Sunday, September 30, 2007

Tarımın şirketleşmesi ve genetiği değiştirilmiş gıdalar

Tarımın şirketleşmesi ve genetiği değiştirilmiş gıdalar

Levent Gürsel Alev / Mebruke Bayram

Tarımda geleneksel tarım metodları yerine, modern tekniklerin kullanılmaya başlamasıyla ortaya çıkan sürece “Yeşil Devrim” adı veriliyor. Yeşil Devrim lafıyla, tarımda hibrit tohumların, yapay gübrelerin, yabani ot ve böcek öldürücü kimyasalların ve tarım makinalarının kullanılmaya başlamasıyla, yani endüstriyel tarımın gündeme gelmesiyle birlikte meydana gelen ürün artışı kastediliyor. 70’li yıllara denk gelen bu süreçte sözü edilen ürün artışı o güne kadar tarımda hiç elde edilmeyen boyutlarda gerçekleşti. Yeşil Devrim’in propagandası; birim alandan elde edilen ürünün artması gerektiği, çünkü nüfusun hızla artmakta olduğu, bu nüfusu doyurmak için daha fazla gıda üretilmesi gerektiği söylemiyle yapıldı. Yeşil Devrim’le birlikte tarımda kimyasalların yoğun bir biçimde kullanılmasının yolu açıldı. 2. Dünya Savaşı sırasında kimya sanayiinde gelişmeler yaşanmış, yeni silahlar, teknikler keşfedilmişti. Bu teknikler savaşın ardından kendine yeni pazar alanı buldu ve tarım sanayiinde kullanılmaya başlandı. Nitrojen bombası modifiye edilerek nitrat gübresine, sinir gazı modifiye edilerek böcek öldürücü ilaçlara dönüştürüldü. Bu ve buna benzer birçok örnek tarımsal girdilerin ecza şirketleri tarafından ele geçirilmesinin önünü açtı. Gelişmiş ülkelerdeki tekellerin tarım sistemindeki egemenliklerini iyice pekiştirmesi, küçük çiftçinin ve küçük gıda firmalarının yavaş yavaş yok olması sonucunu doğurdu. Tekeller malın üretiminden satışına kadar her türlü aşamaya hakim hale gelmeye başladı.




Tekellerin egemenliği
Günümüzde, altı şirket, dünya tahıl ticaretinin %85’ini gerçekleştiriyor. Sekiz şirket dünya kahve satışlarının %55-60’ını ele geçirmiş durumda. Batı ülkelerinde tüketilen çayın %90’ı yine bu şirketlerden sağlanıyor. Kakao ticaretinin %83’ü yine onların kontrolünde. Gıdanın yalnızca üretimi değil dağıtımı ve nakliyesi de söz konusu şirketler tarafından kontrol ediliyor. Dünyada tahılı taşımak için gereken tahıl vinçleri, demiryolu bağlantıları, terminaller, mavnalar ve gemilerin idaresinin %80’i dev bir çok uluslu şirket olan Cargill tarafından gerçekleştiriliyor.
Endüstriyel tarımsal üretimde, gerçekleşen harcamaların büyük bir kısmı sentetik gübre, tarım makineleri yakıtı, makinelerin bakımı, elektrik enerjisi, taşıma, dağıtım, hibrit tohum, yabani ot ilacı, böcek ilacı, sulama gibi alanlarda yapılıyor. Bu harcamaların içerisindeki en düşük kalem işçilik.
Ülkemizin tarım tarihinden örnek verecek olursak; Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinden ürünün %90’ı çiftçide kalıyor, %10’u ise topraklardan sorumlu kılınan sipahilere ayni ürün olarak veriliyordu. Günümüzde ise; tarımsal ürünlerde yapılan cironun ortalama olarak %90’ı şirketlere, %10’u ise çiftçinin eline geçiyor. Yalnızca bu örnek dahi tarihsel sürecin nasıl çiftçinin aleyhine işlediğini göstermek için yeterli.
Günümüz çiftçisi tarlasındaki ürünü elde etmek için büyük oranda bu konuda üretim yapan çeşitli sanayi kuruluşlarına bağlı. Bu sanayi kuruluşlarının büyük bir kısmı tabii ki yukarıda bahsi geçen çok uluslu şirketler.

Yeni pazar arayışları
Sözü edilen tabloya bu şirketler arasındaki kıyasıya rekabet ve kapitalizmin doğası gereği sürekli varolan kriz de eklenince, tekellerinin yeni pazar arayışına girişmesi ve bu pazarların yaratılması doğrultusunda bazı tedbirler almaları kaçınılmaz hale geldi. Gelişmiş ülkelerin 1980’lerden bu yana tarım konusuyla ilgili DTÖ, GATT, Tarım Anlaşması gibi uluslararası anlaşmalarla yaptıkları düzenlemeler bu üretim fazlasına pazar bulma arayışından başka bir şey değil. “Üç Kızkardeş” adıyla anılan IMF, Dünya Bankası ve DTÖ’nün birbiriyle son derece uyumlu bir şekilde uyguladığı programlar sayesinde az gelişmiş ülkelerdeki korumacı ticari engeller aşılmaya, gümrük tarifeleri sözü edilen kurumların dayatmaları doğrultusunda belirlenmeye başladı. Üçüncü dünya ülkelerindeki tarımsal üretim gelişmiş ülkelerden gelen sübvansiyonlu tarımsal ürünler karşısında yavaş yavaş boğulmaya başladı.

İkinci Yeşil Devrim
Son zamanlarda sıkça tartışma konusu olan genetiği değiştirilmiş gıdalar da tarımın şirketleşmesi sürecinin son halkasından başka bir şey değil. Yeşil Devrim’in sağladığı artışı sonsuza dek sürdürmek elbette mümkün değildi. Çiftçi aynı miktarda ürünü alabilmek için tarlasına her geçen yıl daha fazla gübre, yabani ot ilacı, böcek öldürücü vb. kimyasallar kullanmak zorunda kalıyordu. Çünkü kullanılan tarım teknikleri ve kimyasallar toprağın yapısını olumsuz etkiliyor, topraktaki organik maddeleri, mikroorganizmaları öldürüyordu. Üstelik söz konusu kimyasallar ve teknikler doğal dengeyi de altüst ediyor, ekolojik sorunlar her geçen gün artarak çoğalıyordu. Bu noktada biyoloji alanındaki buluşlar uluslararası tekellerin imdadına yetişti. Genetiği değiştirilmiş organizmalar; yani GDO’lar sayesinde Yeşil Devrim’in ikinci aşaması gerçekleştirilebilecekti.
Muhtelif canlılardan alınan genler tarımsal ürünlere aktarıldı. Bu sayede ürünlerin böceklere ve yabani otlara karşı dayanıklı olması sağlanacak, ürünlerin raf ömrü uzatılacak, tarım için uygun olmayan arazilerde ürün yetiştilebilecekti. Genetiği değiştirilmiş gıdalar, yukarıda vaadelilenleri sağlayıp sağlayamayacakları, çevreye ve insan sağlığına karşı ne tür riskleri olduğu vb. konular henüz tartışma aşamasındayken piyasaya sürülüverdiler. Çünkü uluslararası tekeller bu ürünlerin ar-ge faaliyetleri için büyük yatırımlar yapılmıştı, artan rekabet koşulları yüzünden ürün artışı sağlanmalı, tekellerin tüm dünya pazarına tam hakimiyeti bir an önce tesis edilmeliydi. Hakimiyeti tam olarak kesinleştirme işi transgenik ürünler için alınan patentler sayesinde sağlanacaktı. Genetiği değiştirilmiş ürünler ticari buluş olarak değerlendiriliyor ve üreten firmaya söz konusu ürünün patenti verilerek ticari çıkarları koruma altına alınıyordu.
Genetiği değiştirilmiş ürünler de Yeşil Devrim’in ilk zamanlarındakine benzer bir propagandayla piyasaya sürülmüştü. Tarım tekelleri, dünya nüfusunun hızla artmakta olduğunu, aç insanların sayısının gün geçtikçe çoğaldığını, buna çare olmak için ürün miktarını artırmaktan, yani genetiği değiştirilmiş gıdalardan başka çare olmadığını iddia ediyorlardı.
İkinci Yeşil Devrim propagandasının öne sürdüğü argümanların geçersizliği gün geçtikçe daha fazla ortaya çıkıyor, tek kazanan yine gıda tekelleri. Genetiği değiştirilmiş tarım ürünlerinin ticaretinin başladığı 1996 yılından günümüze 10 yıl geçti. Genetiği değiştirilmiş ürün tarımı 1996 yılında 1,7 milyon hektar alanda yapılırken bu ürünler 2005 yılında 90 milyon hektar alanda ekildi, yani söz konusu ürünlerin ekiminde 53 katlık bir artış yaşandı. 2005 itibarıyla genetiği değiştirilmiş ürün tarımı 21 ülkede, 8,5 milyon çiftçi tarafından yapılıyordu. 1996 yılından bu yana ekim yapan ülke sayısı da 3,5 katlık artışla 6’dan 21’e çıkmış durumda. Dünya üzerindeki toplam soya ekim alanının %60’ını, pamuk ekim alanının %28’ini, kanola ekim alanının %18’ini, mısır ekim alanının %14’ünü genetiği değiştirilmiş ürünler işgal ediyor. Dünya ölçeğinde, toplam 299 milyon hektar tarım alanının %30’u transgenik ürünlere ayrılmış durumda. Genetiği değiştirilmiş ürünlerin tüm dünyaya yayılışı her geçen gün daha da artarak sürüyor.

Gıda zincirinin ilk halkası
Vandana Shiva, Çalınmış Hasat adlı eserinde çiftçi ile tohum arasındaki ilişkiyi şöyle açıklıyor: “Çiftçi için tohum yalnızca gelecekteki bitkiler ve gıda için bir kaynak değildir; kültür ve tarih de tohum içinde saklıdır. Tohum gıda zincirinin ilk halkasıdır. Tohum gıda güvenliğinin nihai sembolüdür.”
Şimdi gıda zincirinin bu ilk halkasını kaybetme tehditi ile karşı karşıyayız. Günümüzde yüz binlerce ürün uluslararası tarım tekelleri tarafından patent altına alınmış durumda. Patentli ürünleri tarlasına eken çiftçiler söz konusu ürünlerden ertesi yıl için kendi tohumluğunu ayırma hakkına sahip değil. Yani çiftçiler her sene tohum tekellerine patent bedeli ödeyerek tohum satın almak zorunda.
2000’li yılların başından bu yana dünyanın çeşitli yerlerindeki çiftçiler patent haklarını ihlal ettikleri gerekçesiyle haklarında açılan davalarla karşı karşıya kalıyor. Bu davaların sebebi, istemedikleri halde tarlalarındaki ürüne komşu tarlalardan tozlaşma yoluyla genetiği değiştirilmiş ürünlerin bulaşmış olması. Haklarında açılan davaları kaybeden yüzlerce çiftçi var. Çıkartılan yasalar sayesinde birçok yerde çiftçilerin kendi tohumluğunu saklaması ve kendi aralarında değiş tokuş etmeleri neredeyse suç sayılacak hale geldi.
Örneğin; Kentucky, Iowa ve Illinois’de tohum saklayan bir grup çiftçi Monsanto’ya kişi başına 35 bin dolara varan miktarlarda ceza ödemeye zorlandı. Monsanto’dan Scott Baucum’un konu hakkındaki açıklaması şöyleydi: “Şu iki bedelden birini seçin diyoruz, dükkânda 6,5 dolar veya mahkemede 600 dolar.”
Dünya Ticaret Örgütü’nün tüm dünyaya dayattığı fikri mülkiyet haklarını konu alan TRIPS Anlaşmasına göre, bir bitkinin patent hakkını almak isteyen bir şirketin tek yapması gereken, patente konu olan değişiklik bitkiyi anlamlı bir şekilde değiştirmemiş olsa bile değiştirmiş olduğunu iddia etmek. Büyük olasılıkla elde edilecek sonuç; patent müfettişleri söz konusu özelliği test etme imkânına sahip olmadıklarından, patent hakkının şirkete verilmesi ve gerisinin mahkemelere bırakılması olacaktır.

Çiftçiler direniyor
Dünyanın dört bir yanındaki çiftçiler uluslararası tekellerin hakimiyetine karşı çeşitli yollarla direnmeye çalışıyor. Biraraya gelerek oluşturdukları kooperatifler, dernekler, sendikalar vb. kuruluşlarla yerel ve diğer ülkelerdeki çiftçilerle dayanışma içerisine giriyorlar. Örneğin Seattle’daki DTÖ toplantısına karşı verilen büyük tepkide dünyanın dört bir yanından gelen küçük çiftçilerin payı büyüktü.
Ülkemizde de yapılması gereken çiftçilerin dünyanın dört bir yanında başlattıkları hareketlere benzer bir hareket oluşturmak. Kooperatifler aracılığıyla biraraya gelerek tohum, araç-gereç vb. alışverişini kolaylaştırmak, dayanışma ağı kurmak, yerel pazarlara ulaşarak, yoksa bu pazarları oluşturarak kendi bölgesinde çok uluslu şirketlere karşı direnmek. Tabii yapılması gereken en önemli şeylerden biri de sendikalar, dernekler vb. örgütlerde biraraya gelerek uygulanan neo-liberal politikalara karşı tavır almak.
Bu konuda çifçilerin en büyük destekçisi yine diğer halk kesimleri olmak zorunda. Toplumsal destekli ekolojik ve sürdürülebilir köylü tarımının geleceği tüketiciler arasında yaratacağı etkilere bağlı. Gerek üretici, gerekse de tüketici kooperatiflerinde biraraya gelerek, yerel tohumları korumak için sivil tohum koruma, geliştirme istasyonları ve bankaları kurmak. Üretici ile tüketicinin yüzyüze buluştuğu yerel ya da bölgesel pazar yerlerini kurmak, yaygınlaştırmak ve geliştirmek. Tüm bunları tarım ve gıda şirketlerinden bağımsız, yerel yönetimler ve sivil toplum kuruluşlarının organizasyonu ve desteğiyle yapmak.
İşte bu noktada, Çiftçi Sendikalarına, Ziraat Mühendisleri Odası gibi meslek kuruluşlarına, Tüketici Örgütlerine, Ekoloji ve Çevre Örgütleri ne önemli görevler düşüyor. Önümüzdeki bu önemli temel görev; tarımın şirketleşmesine karşı toplumsal destekli, ekolojik ve sürdürülebilir köylü tarımını savunmak ve geliştirmek için örgütlenmek ve somut mekanizmalar kurmak. Hiçbir şeyi yarına ertelemeden...

PLASTİK DOMATESLER (III)

PLASTİK DOMATESLER (III)
Tayfun Özkaya




Türkiye’de gıdada halk, yakın bir gelecekte neleri kaybedeceğini bilmediğinden tohumculuk kanununa karşı direniş de yetersiz kaldı. Amerika’dan Jenny’nin mektuplarını bu hafta da aktarmaya devam ederek kaybedeceklerimizi biraz daha anlamaya çalışabiliriz. Şöyle yazıyor:

“2. dünya savaşı sonrası, iş bulmak ve daha iyi bir hayat için, büyük kentlere göç başlamış, dolayısıyla apartman hayatı. Hızlı hayatın sonucu olarak da, konservelerden, donmuş yiyeceklere kadar birçok değişiklikle yiyecekler değişmiş. Eğer sıradan bir Amerikan marketine giderseniz, göreceğiniz, bir köşede küçük bir alan taze sebze ve meyveler için, gerisi hazır yiyecek, aşırı rafine edilmiş, çoğu zararlı yiyecekler ve temizlik, ev hayvani ürünleri vs. Meyveler sebzelere göre daha lezzetli diyebilirim. Ama diğer yandan çok bilinen ve yenen portakal çoğunlukla %90 plastik… Sebzeler, süper büyük, harika görünüşlü ve raflarda sayı ile. İstanbul’daki gibi kilo ile değil, tane ile alıyorsunuz. Büyük kentlerde yaşayan, apartman insanları için tek seçim marketlerden almak gibi görünüyor. Ve istediğinizi değil bulduğunuzu alıyorsunuz. Örneğin tüm domatesler kırmızı değil, tüm patlıcanlar da uzun ve mor değil ama siz sadece sınırlı sayıda olan çeşitlere erişebiliyorsunuz. Sonuçta büyük tarla sahipleri de haklı. Müşterisi şu ve şu çeşidi istiyor, tüm ülkedeki şubelerine dağıtacak. Ona diyemezsiniz ki, unut o tipi, ben de çok lezzetli olan şu tip var, nakliyeye uygun değil, çok narin ama daha iyisini bulamazsın. Büyük tohum satıcılarının katalogları %90–95 oranında hibrit dolu. Sonuçta kaç kişi örneğin 600 den fazla çeşit domates olduğunu biliyor. Ne görüyorsa markette o. İşte bu noktada geriye dönüş başladı. Bir yanda sağlıklı beslenme, diğer yanda, organik sağlığın şartı derken, marketlerdeki ürünlerin iyice kalitesizleşmesi, eskiye dönüşü hızlandırırken, yeni bir hobiyi de başlattı: Her yıl değişik türleri denemek, keşfetmek. Container gardening denen saksılarda sebze yetiştirimi gibi tarlaya alternatif, herkes için seçimler çoğaldı.

Sizin çok daha iyi bildiğiniz gibi, tohumların genelde 2–5 hatta 10 yıllık ömürleri var, çeşide ve saklanma koşullarına bağlı olarak. (tabii bu arada sağlıklı tohumlardan bahsediyorum). Yani binlerce çeşit tohumun birileri tarafından her yıl veya her 2–3 yılda bir ekilmesi, doğru koşullarda izolasyon ile ve sağlıklı geliştirilip, tohumlarının doğru şekilde toplanıp gelecek yıllar için doğru koşullarda saklanması lazım. Eğer çok az insan o tohumların varlığını biliyor ve ulaşabiliyorsa, sonuçta hiç kimse ekmiyorsa veya diğer tiplerle yanlışlık, dikkatsizlik, gibi nedenlerle genetik özelliğini kaybetmişse, işte o türe veya çeşide de elveda diyor tüm dünya. Bu orijinal tohumları koruma altına almanın tek yolu, herkesi bilgilendirip, saksı da bile olsa yetiştirmeye özendirmek, daha çok insanin denemesi, keşfetmesi ve yeni nesillere bırakması gerek. Örneğin blue potatoes deniyor. Ben sanıyordum ki genleri ile oynanmış patates. Gerçekte, nesli tükenmek üzere olan orijinal bir patates çeşidiymiş, ve bir uçak şirketinin sembol olarak kullanması ve patates cipsi olarak yolcularına sunması ile, şu anda oldukça popüler, hatta gurme marketlerde görürsünüz. Bunun yanında bazı çeşitler var ki, hiç bir zaman sıradan marketlerde göremeyeceğimiz, hiç bir zaman endüstriyel amaçlı kullanılamayacak çeşitler var ki, belki yakın çevredeki pazarlarda, o da belki, tek yol, hayatta tutmanın, sadece bu çeşit özel tohumları satan ufak tohum şirketlerini desteklemek. Bazı tohumların tarihleri anlatılıyor, deniyor, şu ürün, şu bölgeye yerleşmiş büyük büyük .. babası Çekoslovakya’dan getirmiş nesiller boyu aileden gelme bir çeşit biber. Böyle keşfedilen, limitli sayıda satılan tohumlar var.”
Jenny’nin yazdıklarına burada ara verelim. Tohumculuk kanununu kabul etmemizden bu yana cehenneme bilet almışız, toplumun haberi yok. Şimdi, tohumculuk kanununa karşı çıkanları aşağılamaya kalkanlar şapkalarını önlerine koymalı değil mi? Ne gezer! Bu neo-liberal fanatiklerin böyle bir şey yaptıkları hiç görülmedi.

PLASTİK DOMATES PATLICAN YER MİSİNİZ? (II)

PLASTİK DOMATES PATLICAN YER MİSİNİZ? (II)
Tayfun Özkaya





Geçen haftaki plastik meyve, sebzeler konusunda ABD’den mektup aldığımdan söz etmiştim. Bunları sizle paylaşmak istiyorum. Biraz kısaltarak aktarıyorum. Köşeli parantez içindekiler benim açıklamalarım. Jenny Türkiye’de anne babası yaşamış. Oldukça güzel Türkçe yazıyor. Yazısına hemen hiç dokunmadım.
“Türkiye’deki tohumculuk hakkındaki yazıları internetten okuyorum ve dehşete kapıldım. Çok üzücü. Birileri mutlaka bir şeyler yapmalı bu konuda. Genetikleri ile oynanmış tohumların kabulü söz konusu bile olmazken, burada F1 hibritlere karşı bile yoğun bir dışlama var. Orijinal tohumları (heirloom seeds) [köylü çeşitleri veya atadan kalma çeşitler] korumak için, kulüplerden tohum bankalarına kadar bir sürü kuruluş, tohum satıcı şirket var.
Anladığım kadarı ile şaşalı reklâmlar altında bir sürü özel şirket F1 hibrit üretimi peşine düşmüş ama burada geriye dönüş başladı. Hem de olabildiğince hızlı bir şekilde olması için yoğun çalışmalar, kampanyalar var. Tabiî ki dev satıcılar her şeyi tekeli altına almak istiyor, terminatör tohumlar en son teknoloji. Siz daha iyi biliyorsunuzdur, o tohumlardan ekilen sebzelerin tohumları yeşillenmiyor. F1 olsa da ne anlamı var ki, garip şekilsiz tamamen işe yaramaz bir şey.
Burada çok yoğun olarak kampanyası yapılan diğer bir konu da nasıl aldığınız ürünlerin tohumlarını saklayabilirsiniz, hangi sebzenin tohumu nerededir, ne yöntemlerle o tohumlar ayıklanıp kurutulup gelecek yıla saklanır. Tohum satıcı şirketler bile bu bilgileri yoğun olarak veriyorlar kendi sayfalarında veya kitap öneriyorlar. Çünkü burada da her yer f1 ile dolu, dehşet içinde korku içindeler, heirloomları [ata tohumları] kaybedeceğiz diye. Organik zaten her yerde büyük bir akım.
Ayni konu gübre konusu için de geçerli, kimyasal gübre yerine doğal yollar, teknikleri ile bilgilendirilmeye çalışılıyor halk.
Diğer bir konu da tabii ki 2. dünya savaşı sırasında, devlet, herkesin arka bahçesinde kendi sebzesini yetiştirmesini istemiş. Victory gardens [Zafer Bahçeleri]. Böylece büyük tarlalarda yetişen ürün askerlere gönderilmiş çoğunlukla. Oradan gelen bir gelenek de var. Ve burada çok doğal ufacık da olsa bir sebze bahçesi sahibi olmak, en azından balkonda bir cherry domates yetiştirmek.
Birçok sebze ve meyve çeşidi burada yok. Ciddiyim, hala arıyorum yok. Ben pek sanmıyorum ki bulabileyim, bunca yılda eğer hiç Manhattan'da görmediysem, hiç bir tohum satıcısında görmediysem, o türler sadece Türkiye’ye özel. En özel haliyle korunmalı ve dünyaya tanıtılmalı.
Burada eğer süpermarketten sebze alırsanız, süper görünüşlü, dev boyutta sebzeler. Rengi, dokusu mükemmel. Problem %10 lezzetli, %90 plastik tatlı !!!!!
Bence sadece tarla sahibi ve ürünlerini satıp da geçimini sağlayanlar değil, çok daha büyük insan toplulukları bu tohum konusunun parçası olmalı. Burada bahar geldi mi, her yer, perakende çeşit çeşit tohum paketleri, toprak, saksı, vb. ile dolar. Her yer, o kadar çok görürsünüz ki, kösedeki indirimli dükkândan, bauhause gibi inşaat malzemesi satan yerlere kadar. Hatta yerel fidanlıklar, fidan haline getirip onları satarlar, mevsimi kısa olan kuzey eyaletlerinde daha yoğun. Yani bahçe içinde eviniz olmasa da en azından saksı da dereotu, nane kekik, diye marketlerde setler satılır. Cherry domates bir orta boy saksı yeter balkonda. Bence Amerika'dan İngiltere'den yeni akım denilip, lezzetli organik ürünler, bunlar deyip büyük kampanyalar yapılmalı. Ben hatırlarım İstanbul’dayken o yıllarda yavaş yavaş kendini hissettirmeye başlamıştı ki süpermarketlerden aldığımız bazı sebzelerin tadı yoktu. Bizimkiler daha çok pazarlardaki köylüleri bulmaya çalışıyordu…
Burada makaleler yazılıyor. Neden akdeniz insani, hatta Avrupalılar bu kadar sağlıklıyken, bu ülkede bu kadar yoğun hastalıklar var. Kimse plastik yemekten hoşlanmıyor! Burası yaptığı hatayı anladı geriye dönüyor. Umarım Türkiye'de de konuyu bilen sizin gibi insanlar kanun yapıcılara konunun ciddiyetini gösterebilir. Saygılarımla. Jenny”
Haftaya konuya devam edeceğiz.

PLASTİK DOMATES, PATLICAN YER MİSİNİZ?

PLASTİK DOMATES , PATLICAN YER MİSİNİZ?
Tayfun Özkaya
Berlin’de marketten aldığımız İspanya ürünü patlıcanı hevesle oğlumun evine getirdik. Amacımız karnıyarık yapıp memleket havası yaratmaktı. Ne gezer. Patlıcan adeta bir süs eşyası kadar güzel olmasına rağmen tadı yoktu. Sonunda Türk marketlerden gelen Türkiye ürünü sebzeleri almaya başladık. Şimdi bizlere bu “gelişme”, kalkınma olarak dayatılmaya çalışılmaktadır. Geçen yıl “tohumculuk kanunu” Avrupa Birliği paketinin içine sokularak ülkeye dayatılırken yaptığımız itirazlara karşı yabancı tohum şirketlerinin uzantıları bizleri geriliği savunmakla suçlamışlardı. Hâlbuki tarımsal ilaçsız gübresiz üretilemeyen bu sanayi tohumları ile yapılan tarım dünyayı zehirlemiş, erozyonu şiddetlendirmiş ve sürdürülemezliğini adeta ispatlamıştır. Bunun tek yararı bir avuç insanı daha da zengin etmesidir. Bazı üreticilerimizin dahi bu satırlarımı şüpheyle karşılayarak okuduklarını tahmin ediyorum. Çünkü önce bütün ülkelerde köylünün kendine inancı yok edilerek sorgusuz sualsiz yeni denen “yok edici teknolojilere” iman etmesi sağlanır.
Geçtiğimiz aylarda Ege Üniversitesi Tarım Ekonomisi bölümüne misafir yüksek lisans öğrencisi olarak gelen “James” sebze ve meyvelerimizin, etlerimizin çok lezzetli olduğunu bizlere anlata anlata bitirememişti. Ona göre ABD ürünleri sadece görünüşte güzeldi. Lezzet yoktu. Lezzet yokluğu da muhtemelen mineral maddece fakirliğini kanıtlıyordu. İşte ona göre bu yüzden Ege’de insanlar daha sağlıklı ve ince iken Amerikalılar şişmanlıktan patlamak üzere idiler. Besin fakirliğini kapatmak için bu defa kucak dolusu para mineral madde, vitamin içeren ilaçlara harcanıyordu.




Bugün, muhtemelen çocukluğu Türkiye’de geçmiş bir Amerikalıdan e-posta aldım. Mesajı oldukça iyi bir Türkçe ile yazılmış idi. O da benzer şeylerden söz ediyordu. ABD’de 2. Dünya savaşında “zafer bahçeleri” denilen bir gelenek başlatılmış idi. Askerlere daha çok yiyecek gönderebilmek için halk bahçesinde üretim yapmaya teşvik edilmişti. O gelenek hala sürüyordu. Bilinçli Amerikalılar akıntıya karşı bir ruh hali ile tohum endüstrisinin plastik domates ve patlıcanlarına direniyor ve yapabildikleri kadar atadan kalan tohumlarla tarım yapmaya çalışıyorlardı. Ancak bu tohumları bulmakta çok zorlanıyorlardı. ABD’de ayrıca GDO belası vardı. Bizim adresimizi web sayfalarında bulmuş, tohumculuk kanunu ile ilgili yazılarımızı okumuştu ve “tohumculuk kanununun” sadece Türkiye için değil tüm dünya için de bir felaket olacağını söylüyordu.
Şimdi Türkiye’nin nerede olduğunu çok iyi bilmeliyiz. Ülkemiz Milattan önce 8500 yılında dünyada tarımın ilk geliştiği yere aittir. Harita üzerinde bir aya benzediği için “bereketli hilal” denen bu alan içinde Türkiye’de Güneydoğu Anadolu, Konya’ya doğru uzanan bir şerit, Irak, Suriye, Ürdün, Lübnan, Filistin, İsrail bulunmaktadır. Buğdayın atası Türkiye’de hala doğadadır. Nohut Türkiye’de kültüre alınmıştır. -Bu konuların ayrıntılarını öğrenmek isteyenler “Tüfek, Mikrop ve Çelik” adlı şahane kitabı okuyabilirler.- Bu nedenlerle bu alan dünya biyoçeşitliliği açısından çok büyük bir önemdedir. Ama ne çare ki Irak’ta işgalle Amerikan komutanının imzalayarak yayınladığına benzer bir tohumcuk yasasını meclisimiz kendi eliyle kabul etmiştir. Bizim de içinde bulunduğumuz bereketli hilalin kültürünü unutmamız için Bağdat Amerikalılar tarafından işgal edildiğinde on bin yıllık kültürel mirası saklayan müzelerin yağmalanmasına, yakılmasına adeta izin verildi. Bundan sonra açılacak olan beyaz sayfa üzerine colasıyla, tohumuyla, fastfooduyla daha kolay yerleşilebilirdi. Bizde de köylülerimiz hala “tohumculuk yasasının” ne getirip ne götüreceğinden çoğunluğuyla habersizdir. Onları uyandırmak çiftçi örgütlerine düşmez miydi? Ne gezer. Birkaç istisnasıyla derin uykulardaydılar. Hala da öyledir. O zaman buyurun plastik domateslere, patlıcanlara.

Tuesday, September 18, 2007

Yaşam İçin Tohum…

Yaşam İçin Tohum…




İlkokul yıllarımızda bize öğretilen Türkiye’nin gıda konusunda kendi kendine yeten bir ülke olduğu bilgileri artık gerilerde mi kaldı? Yoksa yerel tohumlarımıza sahip çıkarak bunu gerçekleştirme şansımız var mı?
Türkiye’yi tarımda dışarıya bağımlı kılmaya ve yerel tohumların giderek yok olmasına kapı açtığı için sivil toplum kuruluşlarının Anayasa Mahkemesi’nde açtığı dava bu şansı kaybetmemek üzere atılmış adımlardan biri...

“Tohum, bir ülkenin tarım sektörü için stratejik öneme sahiptir.”

Ziraat Mühendisleri Odası, 2006 yılının son aylarında Türkiye’nin gündemine giren Tohumculuk Yasası ile ilgili görüşlerinin başında bunları söylüyor. Ancak gerek doğa korumacı örgütler, gerek bazı çiftçi örgütleri, gerekse topraklarımızın ve tarımsal biyoçeşitliliğimizin korunması yolunda çalışan hükümet dışı organizasyonların tepkileri bu sözün daha farklı söylenmesi gerektiğini ortaya koyuyor:

“Tohum, bir ülke için stratejik öneme sahiptir.”

ZMO’nun açıklaması da bu sözü doğrular nitelikte bilgiler içeriyor: “Tohum üretim ve dağıtımını çokuluslu şirketlerin tekeline bırakan ülkelerin, bağımsız bir tarım sektöründen söz edebilmesi olanaksızdır. Günümüz Türkiye’si, sebze tohumluğunda yüzde 90’ın üzerinde dışa bağımlı. Sertifikalı hububat tohumluğunun ise ancak yüzde 25’i üretilebiliyor.”

Çoğumuz ilkokul kitaplarından hatırlar. Çok değil, daha 30 yıl öncesine kadar Türkiye gıdada kendi kendine yetebilen ender ülkeler arasındaydı. O zaman bize bunun ne denli önemli olduğu ve gıdada dışa bağımlı olmanın bir ülkeyi nasıl zayıflatacağı anlatılmıştı. Çoğumuz anlamıştık! Ama bugün topraklarımızda çiftçilerimizin her yıl ayırdığı yöreye özgü tohumların yerinde başka coğrafyalardan gelen tohumlar yeşeriyor. Üstelik bunların çoğu da hibrit; yani kısır, sadece bir kerelik… Böyle olunca çiftçi ertesi yıl için tarlasındaki ürünlerden bazılarını tohumluk ayırmak yerine her yıl gelirinin bir bölümünü yeni tohum almak için harcıyor...

Bazı yerel türler ise pazarı olmadığı ve çoğu zaman göç nedeniyle, çiftçilik o yörede artık ölmek üzere olduğu için yok olup gidiyor. Oysa yerel türler bu coğrafyanın ürünü ve çoğu da diğer türlere oranla kötü şartlara daha dayanıklı ve verimli olabiliyor.

Diğer yanda her ne kadar Türkiye’ye genetiğiyle oynanmış tohum girişi kanunen yasak olsa da, sınırdan geçen ürünlerin GDO’lu olup olmaması bu tohumları ithal eden şirketlerin güvenilirliğine bağlı. Başka topraklardan gelen tohumların genetiğiyle oynanıp oynanmadığı konusunda bilimsel hiçbir denetleme yapılmıyor ve bu yüzden kimse çiftçilere yabancı şirketler tarafından bedava dağıtılan mısır, buğday vs. tohumlarının GDO’lu olduğu konusundaki söylentileri yalanlayabilecek verilere sahip değil.

ZMO, Türkiye’ye her yıl, 2 milyon tona yakın genetiği değiştirilmiş (GDO’lu) mısır, soya, pamuk ve kolzanın hiçbir denetime tabi olmadan girdiğini; yem rasyonlarına katıldığını, işlendiğini ve 800 çeşidin üzerinde ürün olarak tüketicinin sofrasına ulaştığını tahmin ediliyor. Türkiye’de tohumun topraktan sofraya uzanan yolculuğu 2006’da çıkan Tohum Yasası ile daha da karmaşık bir hal alıyor. Yasada yer alan “yetki devri” başlıklı maddesi ile; Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı, tohumluk üretimi, sertifikasyonu, ticareti ve piyasa denetimi alanlarındaki yetkisini, tohumculukla uğraşan alt birlikler tarafından kurulacak Türkiye Tohumcular Birliği’ne süresiz olarak devretmeye hazırlanıyor.

Ancak bu madde “üretim yapanın kendisini denetlemesi” gibi kamu yararına aykırı olabilecek bir hükmü de içinde taşıyor. Ayrıca Birlik, tohumlukların kalite güvencesinin sağlanması için sistem oluşturmak, tohumluk üretim sözleşmeleri düzenlemek gibi yetkilerle donatılıyor. ZMO’ya göre bunun anlamı “Sermayenin üreticiyi ezeceği yeni bir yapı oluşturmak”.

Yasanın özel şirketlere açtığı kapıdan çok uluslu şirketlerin de yararlanabilmesi ise dışa bağımlılık gibi başka endişeleri beraberinde getiriyor.

Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı Gökhan Günaydın özel sektörün, sebze, mısır, ayçiçeği gibi yabancı döllenen tohum piyasasının kârlılığını çoktan fark ettiğine dikkat çekiyor:

“Bu bağlamda özellikle Hollanda, İspanya ve İsrail kökenli firmalar, yerli ortaklarıyla Türkiye’de tohum üretip pazarlıyor ya da doğrudan ithal ürün satış ağı oluşturuyor. Bu süreç, yerli çeşitlerimizin neredeyse tamamının kaybolmasına neden oluyor. Örneğin bir kilo domates tohumu 18–20 bin dolara satılıyor ve üreticinin sömürü düzeyi giderek artıyor. Yabancı ve yerli aracıların etkisiyle, üreticinin eline geçen gelirden yaklaşık 5 kat fazla fiyatlara domates alan tüketicinin ‘eski domateslerin tadını arama’ düzeyinde kalan yakınmaları, üretici ve tüketici dayanışmasına yönelik anlamlı bir sonuç üretmiyor.”




GDO’ya Hayır Platformu ve pek cok stk, zmo beraber 5553 sayılı yeni Tohumculuk kanununun değiştirilmesi yönünde Anayasa Mahkemesine başvurdu.

Bu Toplulugun başvuruda dile getirdiği değişiklikler şöyle:

Yasada biyoteknolojik ibaresi altında GDO’lu tohumların da satısına ve ülkeye girişine izin veriliyor, bu tanım çok geniş bir alanı kapladığı için bunun kaldırılması.
Tüm yetkinin Tohumcular Birliği adı altında toplanan bu birliğin eline verilmesi yanlış. Çünkü üyeleri çokuluslu tohumculuk firmalarından oluşuyor. Yani hem tohumu satan hem pazarlayan hem üreten hem de denetleyen kurum olarak karşımıza çıkıyor.
Bu yasa ile küçük çiftçi tohumunu üretip satabiliyor, takas yapabiliyor fakat o tohumdan ürettiği ürünü pazara çıkarıp satamıyor, Satarsa çok ciddi yaptırımları, cezai uygulamaları var.

GDO’ya Hayır Platformu bugünlerde önce yerelde sonra uluslararası bir Tohum Ağı kurmanın hazırlıklarını yapıyor. Bu ağ ile; yerel tohumların korunması, saklanması, yerel pazarlarda satışının yapılması, çiftçilerin kendi aralarında iletişimi başlatması ve kamusal çerçevede birlikte hareket etmeleri amaçlanıyor. Alev, “Bu ağ sayesinde her çiftçi kendi tohumunu kayıt altına alabilecek, birbirleriyle iletişimde olacak, tohumunu saklamayı öğrenecek” diyor ve ekliyor: “İlk aşamada ekolojik üreticiler dahil olacak, daha sonraki aşamada diğerlerini de bu ekolojik üretici grubuna eğiterek dahil edeceğiz. ZMO, çiftçi sendikaları ve kooperatifler de bu ağın içinde olacak.”

Bütün bu gelişmeler yaşanırken Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı Koruma Kontrol Genel Müdürlüğü’nden Abdülmecid Yeşil, bakanlığın yerel tohumların korunması ile ilgili bir çalışması olmadığını söylüyor. Bakanlık sadece sertifikalı tohumlukları (standart, hibrit (konvansiyonel ve ekolojik tohum yani. sertifikalı deyince hemen aklımıza ekolojik tohum gelmesin) kayıt altına alıyor. GDO tehlikesine karşı ise tohumu satan/üreten firmadan Taahhütname aldıklarını belirten Yeşil, “Gerekli görülürse analize gönderiyoruz” diyor.(yani herhangi bir şikayet ya da gdo şüphesi duyulduğunda)

Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’na bağlı iki araştırma enstitüsünde (Ankara ve İzmir Zirai Araştırma Enstitüsü) tohum gen bankası var. Ancak bu enstitülerin nasıl işlediği hakkında yönelttiğimiz sorulara yanıt alamadık.

Tagem halen duruyor fakat ar-ge çalışmalarına çok komik bütçeler veriliyor, yani işletmenin içi boşaltılıyor. Tigem ise 1983 yılında Özelleştirilmeye tabi tutulan kuruluşlar listesine alındı ve bugün Türkiye’nin pek çok noktasındaki Tigem’ler satılmıştır. Her iki kurumda da yıldırma politikaları, sürekli yönetim değişiklikleri olmakta ve ar-ge için ayrılan bütçeler sınırlandırılmaktadır. Özelleştirilen işletmelerdeki pek çok tohumluk ve fidanlık diğer müdürlüklere kaydırıldı.

Toplumsal hassasiyet gösterilmesi gereken çok önemli bir konuyu bu sayıda işlemeye çalıştık. Çiftçiler, tüketiciler, STK’lar ve doğaya, insana ve gelecek nesillere saygısı olan tüm insanların bu konu hakkında oturup düşünmesi, ülkemiz üzerinde oynanan oyunlara artık daha fazla göz yumulmaması gerekiyor. Kendi tohumluğumuzu kendi besin ihtiyacımızı karşılayabildiğimiz günlere dönmemiz çok da zor değil. Dışa bağımsız kendine yetebilen bir Türkiye için elele!


Kutu:

Türkiye Ziraat Odaları Birliği

Kamu kuruluşları, özel sektör için cazip olmayan, buğday, arpa, pamuk ve yem bitkileri gibi kendine döllenen bitkilerde tohum üretimine ağırlık verirken, özel sektör tohumculuk kuruluşları da mısır, ayçiçeği, patates ve sebzelerde hibrit tohum üretimine ağırlık veriyor. Tohumculuk sektörü, sürekli dışardan tohum ithal etmek yerine, yeni çeşit geliştirmek için araştırma ve geliştirmeye yönelik çalışmaları yapmak zorunda. Bunun için başlangıçta Kamu Araştırma Kuruluşları, üniversiteler ve tohumculuk kuruluşları arasında sıkı bir diyalog kurularak Kamunun Ar-Ge alt yapısından yararlanılmalı.

Transgenik çeşitlerin kullanımı, geleneksel çiftçilikte ve yerel türlerin kullanımında olumsuz etkilere neden olacağı gibi, her yıl yenilenmesi gerekliliği yanında bu alandaki yeniliklerin patente bağlanmış olması teknolojiyi üretmeyen, ancak kullanmak durumunda olan ülkemizin tarımda dışa bağımlı olmasına yol açacak. Transgenik ürünlerin tohumları, transgenik olmayanlara göre daha pahalı olacağından, tohumluk alımını uzun süre devam ettiremeyecek olan küçük çiftçiler bu durumdan zarar görecekler.

******************************************************************************
“Annem her yıl lezzetini özlediği yerli mısırlardan ne yapıp edip, bulup ekiyor. Ama sonuç ne? Mısır yabancı dölleniyor ve çevremizde herkes silaj mısır ektiği için annem yine özlediği lezzete sahip olmayan mısırı tüketmek durumunda kalıyor.”
*****************************************************************************

Satılmış Başkavak:

Tüm Köy – Sen Genel Örgütlenme Uzmanı

Yerel tohumları tanımayan, biyolojik çeşitliliğin korunmasına ters düşen bu yasa çıkarlarımıza ters düştüğü için yasanın reddi ile ilgili çalışmalarımız oldu, Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı’na bildiri sunduk. Tohum Bankası kurulması ve yerel tohumların korunması gibi işler devlete yani bakanlığa aittir, onların yürütmesi gerekir. Buna karşın tarıma ilişkin tüm araştırmalar ve araştırma yapan kurumlar durduruldu, bütçeler kısıtlandı. Bakanlık bu yasa ile tüm işlerini çok uluslu şirketlere Tohum Birliği adı altında devrediyor. Oysa tohumu üreten ve satan firma nasıl kendi kendini denetleyebilir? Türkiye’de tarım ve özellikle tohum sektörü en az savunma sanayi kadar stratejik bir yerdedir.

Yrd. Doç. Dr. Funda Arslanoğlu:

19 Mayıs Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarla Bitkileri Bölümü

Son çıkan yasa Türkiye’deki yerel tohum kaynaklarına vurulmuş bir darbedir ve üretim, satış, denetleme gibi pek çok yetkinin devredilmesi de çok üzücü bir gelişmedir. Doğrudan Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı’na bağlı, diğer kurumlardan bağımsız bir gen bankasının kurulabilmesi için toplanan materyalleri “sınıflandıran”, “üreten”, “korumayı sürdüren” şeklinde farklı çalışma birimlerinden oluşan güçlü bir ekibe ihtiyaç var. Kurulacak yer ise yüksek rakımlı, oksijenin bol, nem oranının az olduğu Orta Anadolu gibi bir bölge olmalı Ya da mevcut olan gen bankalarımızın çalışma sistemlerinde kalıcı ve gelişmeye yönelik değişiklikler yapılmalı.

Artık neredeyse her ürünü dışarıdan alan bir ülkeyiz. Çünkü ülkemizde yetiştirilmesi ekonomik değil, çünkü girdi maliyetleri yüksek, çünkü bu yalanlar üreticimizi fakirleştiriyorken birilerini zenginleştiriyor. Artık o severek yediğimiz, verimi az ama tadı çok olan mısırlarımızdan hiç kalmadı. Dağ köylerinde bile mısır genotiplerimiz kayboldu. Annem her yıl lezzetini özlediği yerli mısırlardan ne yapıp edip bulup ekiyor. Ama sonuç ne? mısır yabancı dölleniyor ve çevremizde herkes silaj mısır ektiği için annem yine özlediği lezzete sahip olmayan mısır tüketmek durumunda kalıyor. Bu topluma yansıyan çok basit ve küçük bir resim... Büyük resimde ise kendi bulgurumuzu beğenmeyip vazgeçtiğimiz, bugün tat alamadığımız ekmeklerin kaynağı buğday var…


Hilal CABER

Monday, September 17, 2007

TMMOB İSTANBUL KENT SEMPOZYUMU’NA DOĞRU



TMMOB İSTANBUL KENT SEMPOZYUMU’NA DOĞRU
“İSTANBULLULAR KONUŞUYOR!!
20 Mayıs 2007, Bahçeşehir Üniversitesi
LEVENT GÜRSEL ALEV




Merhabalar, öncelikle TMMOB ve İKK’ya hem çalışmalarından dolayı hem de böyle bir toplantıyı organize ettikleri için teşekkür ediyorum. Ben tartıştığımız konunun farklı bir boyutunu ele almak istiyorum. Çünkü çalışma alanlarımız daha çok kırsal alanlar. Genetiği Değiştirmiş Organizmalara Hayır Platformu adına buradayım. Ziraat Mühendisleri Odası ve Çiftçi Sendikalarıyla birlikte daha ziyade kırsal alanda ve gıda egemenliğine yönelik çalışmalarda bulunuyoruz.
İlk çalışmada sadece gıda güvenliği olarak geçen bir boyut üzerinden aslında ekolojik sistem, tarım, gıda ve kentlilerin tarım ve gıdayla ilişkisi üzerine birkaç şey söylemek isterim. İki temel nokta üzerinden gideceğim. Bunlardan biri ekolojik değerler. İstanbul açısından konuşulacak olursa, ormanlar, biyoçeşitlilik yani endemik türler, bitkiler, hayvanlar, su havzaları, barajlar, göller, dereler olarak tanımlanabilir. Az önce gösterilen filmde de görülen, orman içerisine yapılan o villaların su tutma kapasitesini yüzde 50 kadar engellediğini ifade edildi.
Konuşmak istediğim ikinci boyut da tarımsal alanlar. ZMO’nun açıklamasına göre; gıda üretimi İstanbul’da yaşayan kentlilerin gıdasını yetişmeye yönelik programlanırsa ve buna yönelik bir tarım politikası oluşturulursa İstanbul ve civarındaki tarım alanları kentlileri, bizleri doyurmak için yeterli olabilir. Bunları neden söylüyorum? Yeni projeksiyona göre İstanbul’un genişleme alanı ta Edirne’ye kadar uzanıyor. Bunun anlamı; ormanlar, tarımsal alanlar, su kaynakları, canlı türleri, biyoçeşitlik gibi değerlerin azgınca yok edilmesi anlamına gelir. Peki bütün bunlar neye yol açacak?Tıpkı şu anki gibi ama çok daha yoğun bir biçimde, kentten çok uzaklardan, örneğin Antalya veya farklı yörelerden gelen, nakliye araçlarıyla taşınan, bakkallardan ya da marketlerden vd. edindiğimiz gıdayı tüketmek zorunda kalacağız.
Kentli aydın arkadaşlarımızın tarımla olan ilişkisi, bakkaldan ya da marketten alınmış bir kutu süt ya da bir paket margarinle sınırlı gibi görünüyor. Bunlardan biraz bahsetmekte fayda var. Çünkü kentsel alan tartışılırken mutlaka tarım ve gıda boyutu işlenmelidir; 1. Tarım ve gıda. 2. Ekolojik değerleri tartışmamız ve buna göre yol almamız gerektiğini düşünüyorum.
Kuşkusuz daha önceki sunumlarda çok iyi açıklandı. Kentler ve yaşamlar küreselleşme kıskacında diyebiliriz. Bütün ülkelerde azmanlaştırılmış kentler sorunu gitgide yoğunlaşıyor. Tabi bunun sebebini herkes biliyor ve tanımlanmış; kâr ve rant, bunun sonucuyla oluşan muazzam sermaye birikimi. Sermaye birikimi olmadığı sürece bu gün içinde yaşadığımız sistemin kendini tekrar üretmesi çok mümkün değil. Dolayısıyla, çok büyük azmanlaşmış kentler aslında bu yapının ve sistemin olmazsa olmaz gerçeği ve sermaye birikimi yaratmanın yeni bir yöntemi ve alanı.
İstanbulun nüfusu, sanıyorum muhtarlıklar üzerinden yapılan bir anket çalışmasına göre; 21-22 milyon çıkmış. Kabul edilebilir rakam, mükerrerler eksiltilirse 17-18, fakat İstanbul’un projeksiyon genişleme planına göre sanıyorum 16 milyon üzerinden tanımlanıyor.
Burada bir şeyi daha tartışmak gerekir. İstanbul’un büyümesi sorununu neye göre tartışacağız? Bana göre kesinlikle durdurulmalı. Peki, bu sadece İstanbul’a yönelik sorunları tartışarak mı olur? Hayır. Kentleşmeyi mutlaka ülkemize genel ölçekte bakıp, yerel, bölgesel, ekolojik değerlere ve doğal kaynaklara göre tanımlanması, göçün mutlaka durdurulması, ülkenin ona göre planlanması gerekir. Bunun için de mutlaka yerel, bölgesel ekolojik değerleri, tarım ve gıdaya dayalı değerleri ve doğal kaynakları gözeten bir politikanın geliştirilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Biz bu tartışmada şunu tartışabilir miyiz? Bundan sonra önümüze koyacağımız süreçte anlattıklarım bir direniş noktası oluşturmada faydalı olabilir mi? Şu anda İstanbul il sınırları içerinde olan ve tarımsal alan olarak tanımlanan alanlar yeni bir tarım politikası oluşturularak, bölgesel bir tarım politikası üzerinden, kuşkusuz İstanbul halkının gıdasını temin etme hedefini gözeterek değerlendirilmeli.
İstanbul’un daha da azmanlaşması ve büyümesi tehlikesini de ifade etmek gerekir. Silivri ve Çatalca’daki tarım alanları sanıyorum kentsel alan olarak tanımlanmaya başlandı ve il sınırları Edirne’ye kadar dayandı. Bunun tartışılması gerektiğini düşünüyorum. Bu aynı zamanda neleri getirecek? Kuşkusuz İstanbul’un çok dışında ve çok uzağında üretilmiş gıdaların kamyonlarla, yani fosil yakıta bağımlı olarak taşınması demek. Enerjiye bağımlılık konusunda aslında ciddi bir sıkıntı yaratacağını düşünüyorum. Burada bir şeyi daha tartışmaya dahil etmek lazım; enerji meselesi. Çünkü ulaşımdan bahsediyoruz, tamamen fosil yakıta bağlıyız. Bildiğiniz gibi bu tür uygulamalar petrol ve otomotiv şirketlerinin önünü açmak için yapılan uygulamalar. Dolayısıyla bu kurul ve bundan sonraki tartışmalar enerjiye bakış açısını da bence tartışmalı. Kuşkusuz hepinizin bildiği gibi, bu konuda biz ekolojistlerin çok temel bir tanımı var. Fosil yakıta bağımlılıktan kurtulmak için mutlaka ve mutlaka temiz, yenilenebilir, rüzgâr ve güneş gibi kaynaklara dayalı bir çağın açılması gerekir.
Bir öneri daha yapacağım. Bu daha çok tarımın ve gıdanın ticarete konu olmadığı dönemlerde olan, hatta yer yer şu anda bazı kentlerde uygulanan bir uygulama; kent bahçeleri. İsterseniz bir de bunu tartışalım, düşünelim diyorum. Bu geçmiş dönemlerde, örneğin İkinci Dünya Savaşı öncesi Viyana’da uygulandı. Şu an NewYork’da da uygulanıyor. Tabii göstermelik düzeyde. Küba Havana’yı örnek verebiliriz. Küba tarımda tek tip, şekere dayalı üretimden kurtulduktan sonra, yeni tarımsal uygulamalar gündeme getirdi. Bu uygulamalardan biri kent bahçeleriydi. Şu anda kent bahçeleri sayesinde Havana nüfusunun farklı ürünlerde yüzde 40 ila 70’inin gıdasını karşılayabiliyor. Tarım alanları konusunda bir direnişin ve tarım politikasının üzerine tartışmakta yarar var. Belediyelerle, yerel örgütlerle kent bahçelerinin örgütlenmesine yönelik bir çalışmakta yarar var diye düşünüyorum.
Peki, kentler düşünülürken kırsal alandan uzak mı olmalı? Çatışma ve birlikteliğe nasıl bakacağız? Onunla ilgili kısaca bir projeksiyon yapmak istiyorum. Anlatacağım konunun önümüzdeki 10 yıla damga vuracağını düşünüyorum. Biliyorsunuz Menderes döneminde 1950’li yıllarda tarımda mekanizasyonun önü açıldığında ilk muazzam göç dalgası kırsal alandan İstanbul’a doğru oldu. Arkadaşlar, şimdi çok daha büyük bir tehditle karşı karşıyayız. Bunu hükümet Başbakanın ağzından da açıkladı. Bir dergide bu “Tarımda devrim” başlığıyla açıklandı. Bununla ilgili size kısaca bilgi vermek istiyorum.
İçinde bulunduğumuz yılda pilot uygulamalar yapılıyor. Trakya’da Edirne, İç Anadolu için Konya, Güneydoğu Anadolu için de Diyarbakır pilot uygulama bölgesi. Uygulamanın başlangıcı için 2008’de düğmeye basılacak. Bunun sonucu, küçük köylülünün tasfiyesidir. Nasıl yapılacak? Örneğin, 100 baş sığırdan aşağı besleyenlere teşvik yok. 200 dönümden aşağı (yani 20 hektardan aşağı) arazisi olana teşvik yok. Türkiye’yi tarımsal plan açısından 24 havzaya ayırıyorlar. Bu havzalarda tanımlanmış ürünler; ayçiçeği, soya, kanola vs. 5-6 ürün olacak. Bu monokültürü artırıcı ve daha çok genetiği değiştirilmiş (GDO’lu) ürünlerin önünü açan bir program. Bunları ekmeyince teşvik yok. Bunun sonucu şudur; önümüzdeki 10 yılda muazzam bir göç sorunuyla karşı karşıyayız.
Kırsal alanda mücadele eden örgütler olarak, önümüzdeki 10 yılda toplumun temel dinamiğinin kırsal alanda atacağına inanıyoruz. Çünkü muazzam bir tasfiye operasyonuyla karşı karşıyayız. Türkiye’de kırsal alanda yaşayan nüfusun kentlilere oranı yüzde 33-35. Fakat bu nasıl tanımlanıyor birkaç örnekle anlatayım. Örneğin, benim çiftliğimin olduğu Eceabat ilçesinde ilçeye bağlı 12 köy var. Köylerde toplam nüfus 5500, Eceabat İlçesinde yaşayan nüfus da 5500. Kırsal alan köyler ve mezralar olarak, Eceabat İlçesiyse kentsel alan olarak tanımlanıyor. Peki, Eceabat’ta yaşayanların hayvan varlığıyla Eceabat köylülerinin hayvan varlığı karşılaştıralım. İkisi yaklaşık olarak eşdeğer. Kentsel alan olarak tanımlanan ilçede nüfusun en az yarısı, belki yüzde 60-70’i yine tarımla uğraşıyor.
Bir ileri aşamaya gidelim. Eceabat’ın bağlı olduğu il olan Çanakkale’nin nüfusu 60.000, en az yarısından fazlası yine tarıma bağlı. Peki, İstanbul’dan bahsedelim, önemli oranda kırsal alanla ilişki hâlâ sürüyor. Dolayısıyla kırsal alandaki bu tasfiye operasyonu ülkemizdeki nüfusun yüzde 60-70’ini ilgilendirecek özellikte. İstanbul’u yalnızca bugünkü sorunlarıyla düşünmeyin, daha büyük bir sorunla karşı karşıya kalacağız.
Küçük çiftçi diye tanımladığımız, çok kabaca diyelim ki 200 dönümden aşağı toprağı olan çiftçi sayısı nedir diye baktığımızda, küçük çiftçilerin genel çiftçi nüfusuna oranının yüzde 75-80 olduğunu görürüz. Avrupa’da kırsal alanda yaşayan nüfus yüzde 5,5, ABD’de yüzde 3,5 civarında. Önümüzdeki 10 yıl içersinde kırsal nüfusu Avrupa ortalamasına pek getiremeyecekler, ancak buna göre politika üretiyorlar. Burada amaç küçük köylüyü tasfiye edip, tarımın şirketleşmesinin önünü açmak. Tarımı sadece şirketler tarafından yapılır hale getirmek ve çiftçiliği yok etmek. Önümüzdeki 10 yıl içersinde, yaklaşık 20-25 milyonluk nüfusun hareketlenmesi demektir.
Şöyle toparlayayım: İstanbul’un kentsel sorunlarını tartışırken mutlaka kent-kır ilişkisi ve çatışmasını da ele almamız gerekiyor. Birincisi; birbirimize çok bağlıyız ve önümüzdeki tehdidi çok iyi görmemiz gerekiyor. İkincisi; kentsel alanın korunmasına ya da gerçekten yaşanabilir kentler oluşturulması tartışmasında; nüfus meselesi, ekolojik değerler, tarım ve gıda meselesi mutlaka önemli bir boyut olarak ele alınmalı.
Beni dinlediğiniz teşekkür ediyorum.