Thursday, May 31, 2007

BREZİLYA-PARANA EYALET VALİSİNİ DESTEKLİYOR, SYNGENTA’YI PROTESTO EDİYORUZ


Brezilya'da Parana eyaletinde Syngenta'nın yasa dışı olarak genetiği değiştirilmiş soya ve mısır ektiği alanı Via Campesina’nın aile çiftçileri yaklaşık bir yıl önce işgal ettiler ve çevre suçu işleyen bu çokuluslu şirketin cezalandırılmasını talep ettiler.

Parana Eyalet Valisi 2006 yılı Kasım ayında kamulaştırdığı bu alana tarımsal ekoloji araştırma merkezi kurmak istiyor. Syngenta, kendisine kesilen para cezasını Federal Çevre Ajansı’na (IBAMA) ödememek ve buradaki aile çiftçilerini zor kullanarak atması için valiye baskı yapıyor.

GDO’ya Hayır Platformu olarak sayın Valiyi gönderdiğimiz destek ve Syngenta’ya gönderdiğimiz protesto mesajları aşağıdadır.

GDO’ya Hayır Platformu
TÜRKİYE

VALİYE GÖNDERİLEN DESTEK MESAJI

E-mails Governor of Parana:
gov-rrequiao@pr.gov.br
iensen@pr.gov.br
nildo@pr.gov.br
Fax: 55 41 3254 42 99 - 55 41 3252 85 39 - 55 41 3252 88 98

Your Excellent Governor Roberto Requião:

We support your initiative to expropriate Syngenta´s illegal experimental site in Brazil in order to turn it into a school for agroecology. We stand with Your Excellency in solidarity in the face of the pressure the multinational is exerting against the Government of Paraná.

The environmental crime committed by Syngenta in Brazil was a demonstration of the total irresponsibility with which the multinationals of Biotechnology have treated the environment and the health of the population, in addition to breaking the norms of biosecurity.

Thus, we ask Your Excellency to continue to take all of the necessary measures in order to maintain the expropriation of the experimental site, as well as to permit the family farmers of the Via Campesina to remain there.

Sincerely,

No To GMOs Platform
Turkey


SYNGENTA’YA GONDERİLEN PPROTESTO MESAJI

e-mails Syngenta:
Therese.stpeter@syngenta.com
pierre.landolt@syngenta.com
Andrew.bennet@syngentafoundation.org
Andrew.bennet@syngenta.com
Lionel.stanbrook@syngenta.com
pierreetienne.boin@syngenta.com
marian.flattery@syngenta.com
Micheal.ragot@syngenta.com
Steve.goff@syngenta.com
david.Lawrence@syngenta.com
sheena.bethell@syngenta.com
michael.stopford@syngenta.com
pedro.rugeroni@syngenta.com

To Syngenta Seeds

We have followed closely the situation of the illegal experimental site that Syngenta maintains in Brazil, which was occupied by the Via Campesina more than one year ago.

It is an embarrassment that Syngenta has still not paid the fine levied upon it by IBAMA, and, additionally, is pressuring the Governor of the State of Paraná to send the military police to violently expel the 120 families that are occupying the area. This will create a situation that will put the children and elderly people who reside there at risk.

As No To GMOs Platform from Turkey, we demand that Syngenta recognize its wrongdoing, pay the fine to the Government of Brazil, and permit the State of Paraná to expropriate the area in order to transform it into a School for Agroecology.

Sincerely,

No To GMOs Platform
Turkey

Kuraklığa karşı yerel tohum!



Kuraklığa karşı yerel tohum!

Tohum ve Yaşam Forumu için İstanbul’a gelen Avrupalı üç çiftçi ile küresel iklim değişikliği, kuraklık, yerel çeşitler, tohum ve GDO’lu ürünler üzerine söyleştik. Çiftçiler, “Yerel ürünlerin tohumlarını kullanın ve kuraklığa karşı bunları geliştirin” diyorlar.


söyleşi Ayşen Eren
fotoğraf Prof.Dr.Ekrem KÜN

İspanya, İtalya ve Fransa’dan GDO’ya Hayır Platformu’nun davetlisi olarak İstanbul’a gelen Jose Manuel Benitez Castano1, Riccardo Bocci2, Guy Kastler3 babadan çiftçi. Jose, kestane yetiştiriyor, arıcılık yapıyor ve sebze üretiyor. Riccardo, şarap, zeytinyağı, sebze üretiyor ve ekoturizm yapıyor. Guy, koyun yetiştiriyor, sebze üretiyor.

- İklim değişikliği sizleri etkiliyor mu?
Jose - Son 5 yıldır kestane üretimini etkiledi. Mevsimler değişiyor, arılar şaşırıyor ve hiç yapmadıkları şeyleri yapıyorlar.

Riccardo- Ilıman bir kıştan sonra don oldu. Pek çok çiftçinin ürünü zarar gördü. Özellikle Güney İtalya’da çok az yağmur yağdı, su kaynakları gitgide azalıyor. Gelecekte iklim değişikliğine bağlı kuraklık İtalya’da ciddi sorun yaratacak.

Guy - Tarım iklim değişikliğine uyum sağlamalı. Endüstriyel tohumlar iklim değişikliğine uyum sağlama kapasitesine sahip değiller. Çiftçiler tarafında yetiştirilen yerel tohum çeşitleri bu kapasiteye sahip.

- Verilere göre suyun yüzde 70’i tarım sektöründe kullanılıyor. İklim değişikliği ve azalan su kaynaklarından dolayı ne yapılmalı?
Jose- Tarım sektöründe su doğru kullanılmıyor. Pirinç gibi endüstriyel ürün yetiştiren büyük şirketlerin kullandığı su miktarı çok yüksek. Endüstriyel tarım yapılan tarlalarda tüketilen suya sınır getiren yeni bir sistem üzerinde çalışıyoruz.

Riccardo - İtalya’da benzer sorunlar var. Mısır, pirinç gibi endüstriyel ürünler çok su tüketiyor. Oysaki yerel çeşitler yöresel iklime ve düşük yağmur miktarına alışkın. Örneğin; Fransa’da Alplerde susuz yetişen bir patates çeşidi var.

Guy - Fransa’da tarımsal sulamada kullanılan suyun büyük miktarını hibrid mısır tüketiyor.

- Gelecekte az suyumuz olacak, nasıl ürünler yetiştirmeliyiz?
Çözüm, yerel tohumları kullanmak ve çiftçilerle birlikte yerel çeşitleri susuzluğa dayanıklı hale getirmek.

- Ülkenize tohumları nereden alıyorsunuz?
Jose – Çiftçi tohumunu şirketlerden satın alıyor. İspanya’da çiftçilerin şirketlere patent parası ödemeden tohumlarını yeniden kullanabilmeleri için mahkemeye gittik.
Endülüs’te çalışan bir kooperatif aracılığıyla çiftçilerin arasında tohum takası sağlıyoruz ve kendi tohumlarımızı üretiyoruz.

Riccardo – Kamuya ait pek çok tohum bankası var. Tohumların çoğaltılması AB’nin eski çeşitlerin çoğaltılmasını yasaklayan Tohum Yasası nedeniyle imkânsız. Yani İtalya’da kamuya ait tohum bankaları var ama çiftçilerin tohumu yok.

Guy - Örgütüm, 2 yıl önce kamu tohum bankasından tohum almayı bıraktı. Şimdi kendi tohum bankamız var. Şu an en yaygın ekilen endüstriyel ürünler oldukları ve GDO bulaşma riski çok yüksek olduğu için kendi mısır ve soya tohumlarımız var. Tohumlarda GDO kontrolü çok pahalı. Fakat Fransa’da Greenpeace ile geliştirilen yeni, pratik ve ucuz bir GDO testi var. Her çiftçi bu testi yetiştirdiği ürünleri üzerinde kolaylıkla yapabilir.

- Ekim yapılan toprağı korumak, zenginleştirmek için ne gibi teknikler kullanıyorsunuz?
– Toprağı derinlemesine işlemiyoruz ve yıl boyunca ekili bırakıyoruz.

- Çiftçisiniz ve GDO’lu ürünlere karşısınız. Çiftçilerimize ne mesaj göndermek istersiniz?
Jose – GDO’lu ürünlerin iki sorunu var, ekonomik ve çevresel. Söylendiği gibi kârlı değiller ve kontrolsüzce yayılıp yerel çeşitleri yok ediyorlar, organik tarımı öldürüyorlar. Sizi kandırmalarına izin vermeyin, yerel ürünler yetiştirin ve mücadele edin!

Riccardo – Türk çiftçileri tam kavşakta. Modernizasyon İtalya ve İspanya’ya geldiği gibi Türkiye’ye de gelirse sahip oldukları her şeyi, geleneksel tarımı, topraklarını, tohumlarını kaybedebilirler. İtalya’da çözümün çiftçi – tüketici birliği olduğuna inanıyoruz. Bu birlik ne kadar güçlü olursa o kadar çiftçi işini yapmaya devam eder.

Guy - Kendi tohumlarınızı korumalısınız! GDO’lara Hayır demelisiniz!

Ekin Kurtiç’e İspanyolca tercümanlığı için teşekkürler.
1- Coordinadora de Organizaciones de Agricultores y Ganaderos – COAG (Tarım ve Hayvancılık Örgütleri Koordinasyonu)
2- Associazione Italinaan per l’Agricolture Biologica (İtalyan Organik Tarım Birliği)
3- Confederation Paysanne (Köylü Konfederasyonu)

Monday, May 28, 2007

TOHUM VE YAŞAM FORUMU SONUÇ BİLDİRGESİ




GDO'ya Hayır Platformu, TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası ve Çiftçi Sendikaları Konfederasyonlaşma Platformu tarafından 21-22 Nisan 2007 tarihlerinde İstanbul Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler Odası toplantı ve konferans salonlarında gerçekleştirilen uluslararası Tohum ve Yaşam Forumu'nun sonuç bildirgesidir.

Nasıl Bir Dünyada Yaşıyoruz?

Tüm sınırların kaldırıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Tarımsal üretimdeki verimliliğin sınırı olan(!) “küçük çiftçilik” kaldırılıyor. Küçük çiftçiliğin ayakta kalmasına ancak görece olarak katkı sağlayabilen “destekleme alımları” dahi çoktan ortadan kalktı. Yurt içi ürünlerimizi uluslararası tekellerin haksız rekabetinden koruyacak “gümrük tarifeleri” ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. Bitki çeşitlerimizin doğal yaygınlaşma sınırı olan “yerellik” ortadan kaldırılıyor ve böylece tek tip ve kimyasal ilaç-gübreler gibi endüstriyel girdilere bağımlı çeşitlerin çok uluslu şirketler aracılığıyla dünya çapında yaygınlaştırılmasının önü açılıyor. “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” politikası; bu kez tüm dünya çapında uygulamaya geçiriliyor. Kısaca; küreselleşme adı altında dünya çapında estirilen liberal politikalar; sadece sermayenin önündeki sınırları kaldırmayı hedefliyor. Daha fazla kâr ve daha fazla sömürü zinciri; artık uluslararası bir çapa ulaşarak; sermayenin önündeki engeller olan gümrüklerin, ulus devletin, küçük çiftçiliğin, vatandaşlığa bağlı çalışma hakkının tasfiyesi üzerine ilerliyor.

İmha edilen bunca sınır, tüm dünya halklarına, daha fazla özgürlük, iletişim, verimlilik gibi adlar altında pazarlanırken, insanlığın özgürleşmesinin önündeki sınırların kaldırılmadığı, aksine kuvvetlendirildiği bir hayat akıyor. Binlerce yıldır üretmekte olduğu ürünün tohumuna artık sahip olamayan çiftçinin karşısına patent yasalarının çizdiği sınırlar çıkıyor. Daha 80 yıl öncesine kadar bahçesindeki domatesi yiyen tüketiciye ambalajının üzerindeki okunamaz büyüklükte, anlaşılamaz içerikteki yazılarıyla sunulan ürünler, “ne yediğini bilme hakkı”nın önünde bir sınır inşa ediyor.

İşte 21–22 Nisan 2007 tarihlerinde İstanbul’da yapılan “Tohum ve Yaşam Forumu”nda ve forum kapsamında yapılan Uluslararası Çiftçi Mücadele Günü etkinliklerinde, kaldırılan ve kaldırmamız gereken bu sınırlar tek tek ele alındı ve bunlara karşı nasıl durmamız gerektiği tartışıldı.

Karşı durmamız gereken; fikri mülkiyet hakları ve patent yasaları çerçevesinde yaşamın doğal kaynağı ve ortak mirası olan tohumun çok uluslu şirketlerin mülkiyetine dahil edilmesidir. Dünya Ticaret Örgütü’nün yürütücüsü olduğu bu temel sınırsızlaştırma politikaları birkaç farklı alanı bir arada tahrip etmektedir.

Tahrip olan küçük çiftçiliktir. Yıllardır tarım yaparak geçinen ve üretimini tüketiciye sunan çiftçiler çok uluslu şirketler için üretim yapan ve onların sertifikalı tohumlarını satın alan, sigortasız, kayıtsız işçiler haline getirilmektedir.

Tahrip olan biyoçeşitlilik ve biyogüvenliktir. Tarımsal ürünlerin verimliliğini artırmak, açlık sorununu çözmek gibi söylemler altında yapılan sertifikalı tohum uygulamaları gün geçtikçe yaygınlaştırılıyor. Oysa sertifikalı tohumların tarımsal alanda kullanılmasının zorunlu hale getirilmesi sonucunda biyoçeşitliliğin zarar göreceği, yerel çeşitlerin, köy çeşitlerinin yavaş yavaş ortadan kalkacağı kesindir. Doğal ortama, iklim koşullarına uyum sağlamış yerel çeşitler tarımsal üretimin sürekliliği için hayati önemdedir.

Tahrip olan tüketici haklarıdır. Küçük çiftçi ile tüketici arasındaki temel bağ olan yerel pazarlar çok uluslu şirketlerle rekabet edemedikleri için yok olmaktadır. Tüketiciler ne yediğini bilme hakkından mahrum bırakılmakta, sağlıklı gıdaya ulaşamaz hale getirilmektedir.

Tahrip olan “eşit, adil ve sağlıklı gıdaya sahip olma hakkı”dır. Çok uluslu şirketler, bir yandan düzmece raporlarla GDO’lu ürünlerin doğaya ve insan sağlığına hiçbir zararı olmadığını ispatlamaya çalışırken, bir yandan fazla ürün elde etmek için kimyasal ilaç ve gübrelerin aşırı miktarda kullanımını teşvik etmekte, diğer yandan da hormonsuz, GDO’suz ve kimyasal ilaçsız üretim yapanlarda sertifikalı üretimi dayatmaktadır. Çiftçilerin binyıllardır kullanmakta olduğu geleneksel tarım metodlarıyla elde edilen ürünler sertifika uygulamaları sayesinde piyasaya koşullarına dahil edilerek 5-10 kat pahalı, yoksulların ulaşamayacağı meblağlarla satışa sunulmaktadır.

Yarattıkları felaketin (küresel iklim değişikliği sorununda olduğu gibi) bir gün kendilerini de vuracağını açıkça gören çok uluslu şirketler, tarım politikalarını yürütürken, bir yandan da bu politikaların yaratacağı tahribata karşı tedbirlerini almaya ve kendi cephelerini güçlendirme çalışmalarına başladılar.

“Tohum bankaları”nın kuruluşu bu çalışmaların bir parçası. Tohum bankaları, yaşanması öngörülen felaketlere karşı “bitkisel bir Nuh’un Gemisi” tasarımı halinde örgütleniyor. Dümen suyunu Dünya Ticaret Örgütü’nün tuttuğu bu “Neo Nuh’un Gemisi”nde, sadece çok uluslu şirketler, yok olmalarına bizzat neden oldukları çeşitlerimiz ve fikri mülkiyet yasaları kapsamında korunmakta olan GDO’lu çeşitler yolcu olarak kabul ediliyor. Görünen o ki küçük üreticilere ve hakkına sahip çıkan tüketicilere bu gemide yer yok.

Nasıl Bir Ülkede Yaşıyoruz?

Dünyada esen, sermayenin önündeki her türlü sınırın kaldırılması rüzgârı, ülkemizi de etkilemektedir. DTÖ, ülkemizden gümrük vergilerinin tamamen kaldırılmasını talep etmektedir. Böylece iç piyasa tamamen korumasız hale gelecektir.

AB ise, yeni dönemdeki Ortak Tarım Politikası’na insan ve hayvan sağlığına ilişkin politikaları da dahil etmiştir. Oysa AB’nin doğayla dost bir üretim yapmak gibi bir niyeti yoktur, niteliği itibariyle olmaz da. Bu tip politikalar sadece pazardaki rekabette kendi lehine çıkar sağlamak için desteklenmektedir. Ayrıca, AB henüz adaylık sürecinde olan ülkemizden gümrük vergilerini sıfırlamasını talep etmektedir. Bu durum, birkaç ürünümüz hariç, ülkemizin tarımsal üretiminin tamamen çöküşünü hızlandırıcı bir niteliktedir.

KİT’lerin ortadan kaldırılması, bir yandan üretici ile tüketicinin korunmasını öngören sistemlerin tasfiyesini hızlandırmış; bir yandan da ülkemizdeki pazarın çok uluslu şirketler tarafından daha kolayca yönlendirilebilmesine olanak sağlamıştır.

Devlet ise, GDO’lu ürünlerin ülkemize girişini ve hatta üretimini engellemek bir yana denetimini yapmaktan dahi kaçınmaktadır. GDO’ların doğaya serbest salınımına izin veren Cartagena Biyogüvenlik Protokolü’nün öngördüğü kurallar dahi uygulanmamaktadır. Çünkü ülkemizin de taraf olduğu bu protokole, göre ülkeler gerekli bilimsel ve hukuksal hazırlıklarını yapmaksızın sınırlarından GDO’lu ürünleri geçirmemeli ve üretmemelidir.

Ulusal bir biyogüvenlik kanunun hazırlanması zorunludur. Ancak bu yasa ülkemizin biyoçeşitliliğini korumayı ve onu uluslararası ticarete bir meta olarak sunmamayı hedeflemelidir. Oysa geçtiğimiz yıllarda hazırlanan biyogüvenlik kanun tasarısı bu hedeflerden oldukça uzaktır ve mücadelelerimiz sonucunda kanunlaştırılamamıştır.

Ancak biyogüvenlik kanunu hazırlanamamışken, bir Tohumculuk Kanunu hazırlanıp, yürürlüğe girmiştir. Öncelikle, biyogüvenlik kanunu olmaksızın, Tohumculuk Kanunu’nun çıkarılması yanlıştır. İkincisi, yürürlüğe giren kanun, tohumların sertifikasyonunu öngörmekte, sertifikasız olanları ve zengin biyoçeşitlilik gösteren köylü çeşitleri yasadışı ilan etmektedir. Bu politika, bir yandan biyoçeşitliliğe karşı yapılan bir soykırım niteliğindeyken; bir yandan da küçük çiftçi ürünlerinin pazardaki varlığını da tamamen yok etmeye yöneliktir. Tohumculuk Kanunu’nun TBMM tarafından hazırlanıp alelacele yürürlüğe konmasının bir başka acı tarafı daha vardır: Bu kanun, Irak’ı işgal eden sözde Koalisyon Kuvvetleri tarafından imzalanarak Irak Kanunu olarak yürürlüğe konulan kanundaki 81 nolu karara ciddi anlamda benzemektedir. Irak’ta işgal altındayken çıkarılan bu kanun, ülkemizde meclis eliyle çıkarılmıştır.

Ne yaptık, yapıyoruz, yapmalıyız?

GDO’ya Hayır Platformu, Ziraat Mühendisleri Odası ve Çiftçi Sendikaları Konfederasyonlaşma Platformu olarak, GDO’lar, tarım politikaları, fikri mülkiyet hakları ve tohum üzerine yıllardır yaptığımız çalışmaları aynı potada eritebilmek, mücadelemizi diğer demokratik kitle örgütleriyle paylaşmak ve bundan sonraki sürecin nasıl örgütleneceğine birlikte karar verebilmek adına düzenlediğimiz “Tohum ve Yaşam Forumu”nda üç ana başlık altında atölye çalışmaları yapılmıştır. Birinci atölye; “Patentler, Fikri Mülkiyet Hakları ve Tohum”. İkinci atölye “Çiftçiler ve Tohum”. Üçüncü atölye ise “Tohum, Tohumun Ticareti ve Tüketiciler”dir.

Yapılan tartışmalar sonucunda tüm atölyelerden ortak bir ses yükselmiştir: Üretici ve tüketici arasında şu anda var olan ve yalnızca kâr elde etmek dışında bir amaç gütmeyen tüm aracılar kaldırılmalı ve doğayla dost bir üretim zinciri kurularak, herkese sağlıklı, eşit ve adil besin hakkı sağlanmalıdır.

Bu amaca yönelik olarak uzun vadeli programımız;
1)Patent hakları ve fikri mülkiyet hakları, hiçbir biçimde kabul edilemez. “Yaşam Patentlenemez” düşüncesi çerçevesinde çalışmalarımıza devam edilecektir.
2)Patent ve fikri mülkiyet hakları ile sertifikalı tohum ticaretine karşı alternatif bir sistemin yaratılabilmesi için çalışmalar yapılacak ve bu konuda alternatif hukuk metinleri hazırlanacaktır.
3)Biyoçeşitliliğin sadece tohum bankalarında saklanması gerektiği iddiasındaki verili sisteme karşı; tohumun ancak ve ancak hayatın içinde, üretimle korunabileceğini savunulacak ve bu doğrultuda bir tohum ağı oluşturulacaktır.
4)Tohumun çiftçiler arasındaki değiş tokuşunu kendi olanakları dahilinde sağlayacak bir tohum ağı oluşturulacak. Ayrıca, çiftçiler ve ziraat mühendisleri tarafından oluşturulan bir komisyon tarafından tohum envanteri çalışması yapılacaktır.
5)Tohumculuk Kanunu’na karşı Anayasa Mahkemesi’nde başlatılan yasal sürecin takipçisi olunacak, mücadeleye devam edilecektir.
6)DTÖ’nün gıda ticaretinden elini çekmesine yönelik kampanyalar örgütlenecek ve yerel pazarlar desteklenecektir.
7)Çitçilere yönelik sertifikasyon işlemlerinin endüstriyel tek tip çeşitlerin ve GDO’nun uzun vadeli tahribatları ile yerel çeşitlerin, organik ve sürdürülebilir köylü tarımının sağlığa katkılarını anlatan çalışmalar yapılacak, yerel tohumların kullanımı ve yerel üretim teşvik edilecek, bu ürünlerin aracısız bir biçimde tüketiciye ulaşmasını sağlayan yerel pazarlar oluşturulması hedeflenecektir. Bu çerçevede üretici ve tüketici kooperatifleri üzerine yoğunlaşılacaktır.
8)Tarımsal alanda ithalat ve ihracatın değil, kendi kendine yeterliliğin tercih edilmesi gerektiğini gösteren politikalar üretilecektir.

Son Söz Yerine;

DTÖ’nün ve çok uluslu şirketlerin gündemlerine aldıkları ve örgütledikleri gıda ticareti, sermayenin kâr elde etme yollarının önündeki engellerin kaldırılmasını amaçlamaktadır. Bu yolda hayata geçirilen uygulamalar doğayı, üreticiyi ve tüketici aynı anda tahrip etmekte, doğayla dost bir üretimi ve sağlıklı ve eşit beslenebilme hakkını engellemektedir. Bu nedenle, mücadelemiz, üreticisiyle, tüketicisiyle, kentlisiyle, köylüsüyle, yoksuluyla, evsiziyle, hepberaber, hemen şimdi alternatif yaratarak yürütmemiz gereken bir mücadeledir.

Sermaye kendi önündeki sınırlarını kaldırıyor. Sıra, halkların kendi özgürleşme dinamiklerinin önündeki sınırları kaldırmasında… Sürdürülebilir bir yaşam kurmak için sıra bizlerde!

GDO’ya Hayır Platformu
TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası
Çiftçi Sendikaları Konfederasyonlaşma Platformu

Wednesday, May 23, 2007

HERSEK DELTASI KATLİAMI



Can SAN
Gazeteci


“Yalova- Altınova Tersane Girişimcileri Sanayi ve Ticaret A.Ş tarafındah Yalova ili Altınova ilçesinde, batıda Çavuşçifliği Köyü, doğuda ise Hersek Burnu’na kadar olan (Çavuşçifliği-Subaşı-Hersek) 4,5 km’lik sahil şeridinde deniz dolgusu ve tersaneler alanı kurulması planlanmaktadır.”

Altınova tersane girişim A.Ş’nin hazırlattığı Çevre Değerlendirme Raporu (ÇED) böyle başlıyor ve ‘dananın kuyruğu’ kopuyor. Türkiye’de tarım arazileri üzerinden sanayi hamlesi Marmara kıyılarında ‘seyrediyor’ Hersek Deltası’nın alüvyonlu zengin tarım topraklarının en büyük dilimi tersane arazisi olarak seçilen Subaşı beldesinde. Yalova’nın toplam tarım alanı 264.702 dekar. 40 şirketin yer aldığı tersanenin “yaslandığı” tarım alanı ise bu toplamın yarısı; 113.174 dekar ve tersane bitip çalışmaya başladığında Hersek Deltası yok olacak.

Bayındırlık ve İskan Bakanlığı’nın ‘onay’ verdiği projeye göre 4.5 km uzunluğunda sahil 300- 500 metre genişliğinde 2.2 milyon metrekare toprakla doldurulup üzerine tersane kurulacak. Subaşı- Altınova kıyılarında dolgu çalışmaları son hızla devam ediyor. Subaşı belde belediyesi ve yöredeki çiftçiler ise nektarin, elma, erik, kivi üretiminin yapıldığı topraklarının ellerinden uçup gitmemesi için dişe diş mücadele ediyor. Subaşı Belde Belediyesi Başkanı Ali Ekber Fidan Danıştay’a başvurarak kendi sınırları içerisinde süren dolgu çalışmasını ‘şimdilik’ durdurdu. Yalova Vali’si Yusuf Erbay projeyle Yalova’nın gurur duyması gerektiği görüşünde yerel basına verdiği demeçlerde “bu Yalova’nın güç gösterisi’ diyor. Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği ve Gemi Mühendisleri Odası uzmanları tarafından hazırlanan ‘Yalova Subaşı Tersane Bölgesi’ raporu ise ‘tersane’ yerinin yanlış seçildiğini ‘bilimsel’ verilere dayanarak açıklıyor ve karşı çıkıyor. Tema’nın Yalova’da yaşayan onursal Başkan’ı Hayrettin Karaca, Yalova Mimarlar Odası, ANAP, DYP,CHP İl Başkanları yöre çiftçileri ve duyarlı vatandaşlar tersane girişimine şiddetle karşı.

ÖNCE DEPREM KONUTLARI…..

Subaşı Yalova’dan Kocaeli’ne gidişin 20 km.sinde. Ana yoldan içeri kıvrılıp kivi, nektarin, elma bahçelerinin arasından Subaşı belde’sine varıyorsunuz. Subaşı 1935 yılında Bulgaristan ve Romanya göçmenleri tarafından kurulmuş. Devlet göçmenlere 7.5 dekar arazi vermiş ve Subaşı’nda hayat başlamış. Köy 1992 yılında belde olmuş. Subaşı Belde’si yıllardır plansız ve çirkin bir sanayileşmenin sürdüğü Yalova’nın son kalan tabiat parçaları arasında. Hersek Deltası’nın Marmara’ya açıldığı bölümde yer alan sevimli beldenin 17 Ağustos depreminden bugünlere derdi bitip tükenmiyor. Depremin yaralarını sarıp ayağa kalkarken ‘artçı’ darbe sallamış. Ama tabiat değil devlet yapısı darbe. Sahilde deprem sonucu yıkılan site sahipleri için yapılan yüzlerce konut için Subaşı meyve bahçelerine ‘piyango vurmuş’ Yazlıkçıların yeni konutları binlerce dekarlık meyve bahçesini silip süpürmüş. Konutlar beklentileri karşılamış mı ? Hayır. Site sakinleri evler deniz kenarında olmadığı için yeni yapıları ‘tutmamış’. Yazlıkçılar konutlara uğramıyor. 10 bin konutluk sitede toplam 1000 kişi oturuyor.

‘DİYETİMİZİ ÖDEDİK’ DERKEN..

Subaşılılar dertler bitti diyetimizi de ödedik…! derken bu sefer darbe kıyıdan geliyor. 40 işletmenin yer alacağı tersane işleyip çalışmaya başladığında neler olacak? Tersane girişimcileri her ne kadar biz tarım topraklarına ilişmeyeceğiz, tersaneyi doldurduğumuz kıyı şeridinde inşa edeceğiz’ deseler de kazın ayağı öyle değil. Yaklaşık 10 bin kişinin çalışacağı günde 1000 aracın girip çıkış yapacağı dev tesis bir süre sonra örneğin yeni yollar ve yan sanayi gibi yeni yatırımlara ihtiyaç duymayacak mı? (Tersanecilerin raporunda ‘işletme aşamasında alana günde yaklaşık 250 kamyon, 400 özel araç, 200 otobüs 40 treyler olmak üzere 890 civarında araç girişi olacak.’yer alıyor)

HEP AYNI FORMÜL

Nitekim TMOBB Raporunda bu konuyu ayan beyan ortaya çıkarıyor; ‘İmar planında ve ÇED Raporu’nda tersanede yer alacak sanayi, yan sanayi ve inşa aşamasında çalışanların yerleşimine ilişkin bir öngörüde bulunulmamıştır.Yatırımın dolgu,inşaat ve işletmeye geçiş aşamalarında; konut, sosyal ve kültürel hizmetler, ticaret, ulaşım, altyapı amaçlı yerleşim alanlarına ihtiyacın ortaya çıkması kaçınılmazdır. Bu durum yeni ve plansız bir gelişmenin kışkırtıcı unsuru olabilir’ Türkiye’nin verimli tarım topraklarının ‘ yokedilmesi’ hep bu formüle göre işliyor. Bilimsel kiriterleri hiçe sayan sivil toplum kuruluşları, üniversiteler, kamuoyunun görüşüne değer vermeyen isteğe uygun ÇED Raporu hazırlatılıyor. Hükümet ‘istihdam yaratıyoruz’ öngörüsüyle yarım yamalak raporu onaylayıp izni veriyor. Tesisler kuruluyor ve tarım arazisi yokoluyor. Bursa, Adapazarı, Mersin, Adana, Gaziantep, İzmir, Antalya, Anamur, Bodrum vb birçok ilde bir daha asla geri kazanılamayacak değerde birinci sınıf tarım arazisi aynı yöntemle yokedildi. Ve kıyım devam ediyor.

DOĞRU DEĞİL ‘UCUZ’ YER

Tersane Girişimcileri tarafından hazırlanan ‘Gerekçe Raporu’nda 4,5 kilometrelik kıyı şeridi boyunca uzanan alanın deniz içerisine doğru ortalama 300-500 m. genişliğinde kıyı kenar çizgisi içerisinden (sahilden) denize doğru toprak yığarak dolduruluyor. Doldurulan 180 ha genişliğinde bu alana tersane inşa edilecek. Girişimciler kıyı kenar çizgisi dışında kalan yerlerin devletin tasarrufunda olduğu, dolayısıyla mülkiyete konu olmadığı ve herhangi bir kamulaştırılma işlemine gerek olmadığı savından hareket ediyor ve burasının seçilmesinin asıl nedenini ‘açık’ ediyorlar. TMMOB Raporu bu konuya açıklık getiriyor ve ‘arazinin mülkiyete konu olmadığı saptaması tersane girişiminin doğru yer değil ucuz yer peşinde olduğunu ortaya çıkartıyor’ diyerek niyetin ne olduğunu ayan beyan gösteriyor.

PİKNİK ALANI ÇED’E GÖRE SAZLIK- BATAKLIK

ÇED raporunda tersane inşaat bölgesi sazlık bataklık olarak gösteriliyor. Bu da raporu hazırlayanların bölgeyi kamu yararına değil tersane yararına incelediği görüşünü kuvvetlendiriyor; Neden? Çünkü 4,5 km’lik sahil ve arkasındaki bahçeler yaz aylarında Yalova başta olmak üzeri ve çevre il, ilçelerden gelen halkın piknik alanı. Bataklık-sazlık nereden çıkıyor? Hersek deltası’nın içerisinden geçen Yalak Deresi’nin kıyılarında oluşan sazlıklar ÇED raporundaki sazlıklar. Bataklık ise kış aylarında Yalak Dere’nin taşkını sonunda oluşan su birikintileri. ÇED raporunda sazlık bataklık tanımlaması bölgeye karakteristik özelliğini veren Hersek Deltası’nın gözden düşürülmesini amaçlıyor.

DELTA NASIL YOKEDİLİR…..!

Her şey bir tarafa tersanenin inşaatına konu olan arazi Hersek Delta’sının ‘üzerine oturuyor’ olması doğa katliamının en önemli göstergesi. Tersane Hersek Delta’sının denize açıldığı ‘kritik’ noktada inşa ediliyor. Deltanın denize uzandığı alanda denizin çok sığ olması deltanın deniz içerisine doğru oluşturduğu etkiden kaynaklanıyor. ‘Kritik’ noktayı açalım ; Deltanın içerisinden akan ve deltayı oluşturan Yalak Deresi binlerce yıl alüvyonlu toprakları getirip SUBAŞI bahçelerine yığmış, artanınıda denize taşımış. Bölge toprağının verimi buradan kaynaklanıyor. Yalak Deresinin debisi kış aylarında hızlanıyor. Havza geniş bir alana sahip olduğundan bölge özellikle kış aylarında taşkın riski altında bulunuyor. Zaman zaman meydana gelen taşkınlarda ise bağ bahçeleri su basıyor. Bu risk bugüne kadar sorun yaratmıyor aksine verimi artırıyor. Bugünden sonra işler tersine dönecek. Yalak deresi’nin doğal hareketinin önüne set çekilecek. Tersane taşkın riskinden korunmak için Yalak Dere’sinde taşkını önleyici setler inşa edecek. Tersane inşa planında bu girişimler yer alıyor. Girişimçiler istedikleri kadar biz araziye zarar vermiyoruz deselerde bu iddianın külliyen yanlış olduğu TMMOB raporunda da açık seçik yer alıyor. Raporda ‘Bu alanın taşkından korunması için dere yatağının kanal ve benzeri yapılarla düzenlenmesi, alanın yapısını tamamen bozacak niteliktedir’
Deltanın 2.2 milyon metrekare toprakla doldurulması ikincisi taşkın önleyici yapılar Hersek Deltası’nı delta yapan doğal rezervleri devredışı bırakacak ve Hersek Deltası Türkiye doğa tahribatı envanterinde yerini alacak.

--------------------------------------------------------------------------------

‘NAZIM PLANINDA TERSANE YOK’

Subaşı’nda tarım arazisi katliamına “dur” demek için Subaşı Belde Belediye Başkanı aynı zamanda Ziraat Mühendisi Ali Ekber Fidan ve eşi Ziraat mühendisi Filiz Fidan deyim yerindeyse canla başla çalışıyor. Belediye Başkanlığı öncesi Yalova Bahçe Kültürleri Enstitüsün’de görev yapan karı koca ziraatçi çift Subaşı topraklarının ‘altın’ olduğunun bilincinde. Tehditler, yıldırma politikaları onlara ‘vız’ geliyor. Subaşı halkı ve çiftçiler de onlara destek veriyor. Subaşı belde’sini ve Tersane girişimini Belde Belediye Başkan’ı Ali Ekber Fidan’a sorduk.

Subaşı’nın kuruluş hikayesini kıssadan sizden dinlesek..?

Subaşını Romanya ve Bulgaristan’dan gelen göçmenler kuruyor.1935 yılında Türkiye’ye gelen göçmenlere hükümet 7,5 dekar arazi veriyor ve yaşam başlıyor. Köy 1992 yılında belde oldu.

Ne ekilip biçiliyor?

Subaşı yalova’nın en zengin tarım arazisine sahip. Subaşı’nda 9000 dekarlık alanında 7bin 500 dekar 1ve 2. sınıf tarım arazisi olarak halen çiftçilik yapılıyor. Geçmişte buğday, ayçiçeği,mısır tarımı yapılmış. 1995’ten sonra Atatürk Bahçe Kültürleri Merkez Araştırma Enstitüsü’nün büyük desteğiyle yörede öncelikle seracılık ( kesme çiçek ve süs bitkileri) yanı sıra elma, armut erik, nektarin, erik, şeftali yetiştiriciliği başladı. Meyve üretimiyle birlikte köyün geliri arttı. Makinalı tarıma geçildi. 2001-2002 yılında Anadolu Kalkınma Vakfı, Valilik Kivi yetiştiriciliğine önayak oldu. Yöremizde kivi yetiştiriciliği hızla gelişti. Türkiye’nin en kaliteli kivi’si Subaşı’nda yetişiyor.

Tersane girişimi nasıl başladı?

Ak Partinin seçim vaatleri arasında Yalova’ya tersane inşası yer alıyordu. Seçimden sonra Subaşı’nda kurulu bulunan Altıntaş Mermercilik (Arintaş) girişimiyle tersaneciler Yalova Altınova Tersane Girişimcileri A.Ş’yi kurdu. 40 şirketten oluşan şirket4,5 kilometrelik kıyı boyunca denizi 300-500 mt doldurarak tersane yapmaya soyundu. ÇED raporunu hazırlayıp Bayındırlık ve İskan bakanlığı’na başvurdular. Bayındırlık ve İskan Bakanlığı 29.12.2004 tarihinde Subaşı Belediye’sinden görüş sordu.

Ne cevap verdiniz?

Subaşı Belediye’si 24 .12.2003 tarihinde İller Bankası kanalıyla nazım imar planı çıkarttı. Bu plan belediye meclisimizce onandı. Bizim nazım planımızda tersane yer almıyor. Biz bakanlığa ‘olumsuz’ görüş bildirdik. Ancak Bayındırlık ve İskan Bakanlığı bizim nazım planını ‘elinin tersiyle’ bir kenara iterek tersaneye ‘ yeşil ışık’ yaktı. Kıyı kenar çizgisi devletin tasarrufunda olduğu için bakanlık buna dayanarak tersane girişimcilerinin 1/1000’lik dolgu imar planını onayladı. Bu gelişmeler sonunda yöredeki 250 çiftçi dilekçeyle Yalova Valili’ğine başvurdu ve tersaneye karşı çıktı. Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği, CHP,ANAP,DYP, Yalova Ziraat Odası, Yalova Mimarlar Odası, Yalova İnşaatçılar Odası, Tema tersane yapımına karşı çıkıyor.

Tersane girişiminde gelinen yer neresi?

Bayındırlık ve İskan Bakanlı’ğı karşı görüşleri dikkate almadı. Yalova Vali’si Doç Dr Yusuf Erbay girişimi destekliyor. Tersanenin yapılacağı kıyı şeridinin büyük bir bölümü sınırları içinde bulunan Altınova Belediye’si ve Belediye Başkanı Metin Oral’da tersaneye karşı çıkmıyor. Çünkü Altınova Belediye’sinin kıyıdan başka kaybedeceği tarım toprağı yok. Girişimciler desteği arkalarına alınca önlerinde Subaşı Belediyesi’nden ve çiftçilerden başka ‘pürüz’ kalmadı. Kıyıda dolgu çalışmaları başladı. Biz kendi payımıza düşen kıyı şeridinde dolgu girişimine karşı yasal yola başvurduk.Danıştay’a gittik. Mahkeme kanalıyla giriş çıkışı mühürledik. Ancak taşeron firma Yalova Valiliği ve Altınova Kaymakamlığı’nın gözünün önünde mühürü iki kez kırıp araziye girdi. Biz yine engelledik. Sonuna kadar direneceğiz.

Monday, May 21, 2007

Kansere Karşı Ekolojik Meyvalar


Kaynakça : Novethic, Marie-Paule Nougaret
Çeviren: Dilek AYMAN

İngiliz araştırmacılara göre ekolojik meyva ve sebzeler kanserden koruyor, fakat özellikle “eski” meyva-sebze çeşitleri daha iyi koruyor. Bu zenginlikleri “salvestrol” lerden geliyor : vücuttaki kanserli hücreleri (ve sadece bu hücreleri) öldüren bileşikler.

İki İngiliz araştırmacı -yüksek dozda iyileştiren- ve hassas koruyuculuk özelliği olan yeni sınıf bir bitkisel madde keşfettiler. Bu maddeyi latince “kurtaran” anlamına gelen “salvius salvestrolleri” olarak adlandırdılar.
Prof. Daniel Burke, iyileşme reaksiyonları üzerine kurulu, toksik etkisi olmayan bir terapinin / tedavinin arayışındaydı. Aslında, insan vücudunda hücreler hergün kanser geliştirme ile karşı karşıya kalıyor, ancak savunma sistemi bunları hızla eliyor.

Burke 1997’de sistematik olarak sadece kanserli hücrelerde bulunan bilinmeyen bir insan enzimi (CYP 1B1) keşfetti. Bu enzimin genetik kodu, aslında diğer hücrelerde bulunmuyordu. Pek çok laboratuar bunu doğruladı.

“CYP” kategorisindeki diğer enzimler gibi, normal dokuların içinde detoks oluşumlarını paylaşıyorlar, Burke “kanserli hücrelerdeki CYP 1B1’in, insanda kansere karşı koyan savunma sistemine ait değil miydi” sorusunu araştırdı.
Ve Burke İngiltere’de Monfort Halk Universitesi’nde Eczacılık Bölümü’nü yöneten ve hastalığa, olabildiğince daha az şiddet içeren yeni kimyasal tedaviler bulmaya çalışan Potter ile ortaklık kurdu.

Aslında, kemoterapide kullanılan toksikler tümörleri öldürüyor. Fakat bu toksikler ağrılı yan etkileri başlatarak, önce sindirim sisteminden ve kandan geçiyorlar. Bu durumda araştırmacılar için yapılacak şey, yaratılacak olan bir molekülün, vücudun diğer taraflarını zehirlemeden, kanserli hücre içinde CYP1B1’in varlığıyla toksik hale dönüşmesiydi. Potter ve Burke böylece kod adı DMU 212 olan yeni bir tedavi formule ettiler ve bunu takiben üniversite tarafından bu formülü, şu anda test eden bir ecza firmasına sattılar.

Bu araştırma, CYP 1B1’in bitkisel bileşikler üzerinde, onları hafif değiştirerek etki yaptığını ortaya koydu. Potter bununla, vejeteryan bazlı bir rejimin iyileştirici etkisinin açıklanabileceğini seziyordu. Aslında 1992’den bu yana biliniyor ki; folik asit (yeşil yapraklar) ve taze sebze ve meyvalardan üç antioksidan;
(C vit., E vit., ve pro-vitamin A) insanları kanserden koruyor. O zamandan beri anti-kanserojen etkileri olan pek çok bitkisel molekül bulundu ki bunlardan en ünlüsü şarap, üzüm ve asma yapraklarındaki resveratrol’dür. Ayrıca, 2002’den itibaren Burke ve Potter “British Journal of Cancer” ‘de yayınlanan makalelerinde; CYP 1B1’in varlığıyla, resveratrol, kemoretapide daha önce kullanılan iyi tanınan bir toksik hücre olan “piceatannol” ‘e dönüşüyordu.

Bunu yaparken, iki araştırmacı, başka bitkisel ürünlerin de CYP 1B1 in varlığında hücre öldürücü hale dönüştüğünü kaydettiler. Bu ürünleri genel olarak “salvestroller” olarak adlandırdılar. Bunlardan 50 tane olabilirdi. Şimdiye dek kendi aralarında 23 tanesini doğruladılar. Bunları, meyvalardan, çiçek ve köklerden ayrıştırdılar: çilek, portakal, mandalina, üzüm, biber, patlıcan, zeytin, fesleğen, adaçayı, kekik, biberiye, nane, enginar, hindiba ve devedikeni/meryemana dikeni.

Burke artık endüstriden çok fazla uzaklaşan araştırmaları için kamu finansı elde edememeye başlayınca, emekliliğinde, 2004 yılında, özel “Nature’s defence” (Doğanın savunması) laboratuarını kurdu.

Laboratuarın fonları, özel bağışlardan ve internet üzerindeki satışlardan sağlanıyordu. (yüksek derecede konsantre olan ve 300 kg meyvaya eşdeğer salvestrollerin satışı –üzüm, çilek ve portakal özleri-)
Etnobotanikçi Anthony Daniel, ekibinin, salvestrollerden yana en zengin olan portakalı bulmak için 510 çeşit portakalı araştırdıklarını açıklıyor. Ve buldukları sonuçlarda, genellikle meyvaların eski çeşitlerinde daha fazla salvestrol ihtivasına rastlıyorlar. Kuşkusuz, günümüz modern seçicileri daha ziyade şekerli meyvaları elde etme arayışında, oysa salvestroller acı bir tat muhteva ediyorlar.

Bu acılıktan kaçınmak için, dağıtım şirketleri, basit bir işlemle, “açma işlemi” ile, meyva sularından salvestrolleri çıkarıyorlar, zira bu aktif maddeler en fazla meyvaların kabuklarında yoğunlaşıyorlar. Bu nedenle yabani meyvalar üzerinde mayalanan fransız kırmızı şarabı, yeni dünyanın çok hızlı bir şekilde santrifüjden geçirilmiş şarabından daha fazla resveratrol içeriyor. Nihayetinde, Nature’s defence’ın değerlendirmesine göre, ekolojik tarımla elde edilmiş bitkiseller ortalama % 30 daha fazla salvestrol içermektedir.

Burke bunun kolayca anlaşılabileceğini anlatıyor. Asma, örneğin, “mildiou” gibi patojen mantarların varlığında savunma (veya phytoallexine) maddesi resveratrol üretiyor. Ancak asma mantar ilacı ile ilaçlanırsa, “mildiou” saldırısı gerçekleşmiyor ve buna bağlı olarak resveratrol sentezi de oluşamıyor. Bu durum “muscadine Vitis rotundifolia” adlı amerikan sarmaşığı üzerinde bilimsel olarak gösterildi. Bitkilerin savunmaları, insandaki kanserli hücreleri yıkmak için “yeniden programlanabilir” görünüyor.

Nature’s defence ticarileşiyor, şimdilik, üç salvestrol; bunlardan biri resveratrol. Laboratuar tarafından daha da etkili olduğu belirtilen diğer ikisinin adları açıklanmıyor. Bu üç maddenin hepsi de ekolojik tarımla daha kolay elde edilir. Fakat çok yaygın olan bir pestisid, salvestroller üzerindeki CYP 1B1 enzim faaliyetini, kültürde, kanserli hücrelerin içinde bloke ediyor.

Laboratuar bugün, başlıca İngiliz organik tarım etiketi olan Soil Association ile temas halinde; anti-kanserojen maddelerin aktif değerleri için farklı ürünlerin test edildiği, Kew Kraliyet Botanik Bahçesi’nin “geleceğin tarımı” içerikli Eden projesine katılıyor.

Ekip, araştırmalarının finanse edilmesi umuduyla sırlarını uzun süre saklayabilecek mi? Bu denli umut veren sonuçları yayınlamamak zor.
Burke bir eczacılık gazetesinde, yakında salvestrollerin bir tanımını yapacağını bildirmiş. Fakat onların bütün yapısını açıklamadan..

Fanny Leenhardt’ın tezi ; “ Ekmek besleyici yoğunluğunu geliştirme yöntemleri üzerine araştırma”


Çeviren: Dilek AYMAN

ÖZET

Tahıllar ve özellikle de buğday insan beslenmesinde önemli bir yer tutar. Son 50 yıldan günümüze ekmek tüketimi önemli ölçüde azalmıştır ve beyaz unun kepeği ve ruşeymi alınarak kullanılması sonucu değerli elementlerden yoksun bir gıda haline dönüşmüştür.

Bu tezin genel hedefi ekmek besleyici yoğunluğunun iyileştirilmesi yöntemlerine ışık tutmaktır.

İlk olarak, buğdayın besleyicilik yoğunluğunu inceledik. Karoten ve E vitamini içeren antioksidanlara sahip mineral içeriği zengin bir genetik çeşidin var olduğunu gösterdik. Tarımsal ve çevresel faktörlerin mineral miktarı üzerinde etkili ve magnezyum’dan zengin ve daha az da çinko’dan zengin bir çeşidi seçmek mümkün olmakta.
Karoten probleminin araştırmada özel bir yeri vardı zira bu mikroelementlerin seçimi yumuşak buğdayda oldukça ihmal edildi; oysa “diploide” ve “tetraploide” türlerinde bu mikroelementlerin tutulması/ miktarı çok daha fazladır. Yumuşak buğdayın bu ataları sadece önemli miktarda karoten içeriği değil, aynı zamanda daha zayıf aktiflikte “lipoxygenasique” ortaya koyar ki, bu aktivite ekmek yapım aşamasında karotenin muhafaza edilmesini çok iyi garantiler.

Sonuç olarak yumuşak buğdayların seçim yöntemleri, sert buğday için olduğu gibi, karoten / lipoxygénasique aktivitesi ilişkisini çoğaltmayı hedeflemelidir.

Çalışmalarımızın ikinci kısmı, tohum transformasyonu yöntemlerinin
etkisini kapsamaktadır. Böylelikle silindir yöntemiyle birbirine eşit öğütme verimliliği sağlayan taş değirmen üzerinde ezilmiş tohumlardan elde edilen unların, iki silindir arasında makaslama yoluyla elde edilmiş klasik una göre sistematik olarak çok daha yüksek mineral içeriğine (tip 80) sahip olduğunu kesin olarak ortaya koyduk. Bu yöntem (taş değirmen üzerinde öğütme yöntemi), buğday içindeki filizlerin ve dış kabuk kaybının çok daha iyi önlenmesini sağlıyor. Silindirli değirmenlerin diyagramlarının adaptasyonu konvansiyonel unların mineral zenginliğinin sağlanması için bir başka alternatif olarak görülmekte, biz “dozunda” bir parçalama kullanımının hipotezini savunduk.

E vitamininin aktifliğinden sorumlu olan “tocopherol” lerin ekmekte ve buğdaydaki zenginliği ile filizlerin yeniden kullanılmasına yeterince özen gösterilmedi. Bu mikrobesleyiciler (tocopherol ve E vit.) buğday tanesindeki diğer antioksidanlardan daha iyi emilmişlerdir ve oksit stresini önlemekte daha etkilidirler.

Bu tez aynı şekilde buğdayın “polyphenol” leri konusuna da (kepekteki ferulik asit ve filizin flavonoidleri) eğilir ve bu antioksidan mikrobesleyicilerin biyouygunluğunun az olduğunu ve oksidan stresi korunmasında ikincil bir rol oynadığını göstermeyi sağlar.

Tam tahıl ürünlerindeki minerallerin biyouygunluğu, “phytique asit” açısından zenginliği sık sık tartışma konusudur. Bu yüzdendir ki “phytique asit” in hidroliz koşullarını iyileştirmeyi “ekmek yapımı” aşamasında araştırdık. Minerallerin (özellikle magnezyumun) çözülebilirliğinde buğday “phytase” ının başlıca rolü, pek çok ekmek üretim tarzında az asitli pH koşullarında ortaya konmuştur.

Bu sonuçların bütünü bize “yeni bir ekmek yapım metodu” nu iki aşamada yapmamızı sağladı: klasik ekmek yapımı aşamasını izleyen zengin liflerin parçalanması veya kırılmış buğdayın (bulgurun) doğal ekmek mayası sayesinde az asitli pH’lı ortamda “ ön-mayalanma”sı. Ekmek böylece organizma tarafından özümsenebilecek şekilde tohumun bütün minerallerini içinde bulundurarak üretilir, zira “phytique asit” nerdeyse bütününde hidrolize olur.

Özetle, bu tez, oluşumun aktörleri olan buğday-un-ekmek üçlüsü üzerine var olan ana konseptlerin uzaklaştırılmasına izin verdi. Tez, oluşuma, ekmeğin besleyici yoğunluğunun geliştirilmesi anlamında parmak basmalıydı :
Bu konseptler entegre seçim, dozunda parçalanma, ve ön mayalanma şeklinde olup, özgünlükleri ve faydaları tezin tartışmasında geliştirildiler.

Sonuç olarak, besleyicilik açısından ekmeği yeniden değerlendirmek, ilk aşamalarda üretiminin tüm etapları boyunca çok pozitif sonuçlara ve son aşamalarda ise beslenmede kamu sağlığında en iyi yönetime sahip olmalıydı.

Friday, May 18, 2007

Neo Liberalizme Karşı Köylü Muhalefeti


James Petras 24 Ekim 2004

Neo liberalizme karşı yükselen köylü önderlikli kitlesel muhalefet hareketleri eşitsiz gelişmektedir. Topraksız Kır İşçileri Hareketi'nin (MST) yüz binlerce çiftlik çalışanını temsil ettiği Brezilya gibi bazı ülkelerde kırsal hareket, ulusal mücadeleye önderlik ederken, Şili gibi başka ülkelerde ise çiftlik işçilerinin hareketi, Pinochet'li yılların vahşi baskılarının yaralarını henüz saramamış ve yerellerde bile marjinal kalmıştır. Köylü hareketlerinin büyüyen etkisini açıklayan kilit etkenlerden biri, politikalarını, ilişkiyi bir "volan kayışı"ndan ibaret gören seçim partilerinden ve gerilla "komutanları"ndan özerk ve bağımsız kurmalarıdır.

Bağımsız örgütlenme

İkinci etken, bu hareketlerin ulusal bir sosyo-politik gündem belirlemeleridir. CLOC Kongresi'nde (ayrıca geçtiğimiz 5 yıl içindeki toplantılarda) köylü önderleriyle tartışmalarda, temel mesele "kendi kaderini tayin" hakkı oldu. Çiftlik işçilerinin kurtuluşunun ancak kendi örgütleri aracılığıyla, kendi verecekleri mücadelede yattığı düşüncesi egemendi. Hepsi de tarım reformuna ilişkin ulusal tartışmayı şekillendirmede büyük bir rol oynamış olan, Ekvator'da FENOC, Brezilya'da MST ve Paraguay'da Paraguay Köylü Federasyonu, aşağıdan köylü örgütlerinden doğdu, kendi yapı ve önderlerini çıkardı ve herhangi bir partinin yörüngesine de girmedi.

Buna karşılık, Şili'deki köylü örgütleri, büyük ölçüde neo liberal bir program uygulayan, hükümet koalisyonunun bir parçası olan seçim partilerinin (Sosyalist ve Hıristiyan Demokrat) eklentileri oldular. Bu örgütlerin, örgütlenme kapasiteleri zayıf ve kıt kanaat geçimleri için de devletin eline bakıyorlar.

Köylü hareketlerinin etkisi ve gücü rahatlıkla görülebilir:

• Ekvator'da, köylü ve yerli hareketleri, yolsuzlukları ve halka, bir İMF serbest piyasa programı dayatma çabaları nedeniyle Başkan Bucaram'ı istifaya zorladılar.

• Brezilya'da MST, doğrudan eylem-toprak işgali hareketleriyle 150.000'den fazla aileyi işlenmeyen topraklara yerleştirmiştir. Bu, neredeyse bir milyon insan demektir. 21 eyaletteki eylemleri aracılığıyla MST, toprak reformunu siyasal tartışmanın merkezine oturtmayı başarmıştır. Başarılarının göstergelerinden biri de, Brezilya'nın en büyük kenti Sao Paolo'da yapılan son anketlerde nüfusun %75'ten fazlasının topraksız tarım emekçileri lehine toprak dağıtımını desteklediğini bildirmesi olmuştur.

• Bolivya'da köylüler, özellikle de koka yetiştiren eski kalay madencileri, ulusal egemenliğin savunulması mücadelesine önderlik ediyor ve bir süre önce Cochabamba bölgesinde, kendi adaylarıyla katıldıkları seçimleri silme aldılar.

• Kolombiya'da, köylü tabanlı gerilla ordusu, Kolombiya Devrimci Silahlı Kuvvetleri/Halk Ordusu, nüfuzunu ülkedeki kırsal belediyelerin yarısına yakınına kadar genişletmiştir. Askerlerinin neredeyse üçte biri, kasaba ve kentlilerden oluştuğu için tamamıyla bir köylü hareketi olmamasına rağmen, programatik taleplerinin bir çoğu kır merkezlidir: Toprak reformu, insan haklarının kırsal alanlara genişletilmesi, tarım işçilerinin sendikalaşması vb. Çoğu köylü 15.000'e yakın savaşçısıyla günümüzde Üçüncü Dünya'daki muhtemelen en diri gerilla ordusudur ve güçlenmesini sürdürmektedir. Bunun bir göstergesi de, ABD Savunma Bakanlığı'nın Kolombiya'da yürüttüğü milyonlarca dolarlık askeri yardım programının uyuşturucu tacirlerini hedeflediği masalını artık terk ederek köylü hareketiyle savaşmak için silah gönderilmesini alenen onaylamış olmasıdır.

• Paraguay'da gündeme gelen bir askeri darbe, köylülerin ve öğrencilerin kitlesel bir seferberliğiyle önlenebildi. Fırlayan pamuk fiyatları, yüz binlerce köylüyü iflasın eşiğine getirdi. Serbest piyasa ticaret politikaları ve devlet teşvikli ihracatçı tarım tekelleri, yerel gıda üreticilerini baltalayarak, köylülerin toprak işgal ettiği ve ordunun da şiddet yoluyla onları söküp attığı bir döngüye yol açmaktadır.

• Meksika'da Zapatista hareketi (EZLN), yerli hakları, toprak reformu ve daha köklü olarak, Clinton ve Zedillo tarafından teşvik edilen bütün NAFTA/serbest piyasa politikaları sorununu tekrar gündeme soktu. 1994'teki Zapatista isyanı olmasaydı, NAFTA'nın imzalanması ve uygulanması egemenlerin bir töreni olarak geçiştirilirdi. NAFTA'nın uygulanmaya başlanmasından beri, 1 milyondan fazla köylü yıkıma uğradı ve on milyonlarca ücretlinin geliri yarı yarıya azaldı. EZLN'nin talepleri ve eleştirisi, ülkenin dört bir köşesinde yankı bulmaktadır.

Yeni köylülük

Günümüzün köylü hareketleri, ne geçmiştekilerle karşılaştırılabilir, ne de "toprak işleyenindir" sloganıyla savaşan yöresel, geleneksel, cahil köylü klişesine uymaktadır. CLOC Kongresi'ndeki köylü ve yerli delegelerin çoğu eğitimliydi (hem kendi kendilerini eğitmiş ve hem de en az 6 yıllık okul eğitiminden geçmişlerdi) ve ulusal ve uluslararası meselelerin bilincindeydiler. Yeni köylü hareketlerinin ulusal bir gündemi var; sadece kırsal meselelerle ilgili değiller. Daha somutlarsak, toprak dağıtımı politikalarının ancak krediyle, teknik yardımla ve pazarların korunmasıyla başarılı olabileceğinin farkındalar. Kentli sınıf ve örgütlerle ittifakların, düzeni dönüştürmek için zorunlu olduğunu kabul ediyorlar. Bunlar "ekonomik örgütler"den ibaret değiller. Özelleştirme, kuralsızlaştırma ve ihracatı teşvik şeklindeki serbest piyasa politikalarına karşı mücadele eden sosyo-politik hareketlerdir. Kırsal hareketler, sendikalarla siyasi ittifaklar kurmuşlardır ve kent varoşlarının örgütlenmesine katkıda bulunuyorlar. Örneğin Şubat 1997'de Ekvator'u, Haziran 1996'da Brezilya'yı, Aralık 1996'da Bolivya'yı sarsan genel grevler, köylü-yerli-sendika ittifakına dayanıyordu. CLOC Kongresi'nde delegelerin çoğu 20-30 yaşları arasındaydı. Ulusal ve bölgesel mücadelelerden çıkıp gelmişlerdi. Tarihi birinci Latin Amerika Kır Kadınları Asamblesi, CLOC Kongresi'nin hemen öncesinde 100'e yakın delegenin katılımıyla yapıldı. CLOC toplantısındaki delegelerin ise %40'tan fazlası 20'li 30'lu yaşlarındaki köylü kadınlardı. Bu olağanüstü bir değişimdi, çünkü 3 yıl önceki ilk CLOC toplantısında delegelerin %10'undan azı kadındı.

Genç delegeler, 1960'ların veya 1970'lerin sekter sol içi mücadelelerinden çok şükür geçmemişlerdi. Küba Devrimi'ne destekleri, onun ABD müdahalesine direnişine ve ilerici tarım reformuna dayanıyordu. Çok azı, eğer vardıysa, "doktriner anahtarlarını" Fidel Castro'dan aldılar. Che Guevara veya Fidel Castro'yu, özgül ulusal ve toplumsal mücadeleyle bütünleştirmişlerdi. Bu nedenle koka çiftçi delegesi, Che'nin anti-emperyalizminden ABD-DEA yok etme politikalarına karşı mücadele bağlamında bahsetti. Fidel Castro, Brezilyalı köylülerin toprak işgali ve boşaltmaya direniş mücadelelerinin bir öncüsü olarak zikredildi. Dolayısıyla geçmiş devrimcilerin ne kötülenmesi, ne de ilahlaştırılması söz konusu.

Yeni köylü hareketlerinin yükselişi, hem resmi, hem de gayrı resmi oturumlarda dillendirilen önemli zorluklarla yüz yüze. Örneğin kongrenin sloganlarından biri "tarım reformu, anti-emperyalizm ve sosyalizm" idi. Ama Guatemalalı örgüt (CONIC) temsilcileri, bu konulardan herhangi birini Guatemala'da ortaya atmanın olanaksız olduğunu söyledi. "Kitlesel terör ve paramiliter ölüm mangalarının devam eden faaliyeti, köylüler üzerinde korkutucu ağırlığını hala hissettiriyor." Gerilla komutanlarınca imzalanan barış anlaşmaları, soykırımcı generalleri herhangi bir soruşturmadan muaf tutmaktadır. Ortaya çıkan seçimsel siyasi sistem, devletin sadece estetik yapılan, yeniden adlandırılan, personeli karılan şiddet kurumlarına (ordu, adli ve gizli polis) hala bağlıdır.

"Birinci öncelik, son yıllarda ortaya çıkan bir düzine kadar köylü örgütünü bir şemsiye altında birleştirmektir. Faaliyetlerimizi, kapsadığımız, sallantılı ve çok sınırlı bir siyasi alanı tehlikeye atmayacak şekilde yoğurmak zorundayız", diyor bir köylü önderi. US-AID, kırsal alanlara ayırdığı fonları, militan köylü örgütlenmelerine rakip örgütlenmeler yaratmakta ve grupları, tarım reformu değil de "projeler" temelinde düşünmeye teşvik etmekte kullanmaktadır.

Kültür ve devrim

Kültürel meseleler, özellikle Ekvatorlu, Bolivyalı ve Guatemalalı delegelerce yükseltilen, yerlilerin teritoryal özerklik, dinleri, dilleri ve topluluğa dayanan ekonomilerinin tanınması talepleri merkezi meselelerdi. Guatemalalılar, bütün yerli-köylü delegelerin paylaştığı daha geniş öz-yönetim hakkına ilişkin ortak kaygıları seslendirdi.

Ama tartışmaların akışında, bu militanlarla Batı medyasının "Yerli sözcüleri" olarak sunduğu tanınmış şahsiyetler arasında derin bir farklılık bulunduğu açığa çıktı. Örneğin Bolivyalılar, yerlilerle konuşan, ama zengin yabancılar için çalışan "Quechuaca konuşan başkan yardımcısı"ndan aşağılayarak söz ettiler. Guatemalalılar, Rigoberta Menchu'ya karşı, daha geniş siyasi-ekonomik ve insan hakları meselelerinden koparılmış sembolik bir "Maya" kültürel değişimleri benimsediği için hayli eleştireldi. Ve Ekvator'dan FONICI önderleri, şemsiye örgüt CONAI'nin, çürümüş serbest piyasacı Bucaram rejimince desteklenmiş iki Yerli önderinden eleştiriyle bahsettiler. CLOC Kongresi'nde Yerli hareketlerinin önderleri, hareketi bölüp toprak hakkı taleplerini baltalamayı ve yerel önderleri düzenle bütünleştirmeyi hedefleyen "kültürel kimlik" siyasetine yenik düşmediler.

Yeni köylü hareketleri, Kilise'nin toplumsal doktrinlerinden derinden etkilenmiştir. Genel oturumların birinde, Brezilyalı Katolik ilahiyatçı Fray Beto, delegelere içlerinden kaçının dini örgütlerden etkilenmiş olduğunu sorduğunda, %90'dan fazlası ellerini kaldırdı. Halkçı dindarlık, İncil derslerinin kaynaşması ve dini değerler, yeni köylü önderleri kuşağının beslenmesinde, Marksizm, geleneksel topluluk değerleri ve modern feminist ve ulusalcı fikirlerin yanı başında doğrudan bir etkiye sahip. Hareketin büyük kısmını aşılayan örgütsel disiplin, kişisel dürüstlük ve manevi bağlılık, militanların pek çoğu, tutucu Kilise hiyerarşisi ve Vatikan'la aralarına mesafe koymuş olmalarına rağmen dini geçmişlerinden geliyor.

Latin Amerika Köylü Kadınlar Asamblesi'nin başarısı, onların köylü örgütünün (yerelden uluslararasına kadar) bütün kademelerinde ve tarım reformu sürecinin bütün aşamalarında (toprak hakkından kooperatif önderliğine kadar) eşit var olma taleplerinin ezici bir lehte yanıtla karşılanmasıyla ortaya çıktı.

Köylü kadınların yeni militanlığı, başka vesilelerle de sergilendi.

Cochabamba köylü hareketinden bir delege, koka çiftçilerinin ABD-yönetimindeki, koka üretiminin kökünü kazıma kampanyasını anlattı. "Bu yıl, birkaç üyemiz ve bir önderimizi katlettiler bile. Direndik ve direnmeye devam edeceğiz. Ben 0.16 hektarımla yaşlı anneme ve biricik oğluma bakıyorum.

Hükümetle 2.800 hektar koka üretimini yok etme karşılığında bir anlaşma müzakere ettik. Hükümet, yerlerinden olacak çiftçileri istihdam için bir fabrika dahil, alternatif ekonomik faaliyetleri finanse etme sözü verdi. Koka üretimini 1.200 hektara düşürdük, ama onlar fabrikayı inşaya başlamadılar.

Bizi bir kez daha kandırmışlardı. Şimdi de bizi katletmek ve bütün kutsal topraklarımızı yok edip bizi sefalete terletmek için orduyu göndermekle tehdit ediyorlar.

Silah kullanmasını öğrenmek istiyorum. Çünkü ordu işgale geldiğinde, silahlı direnişin bir parçası olabilmeliyim."

Militarizasyon ve devlet baskısı

Neoliberal rejimler ve onların Washington'daki destekçileri, büyüyen köylü hareketine, kırları militarize ederek karşılık veri-yor. 1995'ten beri Meksika Chiapas'ta en azından 5 paramiliter gruba ek olarak 40.000 asker vardır. Kolombiya'da ordu, düzinelerce paramiliter gücü silahlandırdı, FARC'ın gerçek ya da potansiyel sempatizanları olarak görülen birkaç yüz bin köylüyü terörize edip topraklarından sürdü. Peru'da ABD destekli ordu, ülkenin dörtte üçünü işgal ediyor ve Başkan Fujimori, basın konferanslarını ve üst düzey strateji toplantılarını kışlalarda düzenliyor. Bolivya'da ABD-DEA danışmanlarıyla ordu, koka yetiştiricisi köylülere vahşet uygulamakta ve tek geçim kaynakları koka yaprağı yetiştiriciliği olan 40.000'den fazla aileye büyük bir saldırı için bölgeyi ablukaya almaktadır.
Latin Amerika kırsalının askerileşmesinde ve beraberinde gelen şiddette Washington'un sorumluğu gün gibi ortadadır. Clinton'un serbest piyasa hamlesi, ABD'den ucuz mısır ve tahıl ithal edilmesi, yerli köylü üreticileri yıkıma sürüklüyor. Beyaz Saray'ın tarım tekellerinin ihracat stratejilerini finanse etmesi, kırsalı tek bir plantasyona çevirerek köylü ve yerli topluluk çiftçiliğini söküp atıyor.

Piyasa tarafından sökülüp atılamayanlar, kalıp örgütlenmeye ya da pazarlanabilir alternatif ürünler yetiştirmeye karar verenler, ABD’nin eğitip silahlandırdığı ordu ve paramiliter güçler tarafından sürülüyor. Bütün Latin Amerika’da açıkça ve bolca görülüyor ki, köylü eylemciler Clinton yönetimini yaşadıkları en yıkıcı ekonomi politikalarından bazılarıyla işbirliği içinde algıladığı, Washington’un kıtanın artan askerileşmesine desteğiyle, Clinton, Ronald Reagan’ın 1980’lerde Orta Amerika’da 275.000 ölümlük rekorunu geçebilir.

Ama yeni köylü hareketleri, yeni sivil rejimlerin baskılarına rağmen büyüdüler. Santa Cruz’da, köylülerin palalarıyla araziyi açtıkları ve komünal mutfak üzerinden beslendikleri bir toprak işgali yaşandı. Ağustos 1996’da, Ordu, işgale geldi ve üç köylüyü öldürdü, ekinlerini ve evlerini yok ederek onlarca aileyi topraktan sürdü. Birkaç ay sonra köylüler toprağı yeniden işgal ettiler ve ülkenin her yanından öğrenciler, profesörler, ilerici işadamları ve köylülerin bulunduğu 1.000’den fazla katılımcıyla bir ulusal konferans düzenlediler. Benzer şekilde Brezilya Para’da, otoyolları barışçı şekilde bloke eden 18 topraksız köylü, valinin emriyle askeri polis tarafından katledildi. Bir fotoğrafçı olayı kameraya aldı. Ulusal bir rahatsızlık ortaya çıktı. Sao Paolo’da, Rio’da ve başka kentlerde kitlesel gösteriler yapıldı. Kamuoyu yoklamaları MST lehine ezici bir desteği sergiliyordu. Başkente bir yürüyüş örgütlediler ve onlara sendikacılar ve kentlerin varoşlarında yaşayanların da aralarında bulunduğu 100.000 insan daha katıldı. MST’ yi modası geçmiş savaşlar (toprak reformu gibi) yürüten "tarih dışı bir hareket" olarak aşağılayan Başkan Cardoso, kitlesel protestolarla karşı karşıya kalınca, reformları uygulamanın en iyi yolunu tartışmak üzere önderlerden birini Başkanlık Sarayı’na davet etti. Bunun üzerine MST 15 üyeli ulusal önderlik ortaya çıkarak tekil bir önder bulunmadığını gösterdi ve Cardoso’nun çekişme konusu topraklar üzerinde kamp kurmuş bulunan 49.000 ailenin iskanı karşılığında toprak işgallerinin askıya alınması teklifini reddetti. MST önderi olan Joao Pedro Stedile’nin sonradan söylediği gibi, "Müzakere etmek gereklidir, ama asla hareketi demobilize etme pahasına değil. Yoksa gelecekte müzakere edecek bir şeyiniz kalmaz."

Ama bütün köylü hareketleri ölüm mangalarının baskısına karşı koyacak konumda değiller. Kongrede Kolombiya’dan bir köylü önderi, köylü eylemcilerin ve ailelerinin, FARC da (Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri) bu talepleri desteklediği için toprak reformunun her taraftarının veya her insan hakları savunucusunun gizli gerilla destekçisi olmasından kuşkulanan paramiliter gruplar tarafından sistematik olarak ortadan kaldırılmasından bahsetti.

Peru’da Fujimori rejiminin suikastleriyle, fanatik Maocu Aydınlık Yol sekti, ve solcu seçim partilerince provoke edilen siyasi bölünmelerle üyeleri hırpalanan Peru Köylü Konfederasyonu (CCP) güçlerini tekrar gruplama sürecindedir. Bazı bölgelerde CCP, paramiliter güçlere ve Aydınlık Yolcu sekterlerin "örnek oluşturucu eylemler"ine direnmek için "rondas campesinos" köylü öz-savunma grupları örgütlemiştir. Lopez ve diğer köylüler, seçilmiş memuriyet kazanan eski köylü hareketi önderlerinin rotasına karşı eleştireldir: "Parlamentoya ne kadar yakın, halka o kadar uzak."

Sivil Toplum Kuruluşları

STK’lar köylü mücadeleleri için pek çok sorun yaratıyorlar: Serbest piyasaya uygun politikalar izlemeye bağlı muazzam dış fonlar, yapısal değişmeler (toprak reformu) yerine yerel projelere odaklanma; kapsamlı, kamu fonlu sağlık, eğitim ve konut programları yerine kendi kendini sömürmeye ve hayatta kalma stratejilerine (kendi kendine yardıma) vurgulama.

Köylü önderleri ve eylemciler STK’ların köylü önderlerle nasıl rekabet ettiklerini, toplulukları nasıl böldüklerini ve fonlarıyla eylemcileri nasıl ayarttıklarını anlattı. Brezilyalı bir eylemci, MST kadınlarının bir Latin Amerika Köylü Kadınlar Toplantısı’nda ortak bir strateji formüle etme çabalarını anlattı. "Tarım reformu için birleşik bir strateji, toprak işgalleri mücadelesinin önderliğinde ve devletin baskıcı rolüyle karşılaşmalarda aktif bir rol önerdik. STK’lardan profesyonel kadınlarının gündemi denetlemek ve onu sırf uluslararası işbirliğiyle sınırlamak ve mücadeleyi feminist meselelerle sınırlamak isteyen, bu da tarım reformu için, anti emperyalizm için ve anti neo liberalizm için hiçbir destek vermemek anlamına gelen manipülatif davranışları nedeniyle, toplantıdan bir anlaşma çıkmadı.”

Bu feminist STK profesyonellerini "otoriter ve sömürgeci bir zihniyete sahip; zengin dış destekçilerinden başka arkalarında kimse yok" diye betimledi. Ekvatorlu bir köylü önderi şu yorumda bulundu, "Eğer yapmak istedikleri buysa, bizim toprak reformu hareketimize dış STK fonlamasına hiçbir itirazım yok. Alçaltıcı olan, kendi önceliklerini koymaları ve gelip mücadelelerimizi baltalamak için bizim ülkemizden profesyonelleri fonlamalarıdır."

Köylüler geçmişten, iyi niyetli ilerici profesyonellerin bile köylülere desteklerini, siyasi veya yağlı bir mesleki kariyer yabancı bir danışman veya uzman olarak inşa için kullandıklarını öğrenişlerdir. Bu, köylülerin aydınlara veya profesyonellere sırtlarını döndükleri anlamına gelmiyor. Temel farklılık, profesyonellere dış tahsis kaynakları olarak hareketlerin aydınlara hizmet etmesinin yerine, aydınların hareketler için kaynak insanlar olmalarını istemeleridir, .

Kent-kır ittifakları

Yeni köylü hareketlerinin en umut verici yönü, ufku kırsal mücadelelerle sınırlı "köylü hareketleri"nin sınırlarını anlamalarıdır. Bütün büyük köylü hareketleri bir kent destek temeli inşa için ve kırsal ve kentsel mücadelelerin koordinasyonu için ortak bir çaba gösteriyorlar. Ekvator’da, FENOC, kent ve kır yoksullarının çıkarlarını yansıtan bir anayasal meclis seçmek için mücadeleye katılmıştır. Paraguay Köylü Federasyonu, öğrencilerin, profesyonellerin ve işadamlarının aralarında bulunduğu bir Tarım Reformu Forumu oluşturmuştur. Siyasi ufuklarını serbest piyasa kapitalizmine ve narko-kapitalist elite karşı olmaya genişletmişlerdir. Bolivya’da koka çiftçileri yeni bir seçim partisi kurmuşlardır, Halk Egemenliği İttifakı. Bütün koka yetiştiren eyaletlerde oyların %60’ından fazlasını toplayarak ve Evo Morales’i Kongre’ye seçerek zaferi silip süpürmüştür.

Brezilya’da MST, Sao Paolo, Rio ve diğer büyük kentleri sarmalayan dev favelaları veya varoş yerleşimleri örgütlemek için sistematik bir çaba başlatmıştır. Esasen başarılı kırsal mücadeleleri ve faveladosların çoğunun son dönem kırsal göçmenler olmaları nedeniyle Faveladoslar arasında büyük bir duyarlılık bulmuşlardır. MST, sadece toprak hakları için acil taleplere ve altyapıya değil, önderlik eğitimi okulları aracılığıyla ve siyasi eğitime ve finansal ve emlak sermayesinin sömürücü doğasını anlamaya dayanan bir anti kapitalist perspektifin geliştirilmesi aracılığıyla da yoğunlaşmaktadır. Cesur bir mücadele yürütmüş olan yerel önderlerin sonra kendilerini kent meclisine seçtirmeleri ve ardından seçkinci siyasete dayanan seçim aygıtları inşa ettikleri önceki kalıptan kurtulmayı umut ediyorlar.

MST, kendi kentsel örgütlenme projelerini ulusal bir siyasi mücadelenin parçası olarak görüyor. Bu amaçla, bütün başlıca serbest piyasa karşı-reformlarının tersine çevrilmesine dayanan: Temel sanayilerin (petrol, telekomünikasyon vb.) tekrar ulusallaştırılması, ekonominin stratejik noktalarının (bankacılık, dış ticaret) toplumsallaştırılması ve entegre bir tarım reformu, ucuz ihracatı sınırlayan ve kooperatiflerle endüstriyel gıda işleme tesislerinin bağlantılarını teşvik eden "Proje Brezilya" dedikleri bir program formüle etmiştir.

Kentleri kazanmak açık bir yol değildir. Engeller var: Kent orta sınıfı ve hatta sendikalar köylülere patronaj bir bakışa sahip hala. Bugün kent işçi sınıfı önderlerinin tarihsel değişmenin belirleyici öncüleri oldukları geleneksel inancına meydan okuyanlar kır işçileridir. Günümüzün köylü önderleri, kent işçileri ve yanı sıra dev gecekondulardaki kent yoksullarıyla, içinde tarım meselelerinin merkezi sahneyi paylaştığı ortak bir program temelinde bir ittifak arıyor. Sosyalist bir anavatana bağlı eski tarz enternasyonalizm, yeni bir gönüllü, desantralize, danışmacı enternasyonalizmle yer değiştirmiştir. Bu yeni örgütlenme içinde çeşitli kültürlerin serpildiği ve ortak mücadelelerin karizmatik önderleri tarafından değil, Guatemala köylerine, Ekvator yaylalarına, Brezilya’nın geniş düzlüklerine bütün gün ve bütün gece yolculuk eden, öğreten, öğrenen ve yeni bir toplumsal kurtuluş ve manevi doyum devrimci siyaseti yaratan köylü kadınlarının ve erkeklerinin gündelik kahramanlığı tarafından kalıba dökülmektedir.

Çeviri: Cosmopolitik

Thursday, May 17, 2007

GDO’LARIN İÇİ BOŞ ZAFERİ


Ahmet ATALIK
TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası
İstanbul Şube Başkanı


Açlık ve Birinci Yeşil Devrim

Dünya 1940-1960 yılları arası 1. Yeşil Devrim’i yaşamıştır. Bu süreçte hibrit tohumlar, zirai mücadele ilaçları, kimyasal gübreler, tarım makinaları ve sulama tesisleri hızla tarım sektörü içine girmiştir.

Dünyadaki açlığı bitirmek üzere öne sürülen bu araçlarla tarımsal üretim iki kattan fazla artarken dünya nüfusu ise 4 milyar artarak 6,5 milyara dayandı.

Hibrit tohumlar sadece zirai mücadele ilaçları, kimyasal gübre ve sulama uygulamaları sonucunda yüksek verimli olabiliyorlardı. İlerleyen süreçte tohum sektörünün kamunun elinden çıkıp şirketlerin eline geçmesine paralel olarak hibrit tohumlar yalnızca bir kez ürün vermeye yeniden üretimde kullanılamamaya başlandı.

Açlık ve İkinci Yeşil Devrim

Birinci Yeşil Devrim açlığa çare olamadı, çünkü açlığın asıl nedeni yetersiz tarımsal üretim değil, üretilenin adil dağıtılmaması, finansal ve politik nedenlerdi. Dolayısıyla bugün hala 800 milyon insan yatağına aç yatmaktadır.

Asıl nedenleri görmezden gelen sermaye çevreleri 1980’li yılların başlarında temelleri atılan 1990’lı yılların ortalarında yayılmaya başlayan 2. Yeşil Devrim’i devreye sokmuşlar ve tarım ürünlerinin genleriyle oynamaya başlamışlardır.

İlk GDO Üretiliyor

Biyoteknolojik yöntemlerle kendi türü dışındaki bir türden gen aktarılarak bazı özellikleri değiştirilen bitki, hayvan ya da mikroorganizmalara “transgenik” ya da son yıllardaki yaygın adıyla “genetiği değiştirilmiş organizma (GDO)” diyoruz.

Ticari amaçla ilk olarak domatesin genleriyle oynanmıştır. Bu amaçla Calgene şirketi Flavr Savr domatesi üretmiştir. Başarılı olamaması üzerine biyoteknoloji devi Monsanto tarafından daha sonra satın alınmıştır.

GDO’lar Yayılıyor

GDO’ların ticari amaçla ekimi 1996 yılından itibaren hızlanmıştır. GDO ekimi 1996 yılında 6 ülkede 1,7 milyon hektarlık (mha) bir alanda gerçekleşirken, 2006 yılında 22 ülkede 102 mha’a yükselmiştir.

Tüm dünyada hızla yayıldığı belirtilen ve günümüzde 102 mha’a ulaşan GDO ekim alanlarının 90,2 mha’lık kısmı sadece Kuzey ve Güney Amerika ülkelerinde (ABD 54,6 mha, Kanada 6,1 mha, Brezilya 11,5 mha, Arjantin 18 mha ve Paraguay’da 2 mha) bulunmaktadır. Bu ülkelere Güney Afrika (1,4 mha), Hindistan (3,8 mha) ve Çin’i (3,5 mha) de eklediğimizde 22 ülke içinde sadece bu 8 ülke 102 mha’lık ekim alanının 100,9 mha’lık kısmını oluşturmaktadırlar.

GDO’ların Küçük Çiftçiyi Kalkındıracağı Söylemi Doğru Değildir!

Tüm dünyada GD ekinlerin tarımını yapan çiftçi sayısı 10,3 milyondur ve bu sayı tüm çiftçilerin %0,7’si kadardır.

GD ekinlerin %85’ini Kuzey ve Güney Amerika’daki yalnızca 600 bin çiftçi büyük çaplı endüstriyel çiftliklerde yetiştirmektedir. Başka bir deyişle GD ekinlerin %85’ini tüm GDO yetiştiren çiftçilerin yalnızca %0,06’sı yetiştirmektedir.

Buna göre GDO’ların bir ülkeye girerken en çok vurgulanan küçük çiftçilerin kalkınacağı söylemi doğru gözükmemektedir. Zira, daha sonra bahsedileceği üzere GD pamuk eken Hindistan çiftçisinin çoğu mahvolmuştur.

Veriler Gerçeği Yansıtmıyor

Tüm bu veriler biyoteknoloji devleri Bayer CropScience, Monsanto, Syngenta, Pioneer Hi-Bred ve BBSRC (Biotechnology and Biological Sciences Researc Council) tarafından finanse edilen ISAAA (International Service for the Acquisition of Agri-Biotech Applications) tarafından yayınlanmaktadır ve çelişkilerle doludur.

ISAAA tarafından ticari amaçlı GDO eken ülkeler ABD, Kanada, Meksika, Honduras, Kolombiya, Brezilya, Paraguay, Uruguay, Arjantin, Portekiz, İspanya, Fransa, Almanya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Romanya, Güney Afrika, İran, Hindistan, Çin, Filipinler, Avustralya olarak belirtilmektedir.

Güney Afrika artık kimi GDO’ların deneme ekimlerinin yapılmasını reddetmektedir. Monsanto bu ülkedeki GDO ekim alanlarını 2005 yılında 500 bin ha, 2006 yılında 609 bin ha olarak yayın organlarında belirtmesine karşın ISAAA tarafından 1,4 mha açıklanarak abartılmıştır.

İran’da ticari amaçlı hiçbir GDO onayı bulunmamasına rağmen ISAAA’nın listesinde genetiği değiştirilmiş (GD) çeltik ürettiği gözükmektedir.

Hindistan’da Monsanto’nun yüksek verimli GD pamuk vaatleri tutmayınca buna inanıp borca giren çiftçilerden son üç yılda 16 bini intihar etti.

Çin Biyogüvenlik Komitesi daha fazla güvenlik verisini toplamak ve değerlendirebilmek amacıyla gelecek yılın GD çeltik ekim onaylarını durdurdu.

Filipinler uzun yıllardır ISAAA’nın listesinde yer almaktadır. Ancak, sivil toplum örgütlerinin bu ülkede ne kadar GDO ekim alanı bulunduğu sorusuna Tarım Bakanlığı ellerinde bu yönde bir istatistik bulunmadığı yönünde yanıt vermektedir.

Avrupa Birliği (AB) ülkeleri GDO konusunda çok hassas olmasına karşın Dünya Ticaret Örgütü’nün baskısı altında. AB Gıda Güvenliği Otoritesi GD mısırın güvenliğini onayladıysa da İngiltere, Hollanda, Finlandiya ve İsveç hariç diğer AB ülkeleri bu ürüne onay vermedi. Polonya Başbakan yardımcısı ve Tarım Bakanı, Avrupa Parlamentosu Tarım Komitesi Başkan Yardımcısı Janusz Wojciechowski GM-free (GDO’dan arındırılmış) Avrupa’yı desteklediklerini belirtmiştir.

Brezilya biyoteknoloji endüstrisine çiftçileri ile birlikte tüm gücü ile direnmektedir.

Arjantin Monsanto ile mahkemeliktir. Monsanto Arjantin’in dışborçlarını öne sürerek GD soya tohumunu çok ucuz fiyatlarla ülkeye sokmuş, Arjantin’e elde edeceği yüksek karlarla dış borcunu ödeyebileceği söyleminde bulunmuştur. GD soya üretimi çılgınca bir hızla ülkeye yayıldıktan sonra Monsanto sadece patent hakkını istemekle kalmamış, Arjantin’in ihraç ettiği dane soyada, küspesinde ve yağında da aktardığı genin bulunduğundan bahisle bu ürünlerin ihracından da pay istemeye başlayınca mahkemelik olmuşlardır. Arjantin’in sıkıntıları bununla da kalmamış, kendine yeterli olduğu ekin alanlarının yerini de GD soya tarımı aldığından birçok tarım ürününde dışa bağımlı hale gelmiştir.

GDO’ların Anavatanı ABD’de Yargı Kararları GDO’lara Darbe Vuruyor

2006 ve 2007 yıllarında Hawaii, Washington DC ve Kuzey Kaliforniya federal mahkemeleri yeterince çevresel etki değerlendirmesi yapmaksızın Amerikan Tarım Bakanlığı’nın (USDA-United States Department of Agriculture) GDO’lara vermiş olduğu onayların yasa dışı olduklarına karar verdi.

Biyoteknoloji şirketlerinin en önemli hedefi büyük miktarlarda para kazanmak olduğundan ne yazık ki sadece çevresel etki değerlendirmesi değil, bu ürünlerin insan sağlığı üzerine etkileri de yeterince, hatta hiç araştırılmış değildir.

GDO’ların Hayvan Denekler Üzerindeki Etkileri

Her ne kadar GDO’ların insanlar üzerindeki etkileri bilinmese de hayvanlar üzerindeki etkileri belirlenmiştir.

Rusya Bilim Akademisi’nden Dr. İrina Ermakova fareler üzerinde bir deneme yapmış ve yalnızca GD soyayla beslediği farelerin yavrularının %55,6’sı doğumdan üç hafta içinde ölmüştür. Normal soyayla beslediği yavruların %9’u ve çeşitli normal gıdalarla beslediği yavruların sadece %6,8’i ölmüştür. Ayrıca, GD soyayla beslediği farelerin yavrularının %36’nın normal doğum ağırlığının altında doğduğunu saptamıştır. Bu şaşırtıcı sonuçlar karşısında bu denemeyi üç kez tekrarlamış ve aynı sonuçlara ulaşınca Ekim 2005’te yapılan bilimsel bir panelde sonuçları kamuyou ile paylaşmıştır.

İngiltere’den Dr Arpad Pusztai’nin GD patates ile beslediği farelerin tümünün iç organlarında küçülme, sindirim sistemlerinde bozukluk, bağışıklık sistemlerinde çökme, kan yapılarında bozulma ve mide çeperlerinde kalınlaşma görülmüştür.

Türkiye’ye GD Ekinler Kontrolsüzce Girmektedir

Türkiye ne yazık ki kendi ekolojisinde yetiştirebileceği soya ve mısırı, üretim planlaması yapamadığından dolayı üretim açığını kapatmak üzere her yıl dışarıdan almak zorunda kalmaktadır. Hem de bu ürünleri GD tohumlarla üreten ve bu konuda ABD’den sonra dünyada ikinci sırada gelen Arjantin’den almaktadır.

Toprak Mahsulleri Ofisi’nin (TMO) web sitesindeki bilgilere göre ülkemize 2 Nisan-21 Mayıs 2007 tarihleri arasında Arjantin’den 235 bin ton mısır girmektedir. Kimi sivil toplum kuruluşlarının yaptırdıkları analize göre bu mısırlar da GDO’lu çıkmıştır. TMO Genel Müdürü’nün konuya ilişkin açıklaması ise daha önce nasıl yapılıyorsa bu ürünün de yurda o şekilde getirildiği yönünde olmuştur. Yanlışı yanlışla açıklamıştır.

Konunun bir diğer olumsuz yanı ise bu alımların özellikle üreticimizin hasat zamanı öncesine getirilerek zarar görmesine yol açmasıdır.

Tarım Bakanlarımız: Yasal Mevzuat Yok GDO Analizi Yapmıyoruz

Türkiye’de GD tohumla tarımsal üretim yapılması yasaklanmıştır. Meclisimizde, GDO’larla ilgili AKP hükümetinin Tarım Bakanları Sami güçlü ve şimdiki Mehdi Eker’e sorulmuş 8 adet yazılı soru önergesi vardır. Bu önergelerdeki Türkiye’ye GDO’ların girip girmediği sorularına Bakanlarımız, konuyla ilgili yasal düzenleme bulunmadığından tarım ürünlerini analiz etmediklerini belirtmişlerdir.

Kısaca hatırlarsak, 2005 yılında Meclis gündemine gelmek üzere olan Ulusal Biyogüvenlik Yasa Tasarısı’nın olumsuzluklarının altını çizen GDO’ya Hayır Platformu 100 bin imza toplayarak Meclise sunmuş, tasarının bu haliyle değil düzeltilerek meclis gündemine getirilmesini talep etmiştir. 2005 yılı başlarında Dilekçe Komisyonu Başkanı Yahya Akman bu konunun çok önemli olduğunu vurgulayarak tekrar gözden geçirilmek üzere yasa tasarısının Tarım Bakanlığı’da yeniden gözden geçirilmek üzere gönderildiğini basına açıklamıştır. Halen tasarı düzeltilmemiş ve alan boş bırakılmıştır.

Oysa Türkiye, Birleşmiş Milletler Biyolojik Çeşitlilik Anlaşması’nın bir parçası olan Cartagena Protokolü’ne taraf bir ülkedir. Cartagena Protokolü biyolojik türlülüğün sürdürülebilir kullanımını ve korunmasını olumsuz etkileyebilecek, insan sağlığı açısından riskler yaratabilecek GDO’ların sınır ötesi taşınımını, alıp satımını ve kullanımını denetlemeyi öngören ve ülkeleri bağlayıcılığı olan bir protokoldür.

Bu veriler ışığında ülkemize GDO’lar serbestçe girememelidir. Ülkemizin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler Anayasamıza göre Kanun Hükmünde Kararname niteliğindedir. Türkiye şimdiye kadar çoktan yasal düzenlemesini yapması gerektiği halde yöneticilerimiz taraf olduğumuz protokolü dahi görmezlikten gelmektedir.

Halkın Desteği Olmadan Başarı Olmaz

Sağlığımızı ve biyoçeşitliliğimizi son derece yakından ilgilendiren böylesine önemli bir konuda bizleri yönetenlere karşı mücadelemizi güçlendirmek ve insanlarımızın bilgi düzeyini artırabilmek için bu konuyu önemseyen herkesin örgütlenebileceği GDO’ya Hayır Platformu’na gdoyahayir-subscribe@yahoogroups.com adresine bir mail atarak ulaşabilir, birlikte mücadeleye katkı koyabilirsiniz.

Tuesday, May 15, 2007

Türkiye Tarımında Kapitalizm ve Sınıflar


Dr. Necdet Oral

Tarım sektörünün sosyo-ekonomik yapısına ilişkin araştırmaları ile tanınan Dr. Necdet ORAL’ın “Türkiye Tarımında Kapitalizm ve Sınıflar” adlı kitabı, TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası’nın Tarım Politikaları Yayın Dizisi’nin 6. çalışması olarak çıktı.

Dr. Oral’ın kitabı, egemen sınıfların kırsal kesimdeki emekçilerden saklamak istediği doğruları gün ışığına çıkarmayı amaçlıyor. Osmanlı’dan devranılan mirastan başlayarak 85 yılı aşkın Cumhuriyet Döneminde tarımsal yapıdaki dönüşümü, yaşanan kapitalistleşme sürecini, üretim ve mülkiyet ilişkilerini, uygulanan tarım politikaları ile devlet-köylülük ilişkilerini ele alıyor. Ayrıca tarımda yaratılan değerlerin hangi mekanizmalarla hangi sınıf ve tabakalara aktarıldığını ve bu yolla küçük bir azınlığın nasıl daha zengin, milyonlarca kır emekçisinin ise nasıl daha yoksul hale getirildiğini gün yüzüne çıkarmaya çalışıyor.

Öte yandan, 1980 sonrasında Türkiye tarımında çok ciddi boyutlara varan bir kriz gözleniyor. Özellikle 2000’li yılların başından beri IMF, Dünya Bankası ve çokuluslu tarım/gıda tekellerinin yönlendirme ve desteğiyle hayata geçirilen sözde “tarım reformu” milyonlarca küçük üreticiyi mutlak yoksulluk koşullarına sürüklüyor ve Türkiye’yi tarımsal girdi ve ürün ithalatına bağımlı bir ülke haline getiriyor.

Çalışmada, kapitalist sistemin Türkiye tarımında yarattığı yıkımın başlıca nedeninin IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumlar değil; sistemin üretim, mülkiyet ve bölüşüm ilişkilerinin bizzat kendisinin de olduğunun unutmaması gerektiği vurgulanıyor.

Kısacası, IMF ve Dünya Bankası programlarının Türkiye tarımına etkileri hakkında bilgilenmek istiyorsanız, Dr. Necdet ORAL’ın "Türkiye Tarımında Kapitalizm ve Sınıflar" kitabını okumanızı öneriyoruz.

Fiyatı: 450 sayfa- 10 YTL

İsteme Adresi:
Ziraat Mühendisleri Odası
Karanfil Sok. 28/12 06640 Kızılay / Ankara
Tel: 0 (312) 425 05 55 - 418 55 97
www.zmo.org.tr zmo@zmo.org.tr

Sunday, May 13, 2007

Yargı, Genetiği Değiştirilmiş Mahsullerin Yasa Dışı Olduğunu Deklare Etti


Yargı, Genetiği Değiştirilmiş Mahsullerin Yasa Dışı Olduğunu Deklare Etti
Cornucopia Enstitüsü Gıda Güvenlik Merkezi (CSF), 5 MAYIS 2007 http://www.progress.org/2007/gene115.htm

FEDERAL MAHKEME GENETİĞİ DEĞİŞTİRİLMİŞ TOHUMLARIN YETİŞTİRİLMESİNİ DURDURACAK DÜZENLEMEYİ YAPTI

Yargı, Monsanto’dan genetiği değiştirilmiş Yonca’nın çevresel etkilerine ilişkin kapsamlı bir rapor istedi. 4 Mayısta gerçekleşen mahkemede federal hâkim Birleşik Devletler Tarım Departmanı’nın (USDA) 2004 yılında Monsanto’nun genetiği değiştirilmiş "Roundup Ready" yonca ürününü onaylamasının yasa dışı olduğu hükmüne vardı. Mahkeme, bundan sonra USDA’nın Genetiği değiştirilmiş tohumların çevresel etkilerine ilişkin kapsamlı bir değerlendirme yapılmaksızın, genetiği değiştirilmiş ürünleri yasaklamasını istedi.

Kararda, Kaliforniya Kuzey Bölgesi Hâkimi Charles Breyer, Gıda Güvenliği Merkezi’nin GM ürünlerin çevreye zarar verebileceğini ve doğal yoncayı kontamine edebileceği iddiasıyla USDA’ya karşı açtığı davada ilk kararını tasdik etti. Bu hüküm, Foraga Genetics’in Roundup Ready yonca ekili tüm parselleri 30 gün içinde USDA’ya bildirmesini de gerektirmektedir. Ayrıca, karar organik ve konvansiyonel yonca üreticilerinin kendi ürünlerinde kontaminasyon olup olmadığını test edebilmeleri için USDA’nın bu bölgelerin mümkün olduğunca kamuya duyurulmasını hükmetmektedir.

CSF’nin kıdemli avukatı Will Rostov "Risk içeren bu tohumların üretilmesinin kalıcı olarak yasaklanması, doğa için büyük bir zaferdir. Roundup Ready yonca çiftçilere, ihracat piyasamıza ve çevreye yönelik tehditler içermektedir. USDA’nın yasaya uymamasını ve Amerika’lı çiftçileri genetik kontaminasyondan korumasını bekliyoruz ” dedi.

Yargıç Judge Breyer'ın bu kararı, 13 Şubatta USDA’nın Roudup Ready yoncanın konvansiyonel ve organik yoncayı kontamine edebileceği endişesini ortaya koymakta yetersiz kaldığı yönündeki kararıyla uyumludur. Bu oturumda kalıcı bir engelleme için Yargıç Breyer GM çeşitten doğal ve organik yoncaya gen kaçışının gerçekleştiğinin ve böylesi bir kontaminasyonun geri döndürülemez çevresel hasara yol açacağının altını çizdi.

CFS’nin yetkili müdürü Andrew Kimbrell "Bu kanun, ülkenin dört bir yanındaki organik ve konvansiyonel üretim yapan çiftçiler için iyi haber. Bu tohum, ürünleri ve geçimlerini ciddi şekilde tehdit etmekteydi. Bu kanun, biyoteknolojik tohumların düzenlenmesinde bir dönüm noktasıdır” şeklinde konuştu.

Yargıç Breyer’ın bu kalıcı ihtiyadi tedbiri, geçen ayki USDA’nın GM yoncayı kapsamlı çevresel etki değerlendirmesi olmaksızın onaylayarak ulusal çevre kanununu çiğnediği yönündeki kararıyla uyumludur. GM yonca tohumu üreticisi olan Monsanto ve Forage Genetics, Yargıç Breyer’ı şirket çıkarlarının gıda güvenliğine yönelik kamusal çıkarlardan, doğal ürünleri yetiştirme özgürlüğüne ve çevrenin korunmasından daha önemli olduğuna ikna etmeyi başaramadılar. Aslında, Yargıç Breyer, Monsanto’nun satışının düşme korkusunun, olası geri döndürülemez çevre hasarlarından önemli olmadığını özellikle vurguladı.

Organik gıdanın ve konvansiyonel ihracat piyasasının tehlikede olması nedeniyle çiftçiler duruşmaları büyük bir dikkatle izlemekteydiler. Organik yonca tohumu üreticisi Blaine Schmaltz, kararın üreticileri belirsizlikten kurtardığını belirterek “Yargıç’ın Roundup Ready yoncaların üretildiği alanların kamuya bildirilmesi yönündeki hükmü, kararın kritik kısmıdır ve benim gibi GDOsuz ve organik üreticilerin ekim-dikim kararında etkili olacaktır ” şeklinde konuştu.

Yargıç Breyer, USDA’nın GM yoncanın ticari olarak yetiştirilmesine müteakip ortaya çıkabilecek Roundup’a dirençli “süper yabani otlarla” ilgili sorunları ortaya koyamadığı hükmüne vardı. Yargıç, kurumun riskleri değerlendirmeyi reddettiği yorumunu yaparak ”sonuçta mahkeme davalıların Roundup Ready yonca üretiminin daha az toksik herbisit kullanımına olanak tanıdığı için bu piyasanın genişlemesine izin vermenin kamunun çıkarlarına uygun olduğu yönündeki iddialarını reddetmiştir. Tutanakta, organik ve pek çok konvansiyonel yoncanın herhangi bir herbisit kullanmaksızın yetiştirildiği belirtilmiştir. Her halükarda, APHIS’in Roundup'a dirençli yabani ot gelişme potansiyelini değerlendirmekteki başarısızlığı düşünülürse, Roundoup kullanımındaki artışın kamu yararına olduğu yönünde herhangi bir bulgu yoktur”

Coon Vadisi’nde sertifikalı organik hayvan yetiştiriciliği yapan Jim Munsch "Bu kanun, çiftçilerin hayvanlarını beslemek amacıyla genetik modifikasyon içermeyen yonca tohumu yetiştirerek organik et ve süt üretmelerine imkân tanımakta ve ürünlerinin organik bütünlüğünü korumaktadır” dedi. "Bu emsal teşkil edecek bir sonuçtur. Mahkeme ilk kez USDA’ya müdahale ederek uygun çevresel değerlendirmenin yapılmasını ve büyük şirketler karşısında aile tarımcılığı yapan çiftçilerin geçimlerinin göz önünde tutulmasını sağlamıştır” şeklinde konuştu.

Gıda Güvenlik Merkezi, kendini geçtiğimiz günlerde sonuçlanan yasal süresi 2006 yılının şubat ayında başlatmıştı. Diğer davacılar: Western Organization of Resource Councils (Batı Kaynak Organizasyon Konseyi), National Family Farm Coalition (Ulusal Aile Çiftçiliği Koalisyonu), Sierra Club (Sierra Kulübü), Beyond Pesticides, Cornucopia Institute (Cornucopia Enstitüsü), Dakota Resource Council (Dakota Kaynak Merkezi), Trask Family Seeds (trask aile tohumları), and Geertson Seed Farms (Geertson Tohum Çiftlikleri).

Organik gıda tüketicisi ve Dakota Kaynakları Konseyi’nin son başkanı Dean Hulse "Organik gıda tüketicisi olarak Birleşik Devletler Bölge Mahkemesi yargıcının USDA’nın oynadığı düzenleyici rolün, kurumun kendisi tarafından bile unutulmuş olduğunu anlaması beni rahatlattı. Yargıç Breyer2ın bu kararı USDA’yı işini yapmaya yani Roundup Ready yonca’nın çevreye etkileri üzerine gerekli araştırmaları yapmaya zorlamaktadır. Yargıç Breyer'ın emsal teşkil edecek kararının özelde USDA’daki, genelde federal yasama organlarındaki değerlerin yeniden canlanmasını sağlayacağı yönünde umutluyum” dedi.

Beyond Pestisit’in Yöneticisi Jay Feldman "Nirengi noktası olan bu karar, çiftçilerin yabani ot öldürücülere bağımlılığını arttıran, çiftçilere, tüketicilere ve çevreye zarar veren problemler arsında olan genetiği değiştirilmiş ürünleri kısıtlayacaktır” dedi.

Genetik Mühendisliğine karşı Çiftçiden çiftçiye Kampanyası Ulusal Sorumlusu Bill Wenzel: "Bu aile çiftçileri, hayvan yetiştiricileri ve süt üreticileri için büyük bir zaferdir. USDA’daki bürokratların görmüş olması gereken şeyin –yani genetiği değiştirilmiş yoncanın ticarileştirilmesinin Monsanto’dan başka kimsenin çıkarına olmayacağı- anlaşılmasının bu kadar uzun ve masraflı dava sürecinden sonra anlaşılmış olması büyük talihsizliktir” şeklinde konuştu.

Daha fazla bilgi için: www.centerforfoodsafety.org ya da www.cornucopia.org

Çeviren: N. Öncü Maracı

TOHUM VE YAŞAM FORUMU ATÖLYE SONUÇ ÖNERİLERİ



TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası, Çiftçi Sendikaları Konfederasyonlaşma Platformu ve GDO’ya Hayır Platformu işbirliği ile 21-22 Nisan 2007 tarihlerinde düzenlenen Tohum ve Yaşam Forumu çerçevesinde gerçekleştirilen üç atölye çalışması sonucu çıkan öneriler aşağıdadır;

Patentler, Fikri Mülkiyet Hakları ve Tohum Atölyesi Sonuç Önerileri:

- Patent karşıtı bir kampanyaya zemin teşkil edecek bir temel deklarasyon hazırlamak için, farklı disiplinlerden (hukuk, fen, biyoloji, ziraat, ekonomi vd.) bir çalışma grubu oluşturmak.
Bu deklarasyon ile, öncelikle tohum üzerinde fikri mülkiyet haklarının ve patentin kabullenilemez olduğunu vurgulamak,
- Önümüzdeki süreçte patent karşıtı etkinlikler, (panel, sempozyum, köy kahvesi toplantıları vd.) kampanya ve bu kampanyayı tanımlayan patent karşıtı bir sembol yaratmak,
- Mevcut tohum mevzuatını ve uluslararası mevzuatı inceleyerek analiz edecek ve deşifre edecek, uluslararası hukuktaki açıkları saptayıp, yerel tohumların korunması açısından yararlanmamızı sağlayacak bir hukuk komisyonun kurulması, bu komisyonun alternatif bir hukuki metin hazırlaması,
- Tohum envanteri ve tohum ağı oluşturma amacıyla mevcut yerel inisiyatifler arasında dayanışma ve işbirliğini sağlamak,
- Tohum ve Yaşam Forumu çağırıcısı örgütlerin (ZMO, Çiftçi Sendikaları K.P, GDOHP) yerel tohumu üretme, koruma, saklama ve çiftçiler arasında değiş-tokuşu sağlama konusunda oluşturulan yerel girişimlere bilimsel, teknik ve örgütsel destek vermesi,
- Özellikle kırsal alana yönelik her türlü yayın ve yayım araçlarını geliştirmek,
- Tohum üzerine çalışmak, fikir üretmek isteyen bireylerin üye olabileceği bir tartışma listesi oluşturmak.

Çiftçiler ve Tohum Atölyesi Sonuç Önerileri:

- Ziraat Mühendisleri Odası, Çiftçi Sendikaları ve gönüllülerden oluşan bir çalışma grubu kurulup bir takvim belirlenmeli ve çalışmalar başlatılmalı. Yerel tarımsal bitki hazinesinin korunması için uygulanacak teknikler ve kurulacak sistem üzerinde çalışmalar yapılmalı.
- Tohum ve gen bankaları kamuda kalmalı, yerel tohum örgütleri, tohumların çoğaltılması için çalışan yerel tohum kooperatifleri veya dernekler kurulmalı. Mevcut gen bankalarının özelleştirilmelerinin ve şirketleştirilmelerinin önüne geçilmeli, yerel denemelerin yapılması için devlet destek vermeli.
- Yerel tohumlardan üretilen ürünler için pazarlama yöntemleri bulunmalı.
- Tohum yasasına karşı hukuksal ve siyasal mücadeleye devam edilmeli.
- Türkiye’nin CGIAR’dan çıkması savunulmalı. Biyogüvenlik yasaları çıkarılmadan Tohumculuk Kanunu’nun çıkarılmasının doğru olmadığı, kanunun bu ve başka bakımlardan meşru olmadığı, riskler içerdiği, uygulanamayacağı, görsel malzeme, filmler, basılı malzeme, vb. araçlarla duyurulmalı.
- Seçim dönemi de düşünülerek çiftçilerin milletvekili adaylarının tümüne bu konuda baskı yapmaları sağlanmalı.
- Üniversitelerden destek almanın yolları bulunmalı. GDO’lu ürünlerin tesbit edilmesinin yolları aranmalı.
- Çiftçi ve tüketici örgütlerinin ilişkileri güçlendirilmeli. Gıdaların sağlıklı ve güvenli olması için üreticiden tüketiciye doğrudan ulaştırılması gerektiği vurgulanmalı.
- Yerel tohumlar dağlık yörelerde daha çok kullanılıyor. Bu bölgelere odaklanılmalı. Yerel tohumların korunma ve geliştirilmesi için çiftçilerle yoğun çalışmalar başlatılmalı. Pazar için üretilmese bile yerel tohumların korunması sağlanmalı. Tohumculuk konusunda uzman ziraat mühendisleri ve çiftçi örgütleri tarafından bu tohumların üretileceği bölgelerde teknik eğitim verilmeli.

Eğitimlerde vurgulanması önerilen noktalar:
- Endüstriyel tohumlarla yapılan tarımsal üretimde yoğun girdi kullanımı ile birlikte fazla su kullanılmak zorunda kalınıyor. Küresel ısınma ile su kaynaklarının azalacağı göz önüne alındığında bu tohumlarla sürdürülebilir tarım yapılamayacak.
- Yerel tohumlar binlerce yılda bulundukları ortamın şartlarına uygunluk kazanmış ve kötü şartlarda bile varlıklarını korumaya devam etmişlerdir.
- Endüstriyel tohumlar uzun vadede toprağın kalitesini ve verimini düşürüyor. Niğde’de yaşanan patates vakasında olduğu gibi.
- Ürün lezzetinde büyük kayıplar yaşanıyor.

Tohum, Tohumun Ticareti ve Tüketiciler Atölyesi Sonuç Önerileri:

- Aracıları, hal ve borsa sistemini ortadan kaldıran, katma değerin üretici ve tüketicide kalmasını sağlayan bir sistemi savunmalıyız. Bu da ancak üretici ve tüketici kooperatifleri yoluyla mümkün olur.
- Dünyadaki enerji darboğazının ilerleyen süreçlerde daha da derinleşme riskinden dolayı gıdada kendine yeterliliği sağlamak açısından yerel pazarların önemi büyüktür. Yerel üretim ve yerel pazarları savunmalı, bunları oluşturacak mekanizmaları kurmalıyız.
- Gıdanın ticareti ulusaşırı şirketler eliyle değil devletler eliyle gerçekleşmeli, DTÖ gıda ticaretinden elini çekmelidir.
- Türkiye tarım alanında ihracata yönelik üretimden önce kendine yeterli üretimi hedeflemelidir. Tarımda kendine yeterlilik tohumda kendine yeterlilikle mümkündür. Tarımsal üretimin her aşamasında yerli tohumların kullanılması önemlidir. Tohum üretiminde kamunun yönlendiriciliği ve denetimi savunulmalıdır.
- Gıda egemenliğini savunmak için tohuma sahip çıkmak şarttır.

Tohum ve Yaşam Forumu katılımcıları yukarıda sözü edilen konuları çeşitli eylem ve etkinliklerle gündeme getirmeli, kamuoyuna duyurmalıdır.