Friday, August 17, 2007

EKMEĞİME DOKUNMA!


TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi, TMMOB Gıda Mühendisleri Odası Marmara Bölge Şubesi ve TÜKODER'in Tarım ve Köyişleri Bakanlığı'nın Ekmek ve Ekmek Çeşitleri Tebliği'nde yapmayı düşündüğü değişiklikte ekmekte gramaj uygulamasının kaldırılması konusunu içeren 14.08.2007 tarihli basın toplantısı metni aşağıdadır.

BASINA VE KAMUOYUNA

Ekmek dünyada en çok üretilen ve tüketilen temel besin kaynağıdır. Ülkemizde de durum aynı olup, kişi başına günlük enerji ihtiyacının %40’ı sadece ekmekten karşılanmaktadır. Fakir kesimlerde bu oran %60-70’lere kadar yükselebilmektedir. Buğdaydan un elde edilmesi sırasında ayrılan kepek ekmeğin mineral ve vitaminlerce fakirleşmesine neden olur. Bu durum özellikle gebe ve emziren kadınlar ile gelişme çağındaki çocuklarda beslenme yetersizliklerine yol açmakta, ayrıca fiziksel gelişme, kavrama yeteneği, çalışma verimi ve sağlık üzerinde olumsuz etkide bulunmaktadır.

Ekonomik yetersizliklerden dolayı beslenmesini ekmek ağırlıklı yapmak zorunda olan insanlarımızın daha sağlıklı bireyler olabilmeleri için ekmeğin besin içeriğinin zenginleştirilmesi konusuyla uğraşmak yerine Tarım ve Köyişleri Bakanlığı Ekmek ve Ekmek Çeşitleri Tebliği’nde yapmayı düşündüğü değişiklikle ekmek gramajını serbest bırakmak istemektedir.

Ekmek gramajının serbest bırakılmasının en önde gelen nedenlerinden biri bu alanda yapılan israftır. Doğrudur, her 10 ekmeğin 1’i israf edilmektedir. Ülkemizde her yıl 44 milyar adet ekmek üretilmekte, yaklaşık 40 milyar adeti tüketilmekte ve 4 milyar adeti de israf edilmektedir. İstanbul 2 milyar adet ekmekle başı çekmektedir. Bu noktada israfın halkımızın hangi kesimi tarafından yapıldığının önemi ortaya çıkmaktadır. TÜİK’in verilerine göre ülkemizde 18 milyon yoksul, 1 milyon aç insan bulunmaktadır. Geçimini alın teriyle kazanan hangimizin evinde çöpe ekmek atılmaktadır? Ekmek israfının sorumlusunun öncelikle yoksulluğundan dolayı ekmek ağırlıklı beslenen insanlarımız olmadığının altını önemle çizmek isteriz.

Ekmeği israf eden kesimler ortaya net konmadığı sürece, ekmek israfının önüne geçilmesi adı altında gramaj sınırlamasının kaldırılması çözümden çok çözümsüzlük getirecektir.

Şimdiye kadar ekmeğin gramajının düşürülmesiyle ekmekler daha fazla şişirilerek tüketici kütle yerine hacim satın almak zorunda kalmıştır. Taslak bu haliyle kabul edilirse vatandaş ekmeğe daha fazla para ödeyecektir. Ayrıca, ekmeğin daha fazla kabarması için kullanılan maya ve kimyasal kabartıcı miktarının artırılmasıyla olası sağlık riskleri de beraberinde gelecektir.

Ekmeğin gramaj sınırlamasının kaldırılmasının etkilerini de yine öncelikle bu fakir kesim yaşayacaktır. Şu anda bile vatandaş 200 gr ekmek fiyatından 150 gr’lık ekmek alabilmektedir. Serbestlik getirildiğinde vatandaş 180 gr ekmekle 170 gr ekmek arasındaki farkı anlayamayacağından daha fazla para ödemiş olacaktır. Ekmek fiyatlarının ve gramajlarının denetimi zorlaşacaktır.

Özellikle son birkaç senedir Tarım Bakanlığının yetkilerini özele ve yerele devretme çabasının bir sonucu olarak gördüğümüz bu uygulama, üretici örgütlerinin ekmek gramajı ve fiyatlandırılması konusunda yetkilendirilmelerinin önünü açacak bir hareket olarak görülmektedir.

Ekmek gramajının belirlenmesi piyasa koşullarına bırakılamaz. Bu konuda gıdayla ilgili tüm alanlarda olduğu gibi resmi otorite yasal yetki ve sorumluluklarını elinde tutmayı sürdürmeli ve bu yetki ve sorumluluklar doğrultusunda piyasa üzerinde gerekli denetimi kurmalıdır. Bakanlığın bunca olanaklarına rağmen yeterince yapamadığı denetimlerin üretici örgütleri veya özel sektörün yapması mümkün değildir ve de bu denetimlerin çok da objektif olması beklenemez.

Buradan konunun yetkili ve sorumlularına sesleniyoruz :

Beslenmesi ağırlıklı olarak ekmeğe dayalı olan dar gelirli ve yoksul tüketicileri daha büyük sıkıntıya düşürecek bu uygulamadan vazgeçilmelidir, “Ekmek ve Ekmek Çeşitleri Tebliğinde Değişiklik Yapılması Hakkında Tebliğ Taslağı”nda ifadesi geçmeyen ekmek gramajları tebliğde açıkça yazılı olmalıdır.

Ücretlendirmenin yanı sıra gramajın belirlenmesi ve denetimi konusunda da tek yetkili olma arzusundaki üretici tekellerine dur denmelidir

Ekmek tanımları arasında halk tipi ekmeğin tanımı da yer almalı, halkımızın ekmeği ile oynanmamalıdır.

Bazı gelişmiş ülkelerdeki kilogram üzerinden satış fiyatı uygulamasının ülkemizde de uygulanabilecek seçenekler arasında düşünülmelidir.

Fırın sayısı ve kapasitesi bölge nüfusu göz önüne alınarak tespit edilmeli,ruhsatsız, hijyenik koşullara uymayan işletmeler hemen kapatılmalı, atıl kapasite, haksız rekabet , kalitesiz üretime neden olan ihtiyaçtan fazla üretim yerleri belirli sürede tasfiye edilmelidir.

Bütün bu saydıklarımızın yapılabilmesi için ciddi bir denetim mekanizmasının oluşturulması ve kayıt dışılığın önlenmesi gerekmektedir.

Tüketici örgütleri, meslek örgütleri, üniversiteler ve sivil toplum örgütleri ile birlikte konunun sonuna kadar takipçisi olacağız.

Saygılarımızla.

TMMOB Gıda Mühendisleri Odası Marmara Bölge Şubesi

TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi

Tüketiciyi Koruma Derneği (TÜKODER)

Wednesday, August 15, 2007

Suyumuza Ekmeğimize Göz Koyanlar


Prof. Dr. Tayfun Özkaya

Ege Üni. Ziraat Fak.

Öğretim Üyesi

“Bolivya’da hükümet Cohabamba şehrinin kamusal su dağıtım şirketini özelleştirerek ABD’li dev bir mühendislik firması olan Bechtel’le kırk yıllık bir kira sözleşmesini 1999’da onayladı. Bechtel’in ilk işi su fiyatını üç katına çıkarmak oldu. Yüzbinlerce insan artık bunu karşılayamayacak hale gelmişti. Vatandaşlar yola dökülerek protestoya başladı. Bolivyalı eski diktatör polislere kalabalığa ateş açma emri verdi. Altı kişi öldü. 175 kişi yaralandı. Nisan 2000’de sıkıyönetim ilan ettiler. Protestolar devam etti. Sonunda Bechtel bürolarından çıkmak zorunda kaldı. Bolivya hükümetinden 12 milyon dolarlık tahliye bedeli almaya çalıştı.” Bu bilgileri bize yazan Hintli yazar Arunthati Roy. Türkçeye Everest yayınlarından çıkan “Sonsuz Adaletin Muhasebesi” adlı eserinde yukarıdaki satırları yazıyordu. Yazar Roy, ABD Başkanı Bush ve diğer suç ortaklarını Irak işgali nedeniyle yargılamak üzere İstanbul’da toplanan mahkemenin üyesi olarak ülkemize de gelmiş idi.

Türkiye’ye Gelince

Bolivya örneğini hatırlamamızın nedeni şüphesiz yetkililerin suyun özelleşmesine kapı açan açıklamaları. Akarsu ve göletler yap-işlet-devret modeli ile 49 yılı geçmemek üzere özel sektöre devredilecekmiş. Projelerin bir sonraki adımı tarımsal amaçlı suyun içme suyu olarak da kullanımı olacakmış. Söz konusu proje ile kamu eliyle değerlendirilemeyen ve boşa akan tatlı su kaynakları yapılacak barajlarda tutulacak ve tarımsal sulamada kullanılabilecekmiş. Böylece devletin bütçeden kaynak aktarmaksızın tarımsal sulama barajına sahip olması hedefleniyormuş. Yatırımcılar ihale değil yarışma modeliyle belirlenecekmiş. Projeyi en hızlı yapacak, sulama için dekar başına en düşük fiyatı sunacak yatırımcı ile sözleşme imzalanacak, yarışma yabancı yatırımcılara da açık olacakmış. Şimdiye kadar yapılan özelleştirmelerden hangisinde verilen sözler tutuldu ki bu güya önlemlere inanacağız. Üretim yapılacak denilen fabrikalar kapatılmadı mı? Burada da gelecek yıllardaki sulama fiyatları nasıl sabit tutulabilecek. Sulama yerine örneğin su parklarına su verilmesine kim engel olacak. Muhtemelen bu tesislerin sahipleri en yüksek fiyatı verebileceklerdir. Bunu geçtim. Köylümüz tarlalarının yakınındaki bir golf tesisi ile nasıl rekabet edecektir. Kim golf tesisi kurulmasını engelleyecektir. Bir golf sahası için yılda hektar başına ortalama 10-15 bin metreküp su gerekiyor. 100 hektarlık bir golf sahasının bir yılda harcayacağı 1 milyon metreküp su, 12 bin nüfusu olan bir kasabanın yıllık su tüketimine denk geliyor. Bu tercihleri kim yapacak? Kuşkunuz olmasın ki bu durumlarda parayı bastıran suyu alır.

Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şube başkanı Ahmet Atalık yazıyor: Güney Afrika’da suyun özelleştirilmesinin hemen ardından yüzbinlerce evin suyu kesilmiş durumda. Halk su ihtiyacını halka açık tuvaletlerden sağlamaya çalışıyor. Bu sağlıksız koşullar nedeniyle de binlerce insan kolera ve tifüsten öldü. Londra ve Berlin su dağıtım sistemlerine özelleştirildikleri 1999’dan beri yatırım yapılmıyor, halk sağlığı ciddi boyutlarda tehdit altında. (www.karabasan.net) Dahası geçenlerde gazetelerde okuduk. Güllük’te su özelleştiriliyor. Fiyat roket gibi yükseliyor. Belediye Başkanı bile halka faturaları ödemeyin demekte.

Uluslararası Komplolar

Türkiye’nin AB’ne katılımına ilişkin olarak AB tarafından hazırlanmış etki raporunda “Orta Doğu’da su gelecek yıllarda artan bir şekilde stratejik bir konu olacaktır. Türkiye’nin katılımı ile su kaynaklarının ve altyapıların (Fırat ve Dicle su havzalarındaki barajlar ve sulama sistemlerinde, İsrail ve komşu ülkelerde sınır ötesi bir su işbirliği) uluslararası yönetiminin olması Avrupa Birliği için önemli bir konu olacağı beklenmektedir” denmektedir. Dış Ticaret Müsteşarlığı web sayfasından bu satırları (ancak sadece İngilizce) okuyabilirsiniz. Bunun işaretleri çoktandır görülmektedir. Sulama sistemlerinin aralarında AB su tekelleri de olmak üzere ulusötesi firmalarca ileri de özelleştirilmesi için şimdiden hazırlıklar gözlerden kaçmamaktadır. Adamlar istediklerini çok önceden söylemişler. Biz görmek istemiyorsak ne yapalım?

Papağan Elde Etmek

Hiç şüpheniz olmasın. Her sorunun çözümü için özelleştirmeyi gösteren neo-liberalizmin Ayetullahları yakında ağaç gölgelerini de özelleştirirler. Parklarda öyle bedava dinlenmek var mı? “Özelleşse fena olmaz” diyenleri duyar gibiyim. Üniversite’de ekonomi derslerinde şöyle bir şey söylenirdi: Birisine “her şeyin arz ve talebe bağlı olduğunu söyletirseniz bir papağan elde edersiniz, aynı şeyleri bir papağana öğretirseniz bir iktisatçı elde edersiniz.” Şimdi bu cümledeki arz ve talep yerine özelleştirmeyi koyun. Ne elde edersiniz acaba?

Monday, August 13, 2007

Mevsimlik İşçiler: Tarımın Ücretli Köleleri


Necdet Oral

BİA Haber Merkezi 13.08.2007

Sayısı bir milyonu geçen, yoğun hasat dönemlerinde iki milyona ulaşan mevsimlik ve daimi tarım işçilerinin emeklerinin karşılığını alması, kapitalist sistemde mümkün değil. Çalışma koşulları, temel hakları düzenlenmeli, örgütlenme engelleri kaldırılmalı.

Fındık toplama mevsiminin başlamasıyla birlikte Güneydoğu Anadolu'dan Doğu Karadeniz'e giden mevsimlik tarım işçileri, minibüs ve kamyon kasalarında zor şartlar altında yolculuk yaparak Ordu'ya, Giresun'a ulaşıyorlar. Önceki hafta Sivas'ta meydana gelen kazada bu işçilerden 24'ünün ölümü üzerine, tarım işçilerinin güvenliği konusu gündeme geldi.

Tarım işçileri: Tarım işçilerini, kuralca hiç toprağı olmayan, çoğunlukla büyük toprak sahiplerine ya da devlete ait çiftliklerde işgüçlerini satarak geçinen köylüler olarak tanımlayabiliriz. Bununla birlikte çok küçük toprağa, çok az üretim aracına sahip olmaları tarım işçisi olmalarını engellemez. Önemli olan başkasının toprağında ücret karşılığı çalışmaktır. Bunların sınırlı ölçüde sahip oldukları toprağı bizzat işlemekten yoksun oluşları nedeniyle kiraya vermeleri beklenir.

Kırsal kesimdeki dönüşüm: Emperyalizme bağımlı sanayileşme süreci, kırsal kesimde de 1950'lerden bu yana önemli bir dönüşümü gerçekleştirmiştir. Kırsal kesimde de emperyalizmin, bağımlı ülkeler için öngördüğü gelişim programına uyumlu bir süreç yaşanmıştır. Bağımlı sanayileşmenin kaynağını oluşturduğu teknolojilerin kırsal alana girmesi, kapalı tarımsal yapıların parçalanması ve artan oranlarda pazara açılması sonucunu doğurmuştur.

Tarım işçisinin kaynağı: Tarımsal yapıdaki makineleşme, toprakların belli ellerde yoğunlaşmasına, köylülük içinde "büyük toprak sahipleri-yoksullaşan ve mülksüzleşen köylülük" biçiminde bir kutuplaşma sonucunu da yaratmıştır. Mülksüzleşen köylülüğün bir kesimi, "özgür emek" olarak tarım proletaryasının ana kaynağını oluştururken, bir kesimi de kentlerdeki sanayi burjuvazisinin ucuz emek gücü kaynağı ve yedek sanayi ordusu durumuna gelmiştir.

Küçük üreticilerin mülksüzleşmesi: Öte yandan, tefeci-tüccar sermayesi eliyle kırsal kesimdeki küçük üreticiler üzerinde sürdürülen egemenlik, tarımdan sanayi ve ticaret kesimine, eşitsiz değişim sonucu, önemli oranda kaynak aktarmış, bunun sonucu olarak bir kısım küçük üretici, üretim araçlarından koparak elindeki toprağını büyük toprak sahiplerine devretmek durumunda kalmış ve özgür emek gücüne dönüşmüştür. Aynı şekilde, büyük toprak sahiplerinin kiracılık, yarıcılık ilişkileri de kendilerine bağlı yoksul köylülerin topraklarından uzaklaştırılmaları ve kente göç kervanına katılmalarını hızlandırmıştır.

Tarımda neoliberal politikalar: Öte yandan 2000'li yılların başından beri tarımda uygulanan neoliberal reçeteler çerçevesinde, yalnızca destekler değil, destekleme sisteminin üzerine oturtulduğu tüm kurumlar tasfiye edilmiş; 2000-2006 tarihleri arasında 1.7 milyon insan tarımsal üretimden kopmuştur.

Tüm bu mülksüzleşme ve bunun sonucu olan "göç" sürecine, tarımsal nüfustaki artışın ve veraset yoluyla parçalanan toprağın bu nüfusun ihtiyaçlarını karşılamakta yetersiz kalmasını da eklemeliyiz.

Tarım işçilerinin farklılaşması: Tarımsal üretimin yılın belli mevsim ve aylarında yoğunlaşması, tarım işçilerinin, işin süresi bakımından farklılaşmasına yol açmaktadır. Gerçekten bazı işçiler tüm bir üretim yılı işletmede çalışan daimi işçi durumundayken, bazıları da yılın belirli bir döneminde, uğraşıların en yoğun olduğu sıralarda işletmede çalışan geçici, gündelikçi ya da mevsimlik işçi niteliğindedir.

Bir üretim yılı boyunca emek güçlerini orta ya da büyük tarım işletmelerinde kiraya veren daimi tarım işçilerinin ek bir gelir kaynakları yoktur; büyük bir kısmı devlet tarım işletmelerinde çalışmaktadırlar.

Geçici işçiler

Geçici işçilere gelince, bunlar mevsimlik ve gündelikçi işçi olmak üzere iki grupta ele alınabilirler:

Mevsimlik tarım işçileri: Az topraklı köylü aileleri ek gelir temini için yılın belli dönemlerinde, çoğunlukla bahar ve güz aylarında mevsimlik işçilik yapmaktadırlar. Bunların en yoğun oldukları bölgeler Ege, Çukurova ve Karadeniz bölgeleridir. Mevsimlik işçilerinin toplam sayısı ortalama 1 milyonu geçmekte, yoğun hasat dönemlerinde ise 2 milyonu bulmaktadır.

Dayıbaşı ve elçiler: Çukurova'ya inen işçilerin çoğu Doğu, Güneydoğu ve İç Anadolu'nun topraksız ya da az topraklı köylüleridir. Bu işçiler Ege'de "dayıbaşı"; Çukurova'da "elçi" denilen aracılar tarafından büyük toprak sahiplerine temin edilirler. Büyük toprak sahiplerinden aldıkları avansların bir kısmı ile iş mevsiminde götürecekleri işçilerin un, yağ, gaz, şeker ve çay gibi iş süresince zorunlu gıda maddelerini sağlayan dayıbaşı ve elçiler, bu yolla işçileri ipotek altına alırlar.

Götürü çalışma: Minibüs ve kamyon kasalarında çoluk-çocuk, kadın-erkek üst üste dolarak yüzlerce kilometre yol kat ettikten sonra işyerine getirilen mevsimlik işçilerin hiçbir sosyal güvenceleri bulunmamaktadır. İşyerlerine gidiş ve gelişlerinde meydana gelen kazalarda yüzlerce işçi yaşamını yitirmektedir. Gün doğumundan gün batımına kadar günde 12-13 saat güneş altında çalışırlar. Götürü usulüyle (parça başı, kilo) çalışanlar ya da dönüm başına iş yapan işçiler, çok iş çıkartıp daha fazla para kazanabilmek için dinlenme ve yemek sürelerinde bile çalışırlar.

Gündelikçiler: Tütün, zeytin, fındık, meyve ve sebze üretimiyle uğraşan küçük ya da orta büyüklükteki işletmeler, işlerini yetiştiremedikleri zaman birkaç günlüğüne işçi tutarlar. Bu tutulan işçilere "gündelikçi işçiler" denir. Aynı şekilde, şekerpancarı üretiminde de hasat zamanı gündelikçi işçi çalıştırılır. Gündelikçi işçilerin de çalışma süreleri yasalarla belirlenmiş değildir. İşçi, aldığı işi bitirmeden işyerini terk edemez. Aksi durumda, ücretini alamaz. Çalışma süresi 13-14 saattir. Ücret, bölgelere ve yöredeki işsiz sayısına göre değişir.

Mevsimlik tarım işçilerinin çalışma koşulları, ücret, konut ve beslenme olanakları oldukça yetersiz durumdadır. Bu yetersizlik işçilerin yaşam seviyelerini olumsuz yönde etkilemektedir. Bu açıdan özellikle ücret, üzerinde önemle durulması gereken konudur. Fındık toplamaya giden mevsimlik işçilerin günlüğü 18-20 YTL civarındadır. Konaklama, yeme-içme masrafları bahçe sahibi tarafından karşılandığı taktirde ücret 15 YTL'ye kadar düşmektedir. Çoğunluğu genç kız ve kadınların oluşturduğu bu işçiler, günde yaklaşık 10 saat çalıştırılmakta, yaşam koşulları Afrika ülkelerini bile aratmamaktadır. Üstelik bunlara yerel yetkililer "potansiyel terörist" gözüyle bakmaktadırlar.

Tarım işçilerinin emeklerinin karşılığını almaları, kapitalist sistem içinde kalındığı sürece mümkün değildir. Mevcut durumda ise tarım alanında çalışan mevsimlik ve daimi işçilerin çalışma koşullarını ve temel haklarını düzenleyen bir yasanın ivedi olarak çıkarılması, örgütlenmelerinin önündeki engellerin kaldırılması için mücadele edilmelidir.

Thursday, August 2, 2007

SU KAYNAKLARININ ÖZELLEŞTİRİLMESİ ONLARIN DAHA İYİ YÖNETİLMESİ DEĞİLDİR!











Ahmet Atalık
ZMO İstanbul Şube Başkanı


Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), 2007 seçim beyannamesinde; barajı bitirilen projelerin, sulama kısmını özel sektörün yatırımına açacağını, köy ve kentlerde içme suyunun kalitesinin artırılmasının hedeflendiğini, su ve kanalizasyon işletmeciliği başta olmak üzere çevre sektöründe, maliyetlerin düşürülmesi ve kalitesinin artırılması için kamunun yanı sıra özel kesimin de katılımının artırılacağını belirtiyordu.

Seçimden sadece 9 gün sonra Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler’in akarsuların ve göletlerin kullanım haklarının özel sektöre devredileceği açıklamaları da bu program çerçevesinde yapılmış açıklamalardır.

Açıklamaya göre öncelikle çeltik tarlalarının sulanması için Kızılırmak Proje kapsamına alınacak. Çok değil daha geçtiğimiz Mart ayında Çevre, Enerji ve Tarım Bakanlarımızın Bakanlar Kurulu’na sundukları İklim Değişikliği, Kuraklık ve Su Yönetimi Raporu’nda Kızılırmak havzasının kuraklık sinyali verdiği belirtiliyor. Bir şirket malını en fazla miktarda satmak ister ve elindeki mal azalınca da malın fiyatını doğal olarak artırır ve onu satmaya yine devam eder ta ki bitirinceye dek. Özel sektörün sattığı malda tasarruf etmesi, onu satmayı kısıtlaması gibi bir kavram olamaz. Bir kilogramını üretebilmek için 2,7 litre suya ihtiyaç olan çeltik tarımında diğer bitkilere oranla daha fazla miktarda sulama suyu kullanılıyor. Şirket, daha fazla ve hızlı kazanabilmek için elinde kalan su miktarına bakmaksızın suyun tarımda kullanımını teşvik edecek, kuraklık nedeniyle azalan suyu çiftçiye daha pahalıya satacak, zaten geçimini zor sağlayan çiftçi kuraklığın olumsuz etkisi yanında bir de şirketin insafına terk edilecektir. Bu döngü su kaynaklarının aşırı kullanımı nedeniyle kuraklığın su kaynakları üzerindeki olumsuz etkisini daha da artıracak, Kızılırmak havzasının kurumasını hızlandıracaktır. Oysa su kaynaklarımızın yönetiminden sorumlu kamu kurumumuz DSİ köy köy gezerek sulu tarım alanlarında ekilecek ikinci ürüne su sağlayamayacağını belirterek gerektiğinde su tasarrufuna gidebilmektedir. Dünyanın 4. büyük gölü olan Aral gölünü besleyen Amu Derya ve Siri Derya nehirlerinin pamuk tarımı için aşırı ve plansız kullanımının Aral gölünün tamamen kurumasına yol açtığını unutmamak gerekir.

Bakanın açıklamasına göre GAP bölgesindeki tarım arazilerinin sulamaya açılabilmesi sorunu da yine su kaynaklarının özel sektöre devriyle aşılacak. GAP bölgemizde sulanabilir arazi büyüklüğü 1,8 milyon hektar olup bunun 2005 yılı sonu itibarıyla 236 bin hektarlık kısmı sulamaya açılabildi. Sulanan alanların da yaklaşık yarısında tuzlanma sorunu ortaya çıktı. Fırat’ın en iyi kalitedeki suyu bile yılda 10 dekar araziye 1,1 ton tuz bırakmaktadır. Drenaj sistemi kurulmadan sulamaya açılan sahalarda da bu yüzden tuzluluk sorunu görülmektedir. Bu yörede drenaj sisteminin oluşturulması da sorunludur, zira drenaj sularının sadece Suriye üzerinden Fırat Nehrine deşarjı olanaklıdır ve Suriye buna izin vermemektedir. Şayet bu sahalar sırf suyunu satarak mümkün olan en yüksek kazancı elde etmeye çalışan şirketlerin yönetimine bırakılırsa, tarihte verimli ay olarak adlandırılan topraklar önce çoraklaşacak, sonra da çölleşecek ve tarımsal üretimde kullanılamayacak bir hale gelecektir. 1954 yılında dizel motopompların sulamada kullanılmaya başlanmasıyla Suriye’nin Fırat’ın sularını topraklarına verdiğini ve yaklaşık 30 yıl sonra 1980’lerde tuzlanma yüzünden bu arazilerde ot dahi bitmediğini de hatırlamamız gerekiyor.

Yine açıklamaya göre su kaynaklarına sahip olan özel sektör zamanla içme suyu da satabilecek. Önceleri bir kamu malı olan su neden özel sektörün eline geçti, özel sektöre devredilen su hizmetlerinin AKP’nin seçim beyannamesinde belirtildiği gibi maliyetleri düştü ve kalitesi arttı mı, kısaca bu konuya da bir bakalım.

Dünya nüfusunun hızla artması ve kaynakların kirletilmesi sonucu kıtlaşan su ticari bir mal olarak görülmeye başlandı. Suyun bu anlamda önemini en iyi ortaya koyan da “mavi altın” benzetmesidir. Su kaynaklarının ve iletim hizmetlerinin özelleştirilmesi konusunda da bir takım küresel aktörler ortaya çıktı.

Birleşmiş Milletler’in (BM) 1977 yılında düzenlediği ilk Su Konferansı’nda içme suyuna erişimin bir insan hakkı olduğu ortak görüşüne varıldı. Ancak, 1990 sonrasında suyu ekonomik bir mal olarak benimseyen yeni politikalar hayata geçirilmeye başlandı. Bu bağlamda BM’in 1992 yılında düzenlediği Dublin Konferansı’nda da suyun ekonomik bir mal olduğu kararı kabul edildi.

Küresel su politikasının önemli aktörlerinden biri de Dünya Bankası (DB)’dır. 1990 öncesinde DB, su hizmetlerinin ticarileştirilmesi için gerekli yapısal düzenlemeleri kredi anlaşmalarının ön koşulu olarak getirdi. Sonuçta su ve kanalizasyon hizmeti bir kamu hizmeti olmaktan uzaklaştırıldı ve bir ticari hizmete dönüştürüldü. Türkiye, DB ile olan ilişkilerinde de aynı yaptırımları yaşadı.

Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) görüşmeleri bilindiği üzere Temmuz 2006’da donduruldu. Su kaynaklarının ve su iletim hizmetlerinin özelleştirilmesi konuları DTÖ içinde Hizmet Ticareti Genel Anlaşması (GATS) çerçevesinde görüşülmektedir. Bu anlaşmanın mantığına göre eğer su marketten plastik şişe içinde satın alınabilen bir madde ise o zaman tüm su hizmetleri ve kaynakları özelleştirilmeli, kamu bu alanda olmamalıdır. Bu anlamda da tüm görüşmeler dondurulmuş olmasına karşın, Türkiye’de suyun özelleştirilmesi işlerinin vakit kaybetmeksizin tüm hızıyla devam ettirildiği görülüyor.

Diğer bir küresel aktör Avrupa Birliği (AB) ise her fırsatta Dicle ve Fırat nehirlerinin yönetimini ya kendisine ya da uluslararası bir yönetime devretmesini Türkiye’den istemektedir. Ayrıca GATS’taki suyun özelleştirilmesi planlarının mimarı AB Komisyonu’dur ve bu çabasını Avrupalı Suez Lyonnaise des Eaux ve Generale des Eaux şirketleri adına göstermektedir.

Dünya Su Forumu Mart 2009’da İstanbul’da yapılacak. Bu organizasyonu gerçekleştiren Dünya Su Konseyi su özelleştirmelerinin hangi koşullarda, nasıl yapılacağının çerçevesinin çizildiği, lobilerin yapıldığı bir organizasyon. Bir önceki forum 2003 yılında Meksika’da yapıldı ve hemen ardından Meksika’nın su kaynaklarının hızlı bir şekilde özelleştirilmesine başlandı. Bu etkinliğe henüz yaklaşık 2 yıl olmasına karşın, su kaynaklarımızın bu tarihten önce hızlı bir şekilde özelleştirilmeye başlanmış olması, bu yapının içerisinde %20 civarında bir ağırlığı olan inşaat ve su ile ilgili Türk şirketlerinin sıkı bir lobi faaliyeti yürüttüklerini gösteriyor.

Bugün dünya nüfusunun yalnızca %5’i suyu ulusötesi şirketlerden satın aldığı halde, DB raporlarına göre su piyasası 1 trilyon doları aşmış durumdadır. Bu cazibe de şirketlerin suyun özelleştirilmesi konusundaki lobi faaliyetlerini daha anlaşılır kılmaktadır.

Dünyadaki su özelleştirmeleri, bir kısmı AKP’nin seçim beyannamesinde de belirtilen nedenler öne sürülerek gerçekleştirildi; su kaynaklarının daha etkin kullanımı, hükümetlerin para tasarrufu sağlamaları, su kaynaklarının geliştirilmesi ve insan sağlığının korunması gibi. Ancak pratikte işlerin hiçte ulusötesi şirketlerin beyan ettiği gibi yürümediği zaman içinde tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı. Tüketicilerin artan su kullanım oranı, kamu sağlığı krizleri, zayıf düzenlemeler ve su altyapı yatırımlarında azalma, kirlilik ve diğer çevre felaketleri, gizli anlaşmalar ve sosyal kargaşa ortaya çıkan olumsuzluklardı. Şirketlerin tek amacı vardı: en az masrafla en yüksek kazancı elde etmek.

Su hizmetlerinin özelleştirilmesiyle ilgili olarak dünya ilginç örneklerle dolu. İşte birkaç örnek; Bolivya’nın Cochomamba kentinde su iletim hizmetlerini 1999 yılında Hollandalı Bechtel şirketi satın aldı. Bu şirket sadece 2 hafta sonra su ücretlerini %200 artırdı. Yağmur suyunu kullanmak isteyen halka ceza yağdırıldı. Güney Afrika’da suyun özelleştirilmesinin hemen ardından yüzbinlerce evin suyu kesilmiş durumda. Halk su ihtiyacını halka açık tuvaletlerden sağlamaya çalışıyor. Bu sağlıksız koşullar nedeniyle de binlerce insan kolera ve tifüsten öldü. Londra ve Berlin su dağıtım sistemlerine özelleştirildikleri 1999’dan beri yatırım yapılmıyor, halk sağlığı ciddi boyutlarda tehdit altında.

Türkiye 73 milyon nüfusu barındıran büyük bir ülke. Şirket gözüyle baktığımızda müşterisi çok ülke. Ayrıca ülkemizde kullanılan suyun da %70’inin tarım sektöründe kullanıldığını hesaba katarsak, su kaynaklarının ve su iletim hizmetlerinin özelleştirilmesi gerek yerli gerekse ulusötesi şirketlerin iştahını kabartacak bir potansiyele sahip ülke, Türkiye!

Küresel ısınma ve onun önemli etkisi kuraklık karşısında su kaynaklarımızın özel sektöre daha etkin kullanımı için devredilmesi, su kaynaklarımızın sadece kuruma hızlarını artıracaktır. Su iletim hizmetlerinin gerek gelişmiş gerekse geri kalmış ülkelerdeki özelleştirme örnekleri olumsuzluklarla doludur.

Su, milyonlarca yıldır yerkürenin yaşam kaynağıdır, herkesin ulaşım hakkı olan bir kamu malıdır ve bu hizmetler kamu eliyle yürütülmelidir.

Doğal pınarlar ve barajlar olan, suyu havzalarda koruyan ormanlarımız ve meralarımız 2/B maddesi ya da kanuna eklenen geçici maddelerle amaçları dışında kullanılmaya çalışılmak yerine korunmalı ve alanlarının artırılması için hükümetimiz tarafından çalışmalar yapılmalıdır.

Wednesday, August 1, 2007

GDOYA HAYIR PLATFORMU SOFYA'DA DÜZENLENEN GMO FREE BALKAN ETKİNLİĞİNE KATILDI






İkincisi Bulgaristan-Sofya’da düzenlenen GMO Free Europe 2. Balkan toplantısına GDO’ya Hayır Platformu’ndan Uygar Yıldırım, Öncü Maracı, Levent Gürsel Alev ve Ahmet Atalık katıldı.
Birincisi geçen yıl Yunanistan-Selanik'te gerçekleştirilen GMO Free Europe 2. Balkan toplantısı Bulgaristan-Sofya'da yapıldı.

Agrolink ve Friends of the Earth Europe tarafından düzenlenen GMO Free Europe 2. Balkan toplantısı etkinliklerinin Canavar Domates kampanyası çerçevesinde Canavar Domates'in 8 Bulgar şehrini dolaştıktan sonra son durağı Sofya oldu.

24.07.2007 tarihinde Ulusal Kültür Sarayı önüne yerleştirilen Canavar Domates önünde açılan stantta GDO'lara karşı imza toplandı, halka broşürler dağıtıldı. Bulgaristan Telgraf Ajansı Basın Klübü'nde yapılan basın toplantısıyla Canavar Domates'in Balkan turunun sona erdiği basına iletildi. Aynı gün Sofya Üniversitesi Biyoloji Fakültesi'nde "Kontrolsüz Akan Yaşam, ABD, 2004" filmi gösterildi.

Sofya Üniversitesi'nin Gazetecilik Bölümü'nde 25.07.2007 tarihinde düzenlenen "GMO free Balkans" toplantı ve çalıştaylarına katılım sağlandı. TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Ahmet Atalık toplantıda GDO’ya Hayır Platformu adına "The Legal Position of GMOs in Turkey – GDO'ların Türkiye'deki Yasal Durumu" konulu bir sunum yaptı. Çalıştay bölümünde ise GDO’ya Hayır Platformu tarafından
- anti-GDO balkan koalisyonu (Türkiye, Bulgaristan, Yunanistan, Makedonya, Romanya) tarafından GDO’larla ilgili uluslararası bilimsel bir sempozyum düzenlenmesi,
- Balkan koalisyonu ülkeleri arasında ekolojik tarım veya köylü tarımı yapan kooperatif, sendika vb tarım örgütleri arasında iletişim ağı ile ekolojik ve/veya yerel pazarların kurulması,
- Balkan ülkeleri arasında GDO testi uygulayabilecek akredite laboratuarların listesini oluşturulması ve o ülke örgütleri üzerinden ucuza test yapma organizasyonunun gerçekleştirilmesi önerileri sunuldu.

Toplantı ve çalıştaylarda, platformumuzun oluşturduğu bilgi birikimi ve mücadeleleriyle GDO'ya karşı verilen savaşta oldukça iyi bir konumda olduğu bir kez daha görüldü.