda emperyalizminden mi yanasınız?

Tuesday, October 9, 2007

Italya'da GDO için sivil toplum referandumu

İtalya’da GDO karsıtı muhalefet yakın zamanda gerçek bir halk desteği dalgasıyla güçlenecek. İki ay boyunca yapılacak bir çesit referandumda İtalyanlar gdolardan arınmıs tarımsal gıdalardan yana olduklarını acıklamaya davet edilecekler. 11 milyon üyeye sahip 29 dernek tarafından 15 Eylül’de baslatılan bu danışma büyüklügü açısından bir ilk. GDOsuz Italya Avrupa koalisyonu doğa korumacı ve tüketici dernekleri dışında başlıca çiftçi sendikalarını,esnaf ve zanaatkar konfederasyonlarını ve hatta büyük market temsilcilerini de içeriyor.
İnsiyatifi yürütenler 15 Kasım’a kadar bütün ülkede 1600’den fazla gösteri ve etkinlik ile en azından 3 milyon kişinin katılımını bekliyorlar. Sagre adı verilen ve genellikle sonbaharda yörenin bir ürününe yer verilerek gerçekleştirilen köy eğlenceleri duyarlılığı arttırma ve tartışma açısından birer fırsat olacaklar.Koalisyonun yürütücülerinden Mario Capanna 3 Ekim’de Roma’da yaptığı basın toplantısında şöyle diyor. ’ İnsanlar imza vermekle yetinmiyorlar, sorular soruyor kendi fikirlerini beyan ediyorlar, bu katılımcı demokrasinin en çarpıcı örneği.’
68 öğrenci hareketinin lideri bugünün Genetik Haklar Koalisyonu (biyoteknolojiler üzerine araştırmalar yapan bir grup) başkanı Capanna bu ulusal istişarenin 2001 yılında İngiltere’de düzenlenen ve iki ayda 500 toplantı ve etkinliğin yapıldığı e 37000 anketin toplandığı organizasyondan daha değerli olacağını düşünüyor. Capanne ’ İngiltere’dekini hükümet düzenlemişti sivil toplum değil’ derken İtalya’daki organizasyonun masraflarını 29 dernek eşit olarak karşılayacaklarını ekliyor.
İtalyan kamuoyunda GDOların reddi oldukça yaygın. Ekimi ve açık alanlarda araştırma yapılması yasak. Bir Avrupa yönergesi gıda maddelerinde kabul edilebilir GDO oranını % 0.1 den 0.9 çıkarsa da İtalyan hükümeti güçlü bir politik jestle kanun hükmünde kararname çıkartarak bu oranı şimdilik % 0.1 olarak kabul etti. Koalisyon milyonlarca imzanın gücüyle İtalyan otoritelerinden süresiz bir moratoryum talep edecekler. Teknoloji karşıtı değiliz diyerek kendini savunan Mario Capanna “ Fakat bir transgenik laboratuardan çıkmadan önce tüm sonuçlarını incelemeliyiz” dedi.. Koalisyonun amacı hükümeti ikna etmekten ziyade Avrupa düzeyinde destek almak.“İtalya mükemmel yerel ürün mirasının kaybolmasını göze alamaz ama bu diğer ülkeler için değer” diyen Capanna Fransız ve Polonya hükümetlerinin daha tedbirliliğe yönelmesini kutluyor. Başkanlığını yaptığı Genetik Haklar Konseyi ABD tarafından Amerikan Tarım Bakanlığı’nca yayınlanan bir rapor üzerinden uygulanan gayrımeşru baskıyı kınadı.
04.10.2007
Jean-Jacques Bozonnet
Le Monde
Ceviren: Barış Gençer Baykan

Türk Tarımının Dönüşümünde Organik Tarım Seçeneği


Organik Tarım Kongresi
İstanbul 19-20 Ekim 2007
Bahçesehir Universitesi
Üniversite web sitesi: www.bahcesehi r .edu. t r
Kongre web sayfası: http://organik.bahcesehir.edu.tr
Telefon : +90 (0) 212 381 0190
E-Posta : caktar @ bahcesehir.edu.tr

PROGRAM

Cuma 19 Ekim 2007

8.00 Kayıt

9.00 Hoş geldiniz konuşmaları :
Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan Bahçeşehir Üniversitesi Rektörü
Dr. Cengiz Aktar Kongre Koordinatörü
Levent Erkan ‘Türkiye için Organik Tarım projesi’ Koordinatörü

Açılış konuması :
Sayın Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker

9.30 Açılış Oturumu – Türkiye’nin zenginliği – Başkan Victor Ananias

Türkiye’nin yabanî biyoçeşitliliği,
(Wild biodiversity of Turkey);
Dr.Güven Eken, Doğa Derneği, İstanbul

Sertifikasız organik ürün potansiyeli ilk değerlendirmesi,
(Organic by default, a first evaluation);
Prof.Dr. Alper Güzel ve Doç. Dr.Kürşat Demiryürek, 19 Mayıs Üniversitesi, Samsun

Anadolu’nun kırsal yaşam bilgisi ve ekolojik bütünlükteki yeri,
(OA and Anatolia’s traditional knowledge);
Solmaz Karabaşa, Kültür Bakanlığı, Ankara

Mayınlı arazilerin değerlendirilmesi,
(Landmined territories converted to OA);
Dr. Şeref Oğuz, Ekonomist, İstanbul

Türkiye’nin yaban hasat potansiyeli,
(Turkey’s wild harvest potential);
Mehmet Gökmen, Buğday Derneği, İstanbul


15.00 Öğleden sonra oturumları - Fırsatlar

Çalıştay I – Organik Tarım ve Sürdürebilirlik – Başkan Ömer Madra

Küresel ısınmayla mücadelede ekosistem yaklaşımıyla tarımda sürdürülebilir kaynak
kullanımı,
(Sustainable resource management within ecosystem approach to halt global warming);
Huriye Kara, Alata, Mersin

Organik Tarım Türkiye’yi doyurabilir mi ?
(Can organic farming suffice to feed Turkey ?)
Dr. Yonca Demir, Bilgi Üniversitesi, İstanbul

HNV farming and OA: Central plank in a strategy to meet obligations
under the Convention on Biological Diversity,
(Yüksek doğal değeri olan tarım ve OT: Biyoçeşitlilik Sözleşmesi hedeflerine ulaşmanın
temel öğeleri);
Dr. Tamsin Cooper, IEEP, Londra

Climate change and energy efficiency on organic food and farming systems,
(İklim değişikliği ve OT’de enerjinin etkin kullanımı);
Damien Dessane, ‘Türkiye için Organik Tarım projesi’, Ankara


Çalıştay II – Kırsal kalkınma – Başkan Şeref Oğuz

Agricultural reform implementation in Turkey, a view of the World Bank,
(Türkiye’de tarım reformu uygulaması, Dünya Bankası bakışı;
Halil Agah, Kırsal Kalkınma Uzmanı, Dünya Bankası, Ankara

TaTuTa,
(The Ta-Tu-Ta experience);
Güneşin Aydemir, Buğday Derneği, Çanakkale

Ekolojik Tarım Turizmi,
(Organic agriculture and tourism);
Lale Çelik ve Melise Pınar, Koç ve Marmara Üniversiteleri, İstanbul

Türkiye’den altı iyi örnek, Gürsel Tonbul çiftliği Kirazlı, Ahmet Kizen çiftliği Yanıklar,
Samsun girişimi, Terme Birliği, Afyon Başmakçı Gül Kooperatifi ve Rapunzel
Tekelioğlu çiftliği,
(Six best practices from Turkey);
Şebnem Eraş, Buğday Derneği, Çanakkale

Zeytincilik Sektöründe Organik Tarım ve Kırsal Kalkınma: Fırsatlar ve Kısıtlar,
(OA and rural development in olive industry: Opportunities and Constraints);
Dr. Evren Güldoğan, Ekonomist, İzmir


Çalıştay III – Pazarlar – Başkan Atila Ertem

Dünyada OA pazarı,
(Global OA markets);
Doç.Dr. Mehmet Arda, Galatasaray Üniversitesi, İstanbul

AB’de OT pazarına uyum,
(Harmonization with EU’s organic markets);
Doç.Dr. Cengiz Sayın, Akdeniz Üniversitesi, Antalya

Standards and trade in organic products by developing countries,
(Gelişmekte olan ülkelerin oraganik ürün ticareti ve standartların önemi);
Dr.Ulrich Hoffmann, UNCTAD, Cenevre

%100 Ekolojik halk pazarı deneyimi ve iç pazarda önemi,
(Turkish organic market and the experience of “%100 ecological market experience”;
Batur Şehirlioğlu, Buğday Derneği, İstanbul


Çalıştay IV – İstihdam – Başkan Haluk Levent

Benefits of organic farming for employment and rural communities, case of UK,
(Organik tarımın istihdam ve kırsal topluluklara getirileri, İngiltere örneği)
Michael Green, Soil Association, Telaviv

Türkiye’de OT temelli istihdam senaryoları,
(Employment scenarii for Turkish OA);
Figen Ceylan ve Gökhan Kılınç, Ekonomist, İstanbul

AB tarımsal uyumu ve kırsal nüfusun değişimi,
(EU agricultural harmonization and transformation of rural population);
Zeynep Çelen Kuru, Buğday Derneği, İstanbul

OA’da istihdam; Pirinç’te Osmancık-Kızılırmak karşılaştırması,
(A comparison of conventional and organic rice farming with respect of
laborintensiveness);
Satoru Nokano, Shumei International, İstanbul

------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Cumartesi 20 Ekim 2007

9.30 Sabah oturumları – Sorunlara çözüm arayışları

Çalıştay V – Dış etkenler – Başkan Alper Güzel

Can OA co-exist with the GMO’s? Polish case,
(GDO’lar OT ile birlikte yaşayabilir mi? Polonya örneği);
Jadviga Lopata, ICPPC Stryszow, Polonya

Impact of EU harmonization on small scale agriculture - The case of Romania,
(AB müktesebatına uyumun küçük üretime etkisi – Romanya örneği;
Raluca Barbu, WWF Bükreş

OT’da zararlıların yönetimi,
(Pest management in OA);
Prof.Dr. Celâl Tuncer, Selçuk Üniversitesi, Konya

Köy çeşitlerinin kayıt altına alınması ve organik tarım açısından önemi
(Registration of local seeds and its importance for OA);
Hasan Çelen, Koruma Kontrol Genel Müdürlüğü,TKİB, Ankara


Çalıştay VI – Kaynakların optimizasyonu – Başkan Huriye Kara

Su kullanımı bilinci ve OT,
(Correct use of water in OA);
Prof.Dr. Mehmet Ali Ul, Ege Üniversitesi, İzmir

Tarımsal üretim kavramında optimizasyon ve OT;
(Optimization in agricultural production and OA);
Prof.Dr. Ediz Ulusoy, Ege Üniversitesi, İzmir

Seracılıkta Konvansiyonel-Organik karşılaştırması,
(A comparison of conventional-organic greenhouse farming);
Prof.Dr. Sezgin Uzun, 19 Mayıs Üniversitesi, Samsun

Türkiye’de organik havyancılık sürdürülebilir mi?,
Is Turkish animal organic farming sustainable?
Prof.Dr. Faik Kantar, Atatürk Üniversitesi, Erzurum
Prof.Dr. İbrahim Ak, Uludağ Üniversitesi, Bursa


Çalıştay VII – Kurumsal gelişme - Başkan Christopher Stopes

Türkiye’de ve AB’de OT mevzuatının son durumu,
(Legislative state of art in EU and Turkey on OA);
Müfit Engiz, Vildan Karaaslan, TÜGEM, TKİB, Ankara

Türkiye ve AB’nin OT mevzuatı karşılaştırılması,
(A comparative analysis of EU and Turkish legislation on OA);
Çağrı Bağatur, ‘Türkiye için Organik Tarım projesi’, Ankara

EU’s past and new regulation on rural development and organic agriculture;
Consequences for Turkey’s EU harmonization,
(AB’nin mevcut ve müstakbel kırsal kalkınma ve OT yönetmelikleri, Türkiye’nin
uyumuna etkileri);
Dr. Kai Bauer, Avrupa Komisyonu, Ankara

Reorienting agricultural subsidies to OA?,
(Teşvikleri OT’a yönlendirmek?);
Mark Redman, Tarım Mühendisi, Bükreş

Governmental support to organic farming- Bulgarian example,
(OT’a hükümet desteği, Bulgaristan örneği);
Viara Stefanova, Tarım ve Orman Bakanlığı, Sofya


Çalıştay VIII – Kapasite İnşaası – Başkan Güneşin Aydemir

Agro-environmental systems in the EU and Turkish case,
(AB’de doğal değeri yüksek tarım sistemleri ve Türkiye);
Melike Hemmami, Buğday Derneği, Ankara

OT’da insan kaynakları; sorunlar ve çareler,
(Human resources in OA, weaknesses and solutions);
Prof. Dr. Ahmet Altındişli, Ege Üniversitesi, İzmir

Paydaşların eşgüdüm ve etkileşimi,
(Co-ordination and synergy between partners);
Victor Ananias, Buğday Derneği, Çanakkale

Warsaw Agriculture University,
(Varşova Tarım Üniversitesi);
Prof. Dr. Krystyna Gutkowska, Varşova


15.30 Kapanış Oturumu - Gelecek için stratejiler - Başkan Cengiz Aktar

Developing the organic option in Turkey,
(Türkiye’de organik tarımı geliştirmek);
Christopher Stopes,‘Türkiye için Organik Tarım projesi’, Ankara

Local solutions to global problems, UK and Polish experiences,
(Küresel sorunlara yerel çareler, İngiliz ve Leh deneyimleri);
Sir Julian Rose, ICPPC, Stryszow, Polonya

Geleceğin tohumları, Türkiye’de organic tarım
(Seeds for the future, Organic farming in Turkey);
Victor Ananias

Saturday, October 6, 2007

Durdurun Istanbul'u, inecek var



DURDURUN İSTANBUL’U, İNECEK VAR
(Kent ve Ekoloji Üzerine Bir Deneme)
LEVENT GÜRSEL ALEV
(Eylül-2007)

İstanbul ve genel anlamda kent/kır ilişki ve çelişkisi, üzerinde hassasiyetle durulması gereken bir konu. Tarım ve gıda, artık kentlilerin de ilgi duyması ve düşünmesi gereken, yaşamımızın en hayati sorunlarından biri. Yaşamın sürmesi için gereken klasik üçleme; “beslenme, barınma ve üreme”nin ilk ayağı olan beslenmeyi ayrıntılarıyla ele alabilmek için mutlaka ekoloji kavramını gözönünde bulundurmak gerekir.
İnsan nüfusunun ağırlıklı olarak önce kırlarda, sonra ise kentlerde yoğunlaştığı toplumsal süreçlerden geçtik. Artık kent ve kırlardaki yaşamın dengelendiği bir toplumsal düzeni tartışmaya açmanın zamanı geldi. Bu yüzden, ekoloji kavramı sadece doğal ya da kırsal alanlara içkinmiş gibi görünmesine rağmen, kent ve ekoloji tartışmasını dışlamaz. Bu yazı, sözü edilen tartışmaya bir katkıda bulunabilirse amacına ulaşacaktır.
Kentli aydın arkadaşlarımızın tarımla olan ilişkisi, bakkaldan ya da marketten alınmış bir kutu süt ya da bir paket margarinle sınırlı gibi görünüyor. Ancak, tarım ve gıda konusu pek çok başka konuyla yakından ilişkili. O nedenle kentle ilgili sorunları tartışırken tarım ve gıda konusunu bir kenarda bırakamayız.
Gıda güvenliği kavramından başlayarak, ekolojik sistem, tarım, gıda ve kentlilerin tarım ve gıdayla ilişkisi üzerine yapılacak tartışmalarda iki temel nokta üzerinde durmak gerekir. Bunlardan biri ekolojik değerler. İstanbul açısından ve kentsel alanlar açısından bakacak olursak, ormanlar, biyoçeşitlilik yani endemik türler, bitkiler, hayvanlar, su havzaları, barajlar, göller, dereler bu değerler arasında sayılabilir. İkinci konu ise tarımsal alanlar. Ziraat Mühendisleri Odası’nın açıklamasına göre; gıda üretimi İstanbul’da yaşayan kentlilerin gıdasını yetişmeye yönelik olarak programlanırsa ve buna uygun bir tarım politikası oluşturulursa, İstanbul ve civarındaki tarım alanları, İstanbulluları doyurmak için yeterli olabilir. Bugün İstanbul’un tüketimine tarımsal açıdan bakacak olursak, bir yılda ürettiğini bir günde tükettiğini görürüz.
İstanbul il sınırları içerinde olan ve tarımsal alan olarak tanımlanan alanlar yeni bir tarım politikası oluşturularak, İstanbul halkının gıdasını temin etme hedefini gözeterek değerlendirilmelidir.

Kent bahçeleri
Kent bahçeleri, daha çok tarımın ve gıdanın ticarete konu olmadığı dönemlerde yapılan, hatta günümüzde de bazı kentlerde uygulanan bir tarım biçimi. Bu geçmiş dönemlerde, örneğin İkinci Dünya Savaşı öncesi Viyana’da uygulandı, günümüzde NewYork’ta da yaygın bir biçimde uygulanıyor. Kanada ve bazı Afrika ülkelerinde oldukça gelişmiş durumda. Örneğin Kanada’nın Vancouver eyaletinde ev sahiplerinin %44’ü balkon ve çatılarında tarım yaparak gıda ihtiyacını karşılıyor. Küba Havana’yı örnek verebiliriz. Küba tarımda tek tip, şekere dayalı üretimden kurtulduktan sonra, yeni tarımsal uygulamalar gündeme getirdi. Bu uygulamalardan biri kent bahçeleriydi. Şu anda kent bahçeleri sayesinde Havana nüfusunun farklı ürünlerde yüzde 40 ila 70’inin gıdasını karşılayabiliyor.
Küba, bugün dünyada tarımının tamamını ekolojik tarım yöntemleriyle yapma politikasını uygulayan ve bunu anayasasında temel yasa biçimine getiren tek ülkedir. Venezuella da “gıda egemenliği” kavramını anayasasına yerleştirmeye bizzat Başkan Chavez’in ağzından söz vermiştir.
Küba’da, doğal ve ekolojik tarım yöntemleri sayesinde yıllık sebze ve meyve üretimi %250 artırıldı. Tüketilen sebzenin %60’ı kentlerdeki ekolojik bahçelerde üretiliyor. 1 milyondan fazla küçük bahçenin 62 bini Havana’da bulunuyor. Bu bahçelerin büyük çoğunluğu 800 metrekarenin altındadır. Bahçelerde yetiştirilen ürünler, üretildikleri yerde satışa sunuluyor. 1998’de sadece Havana çevresinde 8000 binden fazla bahçe ve çiftlikte 30 binden fazla kişi çalışmakta, 376 okul ve işyeri kendi çalışanlarının ve öğrencilerinin yiyeceğini yetiştirmekteydi. 1999’da organik şehir tarımı, pirincin %65’ini, sebzelerin %46’sını, narenciye dışındaki meyvelerin %38’ini sağlamaktaydı. (İMF’siz de oluyormuş, Küba Tarımı. E.Toros / www.barikat-lar.de, 36. Sayı, Aralık 2005)

Azmanlaştırılmış kentler
Kentler ve yaşamlar küreselleşme kıskacında. Bütün ülkelerde azmanlaştırılmış kentler sorunu giderek daha da büyüyor. Bunun sebebi belli; kâr, rant ve bunların sonucu olarak ortaya çıkan sermaye birikimi. Bugün içinde yaşadığımız sistemin sermaye birikimi olmadığı sürece kendini tekrar üretmesi mümkün değil. Dolayısıyla, azmanlaşmış kentler, aslında bu yapının ve sistemin olmazsa olmaz gerçeği ve sermaye birikimi yaratmanın yeni bir yöntemi ve alanı.
Mustafa Sönmez, “İstanbul’u ‘Planlı’ Satarken Anadolu’yu Kurutmak” başlıklı makalesinde konuyu açıklıyor: “Sanayi İstanbul’dan desantralize edilecek, boşalan arsalara da büyük plazalar, villa siteleri, alışveriş merkezleri, eğlence merkezleri, turizm, kültür endüstirisi yatırımları yapılacaktı. Bu yatırımlar, daha çok küresel sermayeye hizmet verecek, küresel sermaye, Akdeniz, Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya’yı İstanbul’daki üslerinden kontrol edecekti.”
İstanbulun nüfusu, muhtarlıklar üzerinden yapılan bir anket çalışmasına göre; 21-22 milyon çıkmış. Mükerrerler eksiltildiğinde 17-18 milyon olduğu tahmin ediliyor. Ancak kısa bir süre sonra 20-22 milyona çıkacağı öngörülüyor. Oysa varolan su kaynakları ancak 12 milyon kişinin gereksinmesini karşılayabilecek durumda. İstanbul’un genişleme projeksiyonu ise 16 milyon nüfusa göre yapılıyor. (İstanbul Büyükşehir Belediyesi, İstanbul Çevre Düzeni Planı-2006)
İstanbul’un daha da azmanlaşması ve büyümesi tehlikesini de ifade etmek gerekir. Silivri ve Çatalca’daki tarım alanları kentsel alan olarak tanımlanmaya başlandı ve il sınırları Edirne’ye kadar dayandı. Bu aynı zamanda neleri getirecek? Ormanlar, tarımsal alanlar, su kaynakları, canlı türleri, biyoçeşitlik gibi değerler azgınca yok edilecek. İstanbul’un çok dışında ve çok uzağında üretilmiş gıdalar kamyonlarla, yani fosil yakıta bağımlı olarak taşınacak. Enerjiye bağımlılık konusunda ciddi sıkıntılara yol açılacak.
Ulaşımda tamamen fosil yakıta bağlıyız. Bilindiği gibi bu tür uygulamalar petrol ve otomotiv şirketlerinin önünü açmak için yapılan uygulamalar. Bu konuda ekolojistlerin çok temel bir yaklaşımı var. Fosil yakıta bağımlılıktan kurtulmak için mutlaka ve mutlaka temiz, yenilenebilir, rüzgâr ve güneş gibi kaynaklara dayalı bir çağın açılması gerekir.

Tarımda “devrim”
Kentler hakkında düşünülürken kırsal alan ne kadar hesaba katılmalı? Çatışma ve birlikteliğe nasıl bakacağız? Bu konu önümüzdeki 10 yıla damga vuracak tartışmalardan biri olacak. Türkiye’de 1950’li yıllarda tarımda mekanizasyonun başlamasıyla birlikte kırdan çözülme de başladı. İlk büyük göç dalgası kırsal alandan İstanbul’a doğru oldu.1970 lerden itibaren ise geometrik olarak nüfus yığılması yükseldi. Günümüzde ise çok daha büyük bir tehditle karşı karşıyayız. Hükümet bunu Başbakanın ağzından açıkladı. Ekonomist dergisinin 3-9 Aralık 2006 sayısında bu “Tarımda Devrim” sloganıyla açıklandı.
İçinde bulunduğumuz yılda pilot uygulamalar yapılıyor. Trakya’da Edirne, İç Anadolu için Konya, Güneydoğu Anadolu için de Diyarbakır pilot uygulama bölgesi olarak seçildi. Uygulamanın başlangıcı için 2008’de düğmeye basılacak. Plana göre; 100 baş sığırdan aşağı besleyenlere teşvik yok. 200 dönümden aşağı (yani 20 hektardan aşağı) arazisi olana teşvik yok. Türkiye’yi tarımsal plan açısından 24 havzaya ayırıyorlar. Bu havzalarda tanımlanmış ürünler;çoğunlukla ayçiçeği, soya, kanola vs. gibi 5-6 ürün ile sınırlı olacak. Bu ürünlerde tektipleşmeyi artırıcı ve daha çok genetiği değiştirilmiş (GDO’lu) ürünlerin önünü açan bir program. Bunları ekmeyince teşvik yok. Bunun sonucu, küçük köylülünün tasfiyesidir. Önümüzdeki 10 yılda muazzam bir göç sorunuyla karşı karşıyayız.
Önümüzdeki 10 yılda toplumun temel dinamiğinin kırsal alan eksenli bu süreçten doğrudan etkileneceği ortada. Çünkü büyük bir tasfiye operasyonuyla karşı karşıyayız. Türkiye’de kırsal alanda yaşayan nüfusun kentlilere oranı yaklaşık %30. Hükümet yaklaşık 10 yıl içerisinde bu oranı %10’a çekmek niyetinde.
2001 verilerine göre; köylü nüfusu içerisinde 50 dönümden az toprağı olan köylülerin oranı %65. Küçük köylü olarak tabir edilen, 50-90 dönüm toprağı olanlar %19, 100-400 dönüm arası toprağa sahip olan orta halli köylüler %16, 500-900 dönüm arası toprağı olan zengin köylüler %0,6, 1000 dönümden fazla toprağı olan büyük toprak sahiplerinin oranı ise %0,14. (Tarım ve Mühendislik, Ziraat Mühendisleri Odası yayın organı, sayı 76-77, 2006)
Yukarıdaki rakamlardan da anlaşıldığı gibi, köylü nüfusunun çok büyük bir kısmını oluşturan yoksul köylüler ve küçük köylülerin oranı % 84.Buna 100-200 dönüm arası toprağı olan orta halli köylülerin % 16 oranindan bir bölümünü de eklersek en iyimser ihtimalle % 90 dan fazla nüfusun sahip olduğu ortalama arazi büyüklüğünün 200 dönümden az olduğunu açıkça görebiliriz. Yoksul ve küçük köylüler ile önemli bir bölüm orta köylülük hükümetin teşvik uygulamayı planladığı kesim içerisinde yer almıyor. Bu kesim devletin teşviklerinden yararlanamayacağı için tarım yapamaz hale gelecek, toprağından koparak göç etmek zorunda kalacak.
Ülkemizde kırsal alanda yaşayan nüfusun kentlilere oranı %30 olarak belirtiliyor. Ancak bu rakam köylerde yaşayan nüfus gözönünde bulundurularak belirleniyor. Aslında ülkemizde tarımdan geçinen nüfus sayısı çok daha fazla. Şöyle örneklendirelim; Çanakkale’nin Eceabat ilçesinde ilçeye bağlı 12 köy var. Köylerde toplam nüfus 5500, Eceabat İlçesinde yaşayan nüfus da 5500. Kırsal alan köyler ve mezralar olarak, Eceabat İlçesiyse kentsel alan olarak tanımlanıyor. Eceabat’ta yaşayanların hayvan varlığıyla Eceabat köylülerinin hayvan varlığı karşılaştırdığımızda, ikisinin yaklaşık olarak aynı sayıda olduğunu görüyoruz. Kentsel alan olarak tanımlanan ilçede nüfusun en az yarısı, belki yüzde 60-70’i yine tarımla uğraşıyor. Bir ileri aşamaya gidelim. Eceabat’ın bağlı olduğu il olan Çanakkale’nin nüfusu 60.000, nüfusun yarısından fazlası yine tarıma bağlı. İstanbul halkının da önemli bir kısmının kırsal alanla ilişki hâlâ sürüyor. Dolayısıyla kırsal alandaki bu tasfiye operasyonu ülkemizdeki nüfusun yüzde 60-70’ini ilgilendirecek özellikte. Bu, önümüzdeki 10 yıl zarfında, yaklaşık 20-25 milyonluk nüfusun hareketlenmesi demektir.
Avrupa’da kırsal alanda yaşayan nüfus %5,5, ABD’de %3,5 civarında. Önümüzdeki 10 yıl içerisinde kırsal alandaki nüfusu Avrupa ortalamasına getirmek mümkün olmayacak, ancak politikalar bunu gerçekleştirmeye yönelik olarak oluşturuluyor. Burada amaç küçük köylüyü tasfiye edip, tarımın şirketleşmesinin önünü açmak. Tarımı sadece şirketler tarafından yapılır hale getirmek ve çiftçiliği yok etmek. Nitekim; bazı şirketler önümüzdeki süreci görerek hareket etmeye başladı. Bazı büyük şirketler kırsal alanda büyük araziler alarak tarım yapmaya soyunuyor. Bu şirketler yerleştikleri bölgede hakimiyeti ele alarak, civarda bulunan köylerin gerçekleştirdiği, kendilerinden başka alanlarda yapılan tarımsal üretimi yok ediyor.Örneğin bir köyde 150 hektar arazi toplayan bir şarapçılık şirketi kendi arazilerinden sürü geçişi yapılamadığı için o bölgedeki 6-7 küçükbaş sürü sahibini hayvanlarını satmak zorunda bıraktı.
İstanbul’u yalnızca bugünkü sorunlarıyla düşünmemek gerekir, daha büyük bir sorunla karşı karşıya kalacağız. İstanbul’un büyümesi sorununu sadece İstanbul’a yönelik sorunları tartışarak çözülemez. Kentleşmenin, ülkemize genel ölçekte bakıp, yerel, bölgesel, ekolojik değerlere ve doğal kaynaklara göre tanımlanması, göçün mutlaka durdurulması gerekir. Bu, yasak koyarak değil, insanları göç etmek zorunda bırakmayacak tarım ve gıda politikaları, sosyal politikalar vb. üreterek başarılabilir. Bunu yapabilmek için de yerel, bölgesel ekolojik değerleri, tarım ve gıdaya dayalı değerleri ve doğal kaynakları gözetmek şarttır.
İstanbul’un kentsel sorunlarını tartışırken mutlaka Anadolu’yu da hesaba katarak tartışmak, kent-kır ilişkisi ve çelişkisini de ele almak gerekiyor. Çünkü; birbirimize çok bağlıyız ve önümüzdeki tehditi çok iyi görmemiz gerekiyor. Kentsel alanın korunması ya da gerçekten yaşanabilir kentler oluşturulması tartışmasında; nüfus meselesi, ekolojik değerler, tarım ve gıda meselesi mutlaka önemli bir boyut olarak ele alınmalı.
Sonuç olarak;kırsal alanda mücadele eden örgütler,ekoloji/çevre örgütleri başta olmak üzere;başka bir dünya mümkün diyen tüm örgütler önümüzdeki 10 yılda toplumsal nabzın kırsal alan eksenli ve yukarıda da açıkladığımız nedenlerden dolayı kentsel alanı da doğrudan veya dolaylı ciddi bir şekilde etkileyeceğini artık görmek zorundadırlar.
Bu gerçeklik ülkemizde”ekolojik toplum” hedefleyen bir görüşün temel zeminini oluşturacak ülke siyasallığına damgasını vuracağı gibi çağımıza da damgasını vuracaktır…

Monday, October 1, 2007

AKP’NİN ANAYASA TASLAĞINDA TARIM, ORMAN VE KÖYLÜ YOK!


Ahmet ATALIK
Ziraat Mühendisleri Odası
İstanbul Şube Başkanı

Giriş

Sermaye, 2. Dünya (Paylaşım) Savaşı henüz sürerken, 1944 yılında ulus devletlere ve kendi iktisatçılarına Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) Bretton Woods kasabasında bir konferans düzenletti. Amaç; sermayenin, paylaşım savaşı sonrası için planladığı dünyanın nasıl bir düzene kavuşturulması gerektiği kararlarını ulus devletlere onaylatmaktı. İnsanların yarım yüzyıllık yaşamlarına yön veren ve hala da yön vermeye devam eden Bretton Woods konferansının en önemli kararları arasında Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) ve Dünya Bankası’nın (DB) kurulması, daha sonra Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) dönüştürülecek olan Ticaret ve Tarifeler Genel Anlaşması’nın (GATT) yapılması yer alıyordu. Bu bağlamda 1947 yılında IMF, 1948’de Dünya Bankası kuruldu ve yine 1948 yılında imzalanarak GATT yürürlüğe girdi.

GATT’ın imzalanmasından sonra bünyesinde birçok anlaşma, konferans ve roundlar gerçekleştirildi. GATT’ın içindeki faaliyetlerden bizleri en yakından ilgilendirenlerden biri 1973’ten 1979 yılı sonuna kadar süren Tokyo Round oldu. Bu round ile ulus ötesi sermayenin dünya ekonomisi üzerindeki rolü iyice netleştirildi. Türkiye, Tokyo Round’da alınan kararları 24 Ocak 1980 kararları olarak benimsedi ve uygulanmasının önündeki engelleri kaldırabilmek için de hemen ardından 12 Eylül 1980 askeri darbesi gerçekleştirildi. Sonuçta da halkımızın %90’ından fazlasının “evet” dediği TC Anayasası geldi. İlerleyen süreçte IMF ve Dünya Bankası’nın da kamu düzenimizin şekillendirilmesi yönündeki etkileri belirgin bir şekilde kendini hissettirdi.

1980’lerin ortalarından itibaren yeniden yapılandırma söylemleri adı altında Tarım Bakanlığı’nın işlevsizleştirilmesi, KİT’lerin özelleştirilmesi, kamu hizmetlerinden devletin çekilmesi, tarımda destekleme kapsamlarının minimuma indirilmesi şeklinde ana hatlarıyla özetleyebileceğimiz bu politikaların günümüzde ise en hızlı uygulayıcısı AKP hükümeti oldu.

Ülke değerlerimizi ve kamu mallarını “babalar gibi satmakla” övünen, Cumhuriyetimizin kazanımlarını bir bir yok eden, ulusal çıkarlarımızla ters düşen faaliyetlerini ya Anayasa’ya aykırı ya da onun açıklarından faydalanan düzenlemeler yaparak aşmaya çalışan, aşamayınca da yönetmelik değişiklikleri ve garip talimatlarla sorunu çözmeye çalışan AKP hükümeti, her seferinde karşısına engel olarak çıkarılan Anayasa’ya da nihayet kendi düşünceleri doğrultusunda yön verme girişimlerine başlamış bulunmaktadır.

Sivil bir Anayasa yapmakla övünen AKP hükümetinin Anayasa taslağındaki, nüfusumuzun hala önemli bir bölümünü içinde barındıran tarım sektörü, kooperatifçilik ve ormanların korunması ile ilgili bölümlerdeki düzenlemelerin önceki Anayasalardan dahi geri düzenlemeler olduğu göze çarpmaktadır.

AKP hükümeti toprağın verimli olarak işletilmesini korumayı ve geliştirmeyi, erozyonla kaybedilmesini önlemeyi devletin Anayasal görevi olarak görmüyor

Zaten bu konu hükümetin oldukça başını ağrıtmıştır. Zira, TİGEM’e ait Dalaman Tarım İşletmesi’nin arazilerini turizm bölgesi adı altında villa ve otel yapımına açamadı. Yalova Atatürk Tarım İşletmesi’nin arazileri yine aynı nedenle satılamadı. Bursa Orhangazi Ovası’nda son derece verimli tarım arazileri üzerinde yasa dışı bir şekilde kurulmuş olan Cargill’e sayın Başbakan izin verebilmek için ne yapacağını şaşırdı. Sayın Başbakan’ın beğenilen tarım arazilerini daha bir hızlı ve engelsiz pazarlayabilmesi için bu kavramların Anayasa’da olmaması gerekmektedir. Başbakan neden tarım arazilerini özellikle pazarlamaktadır? Çünkü tarım arazileri genellikle su kaynaklarına daha yakındır, ayrıca düz düze yakın eğimlidir ve üzerinde yapacağınız yapı için fazla hafriyat masrafı gerektirmezler. Ancak unutulmamalıdır ki, villa ya da sanayi tesisi bir tepe ya da dağ başında da yapılabilir ama tarımsal üretim oralarda aynı verimlilikle yapılamaz. Yapılmaya çalışılırsa da çok kısa bir sürede erozyondan dolayı arazide toprak kalmaz.

Hükümet, taslağında yer vermeyerek erozyonu da devletin görevleri arasından çıkarmaktadır. Zaten erozyonu önleme konusunda aktif bir şekilde çalışan TOPRAKSU 1984 yılında ANAP hükümeti tarafından, onun devamı niteliğindeki Köy Hizmetleri de 2005 yılında ve AKP hükümeti tarafından kapatılmış, ancak devlet politikasıyla önlenebilecek önemli bir konu olan erozyonla mücadele son zamanlarda dernek faaliyeti olarak görülmeye başlanmıştır. O nedenledir ki Türkiye’nin erozyonla kaybettiği verimli toprak miktarı çoğu geri kalmış ülkenin bile üzerindedir. Böylesine olumsuz bir konuda ülkemiz ne yazık ki ön sıralarda gelmektedir.

Sivil Anayasa olarak kamuoyuna sunulan taslak bu yönleriyle askeri dönem Anayasalarının dahi gerisinde kalmıştır. 1980’lerden bu yana dozu giderek artan bir şekilde tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de uygulanan neoliberal politikalar göz önüne alındığında toprağın verimli olarak işletilmesini korumak ve geliştirmek, erozyonla kaybedilmesini önlemek görevlerinin devletin görevi olduğunun belirtilmesi önemle taşımaktadır. Zira, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu toplantıları için bulunduğu New York’ta, Coca-Cola şirketinin onuruna verdiği yemeğe katılan Recep Tayip Erdoğan, ABD’nin önde gelen işadamlarına hitaben yaptığı konuşmada “Türkiye’deki fırsatları acele keşfedin” ifadesiyle ülke zenginliklerimizi yabancılara sunmaya şimdiye kadar olduğu gibi önümüzdeki süreçte yine tüm hızıyla devam edeceğini açıkça gösterdi.

Toprak reformu yeni Anayasa taslağında yine yok

Toprak reformu, Cumhuriyetimizin Osmanlı ile hesaplaşamadığı ve hala tarımımızın en önemli sorunlarının başında gelen bir konudur. Bu konu sürekli “tarım reformu” olarak daha geniş kapsamla gündemde tutuldu ve içine hiçbir zaman “toprak reformu” sokulmadı.

Askeri dönem Anayasaları olarak nitelendirilen 1961 ve 1982 Anayasalarımızda dahi topraksız olan ya da yeter toprağı bulunmayan çiftçilikle uğraşan köylüye toprak sağlamak amacıyla gerekli tedbirleri alma görevi devlete verilmişken, sivil olarak nitelendirilen Anayasa’da ne yazık ki ne çiftçi, ne köylü, ne de bu kesime toprak sağlama görevi bulunmaktadır.

Ülkemizin tüm değerlerini pazarlamakla görevli olduğunu açıkça beyan eden bir başbakandan zaten toprağı bulunmayan ya da yeter miktarda toprağı olmayan köylüye toprak dağıtması da beklenemezdi. Güneydoğu Anadolu Bölgemizdeki mayınlı araziler dahi yöredeki yoksul, aç ve topraksız ya da az topraklı köylüye dağıtılmadı.

24 Mart 2007 tarihinde Tarım ve Köyişleri Bakanlığı ile Türkiye Süt, Et ve Gıda Sanayicileri ve Üreticileri Birliği (SETBİR) tarafından ortaklaşa İstanbul’da düzenlenen, Başbakan Recep Tayip Erdoğan ile Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker’in de katıldığı “Et ve Süt Sektörlerinde Küresel Vizyon Konferansı”nın açılış konuşmasında SETBİR başkanı Erdal Bahçıvan, “Burada çok açık ifade etmek durumundayım ki, Türkiye’den başka tarımla ilgili bakanlığının adında köy kelimesinin geçtiği, başka bir dünya ülkesi yoktur. Sayın Başbakanım, gelin geleceğin Türkiye’sine giden yeni bir vizyon oluşturalım. Buna da bakanlığımızın adından başlayalım.” sözleriyle çok açık bir mesaj vermişti. Çeşitli ülkelerin tarım bakanlarının konuk olduğu oturumlardan birini yöneten ve Erdal Bahçıvan’ın önerisini çok beğenerek salondaki gıda sanayicilerine oylatmaya kalkan Mehmet Altan’ı Şubemiz, SETBİR üst düzey yöneticilerine gönderdiği “böyle bir oylamaya teşebbüs edilirse Şubemiz tarafından müdahale edileceği” yönündeki bir not ile vazgeçirmişti. Ortamda bulunan başbakan ve bakan ise hiçbir tepki göstermeyerek, onları o makamlara oylarıyla taşıyan köylü konusundaki fikirlerini de açıkça göstermiş oluyorlardı. Ne yazık ki aynı köylü oylarıyla onları yeniden o mevkilere taşıdı.

Zihniyet böyle olunca toprak mülkiyeti de son derece doğal olarak “sivil” olarak belirtilen Anayasa’da yer almamıştır. İlginçtir ki, askeri olarak kabul edilen ve bu nedenle de antidemokratik olarak kabul edilen 1961 ve 1982 Anayasalarının bu konuda örnek gösterilmesi yerinde olacaktır, toprak reformunun da ismen belirtilerek taslaktaki yerini alması gerekmektedir.

Çiftçinin korunması da artık Anayasal bir görev değil

AKP’nin hem seçim beyannamesinde hem de hükümet programında akarsuların özelleştirilmesi ve suyunun özellikle sulama amaçlı satılacağı belirtilmektedir. Akarsularımızın bu şekilde özelleştirilmesi, yürürlükteki tarım politikaları nedeniyle zaten geçimini güçlükle sağlayan köylünün tarlasını terk edeceği, büyük kentlere göç ederek sermayenin ucuz iş gücünü oluşturmaya devam edeceği, terk edilen tarlaları da yine sermayenin alarak şirket tarımına geçişin sağlanacağı anlamına geliyor. TÜİK’in verilerine göre 1980-2004 yılları aralığında tarımdan 1 milyon kişi koparken, sadece 2004-2005 yılları arasında 1 milyon 400 bin kişi, AKP iktidarını kapsayan 2002-2007 yılları arasında da yaklaşık 1 milyon 800 bin kişi tarımdan koptu.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, yukarıda bahsedildiği üzere bir yandan ABD’li şirketleri ülkemizdeki fırsatlardan yararlanmaya davet ederken, bir yandan da ucuz işgücü temini hazırlıklarını da ihmal etmemekte, bu konuda önüne herhangi bir engel çıkarılmaması için de hazırlanan Anayasa taslağına tarımın ve çiftçinin korunması kavramlarını koymamaktadır. Bu gelişmeler, geçimini tarımdan sağlayan insanlarımız açısından önümüzdeki sürecin oldukça zorlu geçeceğini, tarlasını terk etmenin onlara daha iyi olanaklar sağlamayacağını açıkça göstermektedir.

Orman köylüsünün korunması da yukarıdaki bilgiler ışığında ve doğal olarak taslakta yer almamaktadır.

Tarım arazileri ile çayır ve meralar daha kolay amaç dışı kullanılabilecek

Yeni taslakta tarım arazileri ile çayır ve meraların da amaç dışı kullanımı ve tahribini önleme konularına yer verilmemiş olması, ülkemize davet edilen yabancı sermayeye istediği her yerin sorunsuzca ve baş ağrıtmadan sunulması, bu doğal varlıklar üzerinde işgalci durumunda olanların ödüllendirilmesi ve yeni işgallere olanak sağlayarak AKP’nin oy potansiyellerini daha da arttırması anlamını taşımaktadır.

Küresel ısınma ve onun kuraklık etkisinin ülkemizde meydana getirdiği rekolte düşüşü göz önüne alındığında tarım arazilerinin tarımsal üretimde kullanılması, tarım dışı amaçlarla kullanılmaması gerektiğinin önemi çok net bir şekilde ortaya çıkmıştır. Diğer yandan meralar, hayvanların bedava yem kaynağı olmalarının yanında tatlı su sağlama mekanlarıdır, bu nedenle amaç dışı kullanımla daraltılmaları son derece sakıncalıdır. Doğal varlıkların Anayasal koruma altında bulunmaları büyük önem taşımaktadır.

Planlama yeni taslakta yok

Her ne kadar uygulamada olmasa da planlama, artık yeni Anayasa taslağında hiç yok. 1982 Anayasası sanayinin ve tarımın yurt düzeyinde dengeli ve uyumlu bir biçimde gelişmesini, ülke kaynaklarının döküm ve değerlendirilmesini yaparak verimli şekilde kullanılmasını planlamak, bu amaçla gerekli teşkilatı kurma görevini devlete vermişti. Ancak, neoliberal politikaların itaatkar uygulayıcısı siyasi iktidarlarımız bu durumu gözetmediklerinden başta İstanbul olmak üzere büyük kentlerimiz yoğun göçe maruz kalmışlardır.

Ülke yönetimini talimatlarını IMF, DB ve DTÖ gibi küresel sömürü aktörlerinden alan AKP iktidarının “planlama” ilkesiyle ülkeyi yönetmesi imkansızdır. Ülkemizdeki fırsatları değerlendirmek için gelecek yabancı sermayenin ülkemizin batısındaki suya yakın, az hafriyat gerektiren tarım arazilerinden başka yere düşünülmesi beklenemez. Bu nedenle de ülke kaynaklarının verimli bir şekilde kullanılması mümkün olamaz. Zihniyet böyle olunca da bu kaynakları korumak için bırakın gerekli teşkilatı kurmayı, var olan kurumların da önce işlevsizleştirilmesi daha sonra da kapatılması gerekir. Dolayısıyla AKP hükümetinin dış kaynaklı tavsiyeler üzerine kurulu yönetim anlayışı doğrultusunda oluşturulan Anayasa taslağında planlama zorunluluğuna gerek bulunmamaktadır. Dolayısıyla tarım sektöründe planlama gereksinimi bulunmayan bir anlayışın ne tarımsal üretimin verimlendirilmesine, ne bu planlamayı gerçekleştirip verim artışını sağlayacak ziraat mühendisine, ne de tarımsal üretimi gerçekleştirecek köylüye ihtiyacı bulunmaktadır. Hükümetin tarım ve köylü bağlamında hedefi ne pahasına olursa olsun tarımsal nüfusun azaltılması-toprağından kovulmasıdır.

Neoliberal politikaların zararlarını en üst seviyede yaşayan ülkemizde Anayasa içerisinde sosyal devlet anlayışını içeren planlama bölümünün yer alması, ülke genelinde tüm yurttaşlarımızı çok yakından ilgilendiren bir konudur.

Kooperatifçilikte Anayasal güvence dışına çıkarılmıştır

1980’den bu yana neoliberal politikaları kayıtsız şartsız ve harfiyen uygulayan Türkiye, Dünya Bankası’nın dayatmasıyla 2000 yılında 4572 sayılı Tarım Satış Kooperatif ve Birlikleri Hakkında Kanun’u çıkardı. Asıl amaç bu kooperatif ve birliklerin özerk olmasıydı, ancak hiçbir zaman bu olamadı, çünkü bu yapılar köylünün oylarını alabilmek amacıyla kullanıldı.

Diğer önemli bir nokta ise bu kanunun çalışma konuları başlıklı 3. maddesinde geçen “Kooperatif ve birliklerin, ilk işleme hüviyetindeki işletme ve tesisleri dışında kalan sonraki üretim aşamaları için kuracakları iktisadi işletmeler, anonim şirket statüsünde ayrı bir tüzel kişilik olarak kurulup faaliyet gösterirler.” ibaresidir. Oysa kooperatifler çiftçilerin haklarını şirketlere karşı korumak amacıyla oluşturulmuş yapılardı. Bu düzenleme hem kooperatif hem de birliklerin dik durmasını zora sokuyordu. Diğer Anayasalarda olmasına karşın, hazırlanan taslakta kooperatifçiliğin geliştirilmesi konularına yer verilmemesi, uygulanmakta olan politikaların Anayasa’ya aktarılmasından başka bir şey değildir. Oysa gelişmiş ülkelerde kooperatifler son derece güçlü çiftçi örgütleridir. Ülkemizde de buna paralel düzenlemeler yapılması gerekir.

Ormanlarımızda da yabancı şirketler faaliyet gösterebilecek

Daha önceki Anayasa’larda devlet ormanları devletçe yönetilir ve işletilirken, hazırlanan Anayasa taslağında buraların işlettirilebileceği de görülmektedir. Bununla ormanlarımız yerli ve yabancı özel sektör faaliyetine açılmış olmaktadır. Ülkemizde yaşanan diğer özelleştirmelerin zamanla yabancılaşma hareketine dönüştüğü ve bu ülkede yaşayan bizlere hiçbir fayda sağlamadığı, tersine zarara uğrattığı unutulmamalıdır. “İşlettirir” ibaresi taslaktan çıkartılmalıdır.

Ormanlar kendi kendilerine orman niteliklerini kaybetmeye devam ediyor

Kamuoyunda 2B arazileri olarak bilinen gerek mevcut gerekse taslak Anayasa’da “ilim ve fen bakımından orman niteliğini tam olarak kaybetmiş alanlar” tabiri değiştirilmeli “kaybettirilmiş alanlar” olarak artık değiştirilmelidir. Ormanın kendi kendine orman niteliğini kaybetmediğini, bu niteliğin işgalciler tarafından kaybettirildiğini artık ilkokul çocukları dahi bilmektedir. Buna yol açan kişilere bu araziler satılmak yerine cezalandırılmaları gerekmektedir. Yine bu konuyla ilgili olarak oluşturulmuş bulunan milat Anayasa değişikliklerine kadar sürekli ilerletilmektedir. Daha önce 31.12.1981 olan tarih bu taslakta 23.07.2007 olarak revize edilmiştir. Bu tarihleri revize etmek 2B alanlarını artırmakta ve ormanlar her nedense kendi kendilerine orman niteliklerini hızla kaybetmektedirler! 1981’den bu yana bu araziler 3,5 milyon dekara genişlemiştir. Bu tarih tamamıyla kaldırılmalıdır. Aksi halde orman arazileri daralmaya devam edecektir.

Sonuç olarak

Ülkesini pazarlamakla görevli olduğunu beyan eden, ABD’li şirketleri ülkemizdeki fırsatlardan yararlanmaya davet eden, gerçek üretici köylüye hakaret eden AKP iktidarı artık tavrını ortaya daha açık koymakta ve hazırlamakta olduğu Anayasa taslağına ne tarımın geliştirilmesini ne de çiftçinin-köylünün korunmasını koymaktadır. İşin ilginç yanı ise iktidarı döneminde sürekli tarım ve köylü aleyhine politikalar uyguladığı halde 2007 bütçesine koyduğu 5 milyar 250 milyon YTL tarım desteğinin 5 milyar 118 milyon YTL’sini 22 Temmuz seçimlerinden önce dağıtan AKP köylünün büyük bölümünün oylarını yine topladı. Ancak, Başbakan’ın hayvancılığa ayrıldığını ifade ettiği 750 milyon YTL’lik destek ise ortada yok.

Çiftçi-köylü, örgütlülüklerini aktif hale getirerek ve onun itici gücü olarak siyasi iktidar üzerinde kendinden yana politikalar uygulanması konusunda baskı unsuru uygulamadıkça, en önemlisi olarak da kendinden yana politikalar uygulayacak siyasi iktidarları seçmedikçe yok olmaya mahkumdur.

Yeni Anayasa taslağında kendine yer bulamayan köylü hala sükunetini korumaktadır, tıpkı kendine kamu hizmeti sunmakla görevli Tarım Bakanlığı’nın 1984 yılında yeniden yapılandırılma adı altında işlevsizleştirilmesi ve Köy Hizmetleri’nin 1996 yılından itibaren önce işlevsizleştirilmesi ve sonra da 2005 yılında kapatılmasında olduğu gibi.

Hazırlanan Anayasa taslağı Türkiye’nin uygulamaya koyduğu neoliberal politikalara Anayasal uyumun sağlanmasının tamamlanmasından öte bir çalışma değildir. Yapılan, her alanda zaten fiili olarak başlatılmış ve Anayasa ile çelişen durumların ortadan kaldırılması amacıyla Anayasa’mızın neoliberal politikalara uyarlanması çalışmasıdır. Sosyal devlet ilkesine son vermenin önemli bir adımıdır.