Monday, April 30, 2007

TARIMIN TARİHSEL SÜRECİ İLE GIDA GÜVENLİĞİ İLİŞKİSİ


Ahmet ATALIK
TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası
İstanbul Şube Başkanı


Tarım Devrimi Sanayi Devrimini Getirdi

Yaşayan her canlı gibi insan da hayati fonksiyonlarını devam ettirebilmek için enerjiye, bu enerjiyi sağlayabilmek için de beslenmeye ihtiyaç duymuştur.

İlk insanlar otçul hayvanları izleyerek yenebilecek otları, etçil hayvanları izleyerek de avlanmayı ve etçil beslenmeyi öğrenmişlerdir. Nüfusun az, doğal gıda kaynaklarının da bol olması bu durumun binlerce yıl sürmesini sağladı. İnsanoğlu zamanla gıda kaynaklarına ulaşmada zorlanmaya başlayınca bu kaynakları kendi yaşadıkları çevrede yetiştirme yolunu seçti. Öncelikle av hayvanlarını doğal korunaklar içine hapsetti. Ancak, bir süre sonra açlık ve susuzluktan ölmeleri üzerine suyu ve otu bu hayvanlara taşımaya başladı. Her mevsim bulunmamasından dolayı otu çevresinde yetiştirmenin yollarını aradı. Özellikle kuşların toprak altına tohum sakladıkları yerlerden bitkiler çıktığını görerek tohumla üretmeyi öğrendi.

İnsanoğlu bitki üretmeyi ve hayvan yetiştirmeyi öğrendikten sonra yerleşik düzene geçmeye başladı ve barınaklarını geliştirdi. Tarımın gelişmesine paralel olarak kentleşme olgusu doğmuş, tarım ürünlerinin takas yoluyla satışı ile de ilk ticaret başlamıştır.

Toprağı sürekli tarımsal faaliyette kullanan insanlar, zamanla toprağın yorulduğunu fark ederek onu nadasa bırakmayı öğrendiler. Nüfusun artması tarım ürünleri üretiminin artırılması için itici bir güç oldu. Yeni topraklar tarıma açılmaya başlandı.

Hollanda 14. yüzyılda nadası ortadan kaldıran alternatif yöntemler buldu. Toprak, nadasa bırakılmaktansa yem bitkileri ekildiğinde hem kendini toparlıyor hem de daha çok hayvan besleme olanağı elde ediliyordu. Nadas gereksinimini kaldıran yeşil gübre ile toprağın sürekli kullanımının mümkün hale gelmesi Tarım Devrimi’ni başlattı. Hayvan yemi üretimi hayvancılığın gelişmesini özendirirken, hayvan gübresinin de artması ve bunun tarımda kullanılması tarımda verimin daha da artmasını sağladı.

Tarım Devrimi’ne kadar tarım tek ekonomik faaliyetken, sonrasında tarım dışı faaliyetler de görülmeye başlandı. Önceleri sadece ticari fonksiyona sahip şehirler, sanayi faaliyetlerinin yeşerdiği yöreler oldu. Sanayi faaliyetlerinin yoğunlaşmasıyla giderek büyüyen şehirlerin ortaya çıkışı, tarımda verim artışının sağlanmasından sonra mümkün olabildi. Bu olgu, Sanayi Devrimi’nin Tarım Devrimi’nden sonra ve tarım devrimi sayesinde patlak verdiğinin kanıtıdır. Sanayi Devrimi’nin 18. yüzyıl ortalarında gerçekleştiği kabul edilmektedir.

Endüstriyel Tarım

Endüstriyel tarım diğer adıyla fabrika tarımı, çiftlik hayvanları, balık ve ekinlerin endüstriyel üretimi esasına dayanır. Kullanılan yöntemler en düşük maliyetle en fazla çıktı üretimini hedefler. Uygulamaları gelişmiş ülkelerde çok daha yaygındır ve elde edilen ürünler genellikle süpermarketlerde satışa sunulur.

Endüstriyel tarım uygulaması 10 bin yıllık tarım tarihinin oldukça yakın zamanındaki gelişmelere paralel olarak başladı. 1800’lerin sonunda başlayan tarımdaki yeni uygulamalar, Sanayi Devrimi olarak anılan farklı sanayi faaliyetlerindeki gelişmelerle yakından bağlantılıdır.

Sanayinin tarım üzerindeki geliştirici etkilerini makinenin tarımda kullanılmaya başlaması, biyolojinin ve kimyanın tarıma uygulanması, deniz ve kara ulaşımındaki gelişmelerin tarıma ekonomik etkisi şeklinde özetleyebiliriz.

Azot ve fosforun bitki yetiştirmede önemli faktörler olarak tanımlanması sentetik gübre üretimini teşvik etti, bu da yoğun tarımı olanaklı hale getirdi. Vitaminlerin keşfi, 20. yüzyılın ilk 20 yılında hayvan beslenmesinde takviye olarak kullanılmalarını sağladı. Çiftlik hayvanları, doğanın olumsuz koşullarından izole edilmek amacıyla kapalı mekanlarda yetiştirilmeye başlandı. 1940’larda antibiyotiklerin keşfi, hastalıkların kolayca kontrol edilerek çiftlik hayvanlarının büyük sayılarda bir arada yetiştirilmelerine olanak sağladı. Kimyasalların 2. Dünya Savaşı’nda kullanılmak üzere geliştirilmeleri tarımda sentetik pestisit (zararlılara ve yabancı otlara karşı kullanılan tarım ilaçlarının genel adı) kullanımını artırdı. Deniz taşımacılığında yaşanan gelişmeler tarım ürünlerinin uzak mesafelere taşınmasını, yerel pazarlardan uluslararası pazarlara girmesini sağladı.

Yeşil Devrim

Yeşil Devrim tabiri, 1940 ve 1960’lı yıllar arasında tarımsal üretimde belirgin bir artışa yol açan gelişmekte olan ülkelerdeki tarımın tam olarak dönüşümünü tanımlamak amacıyla kullanıldı. Bu değişim Rockefeller ve Ford Vakıfları ile hükümetlerin büyük destekleri sonucu tarımsal araştırmalar yapılması, yaygınlaştırılması ile altyapı geliştirme programlarının bir sonucu olarak gerçekleşti.

Yeşil Devrim 1943 yılında Rockefeller Vakfı ile Meksika hükümetinin işbirliği ile Özel Çalışmalar Ofisi’nin Meksika’da kurulmasıyla başladı. Bu ofiste yüksek verimli buğday ve mısır çeşitleri geliştirildi. 1951 yılına gelindiğinde Meksika buğday üretiminde kendine yeterliliği yakalamış ve ihraç etmeye başlamıştı. Özel Çalışmalar Ofisi 1959 yılında gayri resmi bir uluslararası araştırma enstitüsüne çevrildi ve 1963’te de resmen CIMMYT (Uluslararası Mısır ve Buğday Geliştirme Merkezi) oldu.

Yeşil Devrim’in ikinci durağı Hindistan’dı. Burada da Ford Vakfı ve Hindistan hükümeti işbirliği ile CIMMYT’ten büyük miktarlarda buğday tohumu ithal edildi. Hindistan bitki besleme, sulama yatırımları ve tarım kimyasallarını finanse etme şeklinde kendi Yeşil Devrim programını uygulamaya koydu. 1970’lerin sonuna doğru çeltik verimini %30 oranında artırdı.

Rockefeller ve Ford Vakıfları birlikte Filipinler’de 1991 yılında IRRI’yi (Uluslararası Çeltik Araştırma Enstitüsü) kurdular. Burada yetiştirilen yüksek verimli çeşitler üçüncü dünya ülkelerine hızla yayıldı. IRRI ve CIMMYT 1971 yılında kurulan CGIARI’a katıldılar. Bu tarihten sonra CGIAR dünyanın pek çok yöresinde araştırma merkezleri açtı.

Yeşil Devrim uygulamaları ile dünyanın pek çok yöresinde 1980 ve 1995 yılları arasında tarım ürünleri üretimi en üst noktaya ulaştı. Günümüzde ise çölleşme ve sulama uygulamalarında yapılan hatalar sonucu üretimde düşmeler yaşanmaya başlamıştır. Bunların bir sonucu olarak Yeşil Devrim birçok bölgede tarımsal üretimde kısmi ya da tam bir sınırlayıcı faktör olmaya başlamıştır.

Yeşil Devrim Açlığa Çare Oldu Mu?

Gelişmekte olan ülkelerdeki hububat üretimi 1961-1985 yılları arasında iki kattan fazla arttı. Çeltik, mısır ve buğday verimi bu dönemde muntazam artış gösterdi. Yeşil Devrim bu etkisiyle yaygın kıtlığı önlemede faydalı oldu. Ancak, tarımsal üretimdeki artış nüfus artışını da beraberinde getirdi. Dünya nüfusu Yeşil Devrim’in başlangıcından bu yana yaklaşık 4 milyar arttı. Yeşil Devrim bu yönüyle de oldukça fazla sorgulanmaktadır. Zira, Devrim olmasaydı dünya nüfusu da bu denli hızlı artmayacaktı. Gelişmekte olan dünyada ortalama bir insan Yeşil Devrim öncesine göre günde ortalama %25 daha fazla kalori tüketmektedir. Sonuçta dünyadaki açlık sorunu da giderilememiştir.

Yeşil Devrim ile Ortaya Çıkan Sorunlar

Yeşil Devrim özellikle gelişmekte olan ülkelere mevcut teknolojileri yaymaya çalıştı. Ancak bunlar endüstri ülkelerinin dışında fazla kullanılmadı. Bu teknolojiler sentetik azotlu gübreler ile pestisitlerin kullanımı ve sulama projelerinin uygulanmasından oluşuyordu.

Yeşil Devrim’in yeni teknolojik gelişimi ise “mucize tohumlar” ile gerçekleştirilen tarımsal üretimdir. Bilim adamları bu bağlamda yüksek verimli mısır, buğday ve çeltik çeşitleri geliştirdiler. Geleneksel çeşitlerle karşılaştırıldığında bu yüksek verimli çeşitler topraktaki azotu da hızlı tüketmeye başladılar.

Yüksek verimli çeşitler yeterli sulama, pestisit ve gübre kullanılması durumunda geleneksel çeşitlere göre daha yüksek verimli olabiliyorlardı. Bu girdilerin noksanlığında ise tam tersine olarak geleneksel çeşitler daha verimliydiler. Yeşil Devrim’in sunduğu yüksek verimli çeşitler başlangıçta öyle olmamasına karşın ilerleyen süreçte sadece bir kez ürün veren şekle dönüştürüldüler. Bu da çiftçinin tohumda şirketlere bağımlılığını ve üretim maliyetini artırıcı bir unsur oldu.

Yeşil Devrim ile üretimde sağlanan artış beraberinde de bir takım tartışmaları da getirmiştir. Örneğin çok sayıda hayvanın bir arada yetiştirilmesi hastalık riskini artırıyor ve antibiyotik kullanımını teşvik ediyordu. Bu durum da insan sindirim sistemindeki bakterilerde antibiyotik direnci oluşturmak suretiyle insan sağlığını olumsuz etkiliyordu. ABD’de hayvanların hızlı büyümesini sağlamak amacıyla büyüme hormonları kullanılmış, ancak kısa bir süre sonra bunları tüketen insanların kanlarında bu hormon görülmeye başlayıp, buna bağlı bir takım sağlık sorunlarıyla karşılaşılınca bu hormonun kullanımı derhal yasaklanmıştır. Yoğun hayvansal ve bitkisel üretimden arta kalanlar çevre kirliliğine yol açmaktadır. Yine özellikle hayvanların sıkışık bir düzende kapalı mekanlarda yetiştirilmesi streslerinin artmasına neden olmaktadır. Yoğun tarım aynı zamanda yoğun kaynak kullanımını gerektirmektedir. Yoğun tarım sistemi gıdanın kaynağının izlenebilirliğini de zorlaştırmaktadır. Tüketici ürünü doğrudan üreticiden alamamaktadır. Bitkisel üretim açısından bakıldığında ise tek ürünün geniş arazilerde her yıl üst üste yetiştirildiği görülmektedir. Bu da beraberinde sentetik gübre ve tarım ilaçlarının kullanımını artırmıştır. Genetiği değiştirilmiş organizmalar birçok çevre ve sağlık sorunu yaratmaktadır. Makineli tarımın yaygınlaşması ve tarım arazilerinde görülen genişleme erozyon ve küresel ısınmanın nedeni sera gazı çıkışını da hızlandırmıştır. Büyük alanların sulamaya açılması, yanlış kullanımdan dolayı kimi bölgelerde tuzlanma yüzünden tarımsal üretimi sınırlamıştır.

Gübrelerin Sağlık Etkileri

Birinci Dünya Savaşı’nın hemen devamında sentetik gübrelerin üretilmesi ve aynı zamanda patlayıcı olarak kullanılması ile başlayan süreç Alman bilimci Justus von Liebig’in 19. yüzyılın ikinci yarısında “bitkiler beslenmek için azot, fosfor ve potasyuma gereksinim duyarlar ve bu elementler toprağa dışarıdan da verilebilir” ifadesi ile hızlanmıştır. Sentetik gübrelerin tarımda hızla yayılmaya başlaması çiftçilerin hayvan gübresini kullanmalarını da hızla azaltmıştır. Bu değişimin çok hızlı gerçekleşmesi Liebig’i dahi endişelendirmiştir.

Özellikle nitrat sulama suyu ya da yağmurun etkisiyle yeraltı ve yerüstü su kaynaklarında kirlilik yaratmaktadır. Nitratın insan sağlığı üzerine olan etkisi doğrudan olmayıp, önce nitrite daha sonra da insan sindirim sisteminde kanserojen oldukları bilinen nitrozaminlere dönüşmesindendir. Ayrıca, nitrit insan kanındaki hemoglobin ile birleşerek methemoglobinemia hastalığına da yol açmaktadır. İnsan bünyesine nitrat daha ziyade yaprakları yenen sebzeler yoluyla geçmektedir.

Bazı gübreler hammaddelerinde insan sağlığı için olumsuz elementler kapsayabilirler. Örneğin ham fosfatlar uranyum, flor, kadmiyum içermektedir. Uranyumun böbreklerde birikmesi nefropati hastalığını meydana getirebilir. Flor ise dişlerde mine hastalığına ve kemiklerde kalınlaşmaya neden olabilir. Kadmiyum ise akciğer, böbrek, idrar yolları, prostat kanserleri ile böbrek yetmezliğine neden olmaktadır. Potasyumlu gübrelerde ise K-40 izotoplarından ileri gelen bir miktar radyoaktiviye bulunmaktadır. Fosforlu ve potasyumlu gübreler bir miktar radyasyon içerdiklerinden zararlı olabilirler.

Mikrobesin elementleri açısından baktığımızda ise manganez fazlalığında insanlarda manganez nörotoksitesi oluşabilmektedir. Fazla çinko ise tüm organlarda kanser, çeşitli deri hastalıkları, solunum yollarında tahriş ve zatürre, nefes almakta güçlük, akciğerlerin su toplaması ve kanlı balgam oluşturma gibi hastalıklara yol açmaktadır. Bakır fazlalığında akud gastrid irridasyonlar ve karaciğer sirozu meydana getirir. Bor fazlalığı gastrointestinal irritasyonlar ve testis atrofisi hastalığı oluşturabilir. Demir fazlalığı ise hemokromatosize neden olabilir.

Ayrıca gübrelerin üretilmesi esnasında korozyonla gübreye ağır metaller bulaşmış olabilir. Bunların da insan ve çevre sağlığı yönünden önemi bulunmaktadır.

Ülkemizde gübre tüketimi yaygın olmayıp 115 kg olan dünya ortalamasının çok altında olarak 85 kg/hektardır.

Pestisitlerin Sağlık Etkileri

Bitkisel üretimde hastalıklar, zararlılar ve yabancı otlar üründe %65’e varan bir kayba neden olmaktadır. İstatistiklere göre dünyada bu şekilde oluşan ürün kaybı 23 milyon ton olup 150 milyon insanın bir yıllık ihtiyacı kadardır. Bu nedenle tarımda hastalık, zararlı ve yabancı otlarla mücadelede en çok pestisitler kullanılmaktadır.

İnsanlar MÖ 500 yılından bu yana ekinlerine zarar veren zararlılara karşı pestisitleri kullanıyorlar. İlk bilinen pestisit 4500 yıl önce kullanılan elementel kükürt tozudur. 15. yüzyıla kadar haşerelere karşı arsenik, cıva ve kurşun gibi son derece toksik kimyasallar uygulandı. 17. yüzyılda insektisit (yabancı ot ilacı) olarak kullanılmak üzere tütün yapraklarından nikotin sülfat elde edildi. 19. yüzyılda krizantemlerden elde edilen pyrethrum ile tropik sebze köklerinden elde edilen rotenone gibi daha doğal pestisitler uygulamaya kondu. 1939’da çok etkili bir pestisit olan DDT bulundu. Kuvvetli etkisinden dolayı tüm dünyada çabuk ve geniş bir kullanım alanı buldu. Ancak 1960’larda biyoçeşitlilik açısından büyük bir tehlike arz edecek şekilde DDT’nin balıkçıl kuşların üreme yeteneğini yok ettiği saptandı. DDT şu anda 86 ülkede yasaklanmış durumda. Ancak, bazı gelişmekte olan ülkelerde sıtma ve bazı diğer tropik hastalıkları önlemek amacıyla sivrisineklerin ve diğer hastalık taşıyan haşerelerin öldürülmesinde hala kullanılmaktadır. Doğada çabuk bozunmadığından dolayı gıda zinciri içinde birikmekte ve ekosistemde yayılmaktadır.

Yeşil Devrim tarımı, monokültürün ister istemez oluşturduğu haşerelerin yüksek düzeydeki zararlarını sınırlamak amacıyla pestisit kullanımında artışa yol açtı. 1950’den bu yana pestisit kullanımı yaklaşık 50 kat artmıştır ve günümüzde yılda yaklaşık 2.5 milyon ton endüstriyel pestisit kullanılmaktadır.

US Geological Survey’e göre ABD’de pestisitlerin hemen her gölü ve akarsuyu kirlettiği belirlenmiştir. Pittsburg Üniversitesi tarafından yapılmış son araştırmalar, topraktaki su birikintilerine bulaşmış pestisitlerin birçok canlı için öldürücü olduğunu göstermiştir.

Türkiye tarım ilacı kullanımı açısından aslında oldukça geri sıralardadır. Hektara aktif madde olarak Almanya ve Fransa 4.7 kg, Yunanistan 6 kg, İtalya 7.6 kg, Belçika 11.3 kg, Hollanda 17.8 kg tarım ilacı kullanırken Türkiye sadece 600 gr kullanmaktadır. Ancak, unutulmaması gereken önemli bir nokta Ege ve Akdeniz bölgelerimizde tarım ilacı kullanımı birçok Avrupa ülkesinin üzerindedir. Buna rağmen Türkiye önemli sorunlar yaşamaktadır. Birkaç örnek vermek gerekirse 2001 yılında, sadece tütün ve pamukta kullanılması gereken, gıda maddesi olarak tüketilen ürünlerde kesinlikle kullanılmaması gereken bir ilacı çiftçi biberde kullanmış ve olay bu biberlerin ihraç edildiği Almanya’da yapılan analizler sonucu ortaya çıkmıştı. Çiftçi daha zehirli olan bu ilacı etkisi, daha ucuz olması ve bilinçsizliği nedeniyle seçmişti. Daha sonra İsveç’e ihraç ettiğimiz patlıcanlarımızda ilaç kalıntısına rastlandı. Bu tespit de ülkemizde değil ne yazık ki İsveç’te yapılmıştı. Kullanılan ilaç patlıcanda kullanılabilen bir ilaçtı, ancak ya verilmesi gereken doza uyulmamıştı ya da hasada kadar 14 gün beklenilmesi gerekirken bu süreye uyulmamıştı. İlaç kalıntısı sorununa son derece hassas ülkelere dahi gönderilen ürünlerimizde sorun yaşamamız, yurtiçi piyasalarda durumun çok daha kötü olduğunun göstergesidir.

İnsan sağlığı açısından olaya baktığımızda pestisit karın ağrısı, baş dönmesi, baş ağrısı, mide bulantısı, kusma, deri ve göz sorunları gibi ciddi sağlık sorunlarına yol açabilmektedir. Birçok çalışma, insanın pestisitlere uzun süre maruz kalması durumunda solunum yolları hastalıkları, hafıza kayıpları, dermatolojik vakalar, kanser, depresyon, sinir bozuklukları, çocuk düşürme, doğum kusurları gibi uzun süreli sağlık sorunlarına yol açtığını göstermektedir. Pestisit etkisine maruz kalmış anneden çocuğuna emzirme yoluyla pestisit geçebildiği saptanmıştır. Tüketicilerin pestisit etkisine maruz kalmaları ise tükettikleri gıda maddesi üzerinde ve içindeki kalıntılar ile olmaktadır.

2. Yeşil Devrim

Birinci Yeşil Devrim, tarımsal üretimi artırma etkisinin yanında dünya nüfusunu da hızla artırması nedeniyle açlığa çare olamamıştır. Günümüzde Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO), dünyadaki açlığı bitirmek üzere şirketler tarafından insanoğlunun önüne konmuş ikinci Yeşil Devrim’dir.

Çinlilerin 1980’li yılların başında tütünde bir deneme olarak başlattıkları çalışmalar kısa sürede ABD’li şirketler tarafından fark edilerek gıda olarak tüketilen tarım ürünlerinde uygulanmış, 1994 yılında bu şekilde üretilen ilk ürün domates olmuştur. Bu ürünlerin ticaretinin yaygınlaştığı 1996 yılında 1.7 milyon hektar arazide GDO tarımı yapılırken 2006 yılı itibarıyla bu alan 102 milyon hektara yükselmiştir.

GDO’ların insan sağlığı açısından etkilerine göz atarsak; gen aktarımının başarılı olup olmadığının kontrolü için antibiyotik direnç genleri kullanıldığından bunları tüketen insanlarda da antibiyotik direnci oluşturduklarını görüyoruz. Ayrıca, bu ürünler etiketlerinde aktarılan genle ilgili bir açıklama bulunmadığından alerjiye yol açabilmektedirler.

GDO’lu ürünlerin sağlık üzerine etkileri konusunda yakın dönemde yapılmış iki araştırma var. Bunlardan birincisinde Dr. Arpad Pusztai, genetiği değiştirilmiş patateslerle beslediği farelerdeki tahribatı inceledi. Dr. Pusztai, bu patateslerle beslenen farelerin tüm iç organlarında gelişme bozuklukları, sinir sisteminde çökme, kan yapısında bozulma ve bağışıklık sisteminde zayıflama tespit etti. Bu bulguları kamuoyuna açıklayınca da çalıştığı İskoçya’daki Rowett Araştırma Enstitüsü’nden kovuldu.

Sağlığı yakından ilgilendiren diğer bir araştırma ise Rusya Bilim Akademisi’nden Dr. Irina Ermakova’ya ait. Dr. Ermakova, farelerden üç grup oluşturdu. Bir grubu genetiği değiştirilmiş soya, ikinci grubu normal soya ve üçüncü grubu da normal gıdalarla besledi. Genetiği değiştirilmiş soyayla beslenen farelerin yavrularının %56’sı doğumdan üç hafta içinde öldü. Bu oran normal soya ile beslenenlerde %9, normal gıdalarla beslenenlerde %7 oldu. Ayrıca, genetiği değiştirilmiş soya ile beslenen farelerin yavrularının %36’sı normal doğum ağırlığının altındaydı. Yukarıdaki veriler ışığında, günümüzde yaygın rastlanır hale gelen parmak çocuk vakalarının GDO’lu beslenme ile ilişkisini tıp dünyası araştırmalıdır.

GDO’lar, kimsenin itiraz edemeyeceği dünyadaki açlığı bitirmek gibi güzel söylemlerle dünyada yayılmaya çalışıyorlar. Ancak, yukarıdaki iki bariz örneği dikkate alarak bu ürünleri tüketip tüketmeme konusunu tüketicinin bir kez daha düşünmesi yararlı olacaktır. Bir önemli nokta da Amerikan Tarım Bakanlığı’nın (USDA) 2006 açıkladığı üzere GDO’ların verimi en iyimser söylemle konvansiyonel sistemle üretilenler kadar olabilmiştir. Kurak dönemlerde GDO’lu üretimde verim oldukça fazla düşmektedir. Diğer bir önemli nokta da GDO’lu üretim tarım ilacı kullanımını artırmıştır (şirket bilim adamlarının ilaç kullanımını düşüreceği karşı söylemlerine rağmen).

Ülkemizde genetiği değiştirilmiş tohumla üretim yapmak ya da bu tohumları ithal etmek yasak olmasına karşın, alanı düzenleyecek mevzuat bulunmadığından soya ve mısır gibi genetiği değiştirilmiş ürünler ülkemize girmektedir. Etiketlerinde herhangi bir açıklama bulunmayan bu gıdalar tüketici tarafından bilmeden tüketilmektedir.

Sonuç

Gıda güvenliği açısından bir gıda işletmesi hijyen şartlarına ve kaliteye ne kadar dikkat ederse etsin, tarım ürünün o işletmeye gelinceye kadar geçirdiği süreç çok önemlidir. Gerek bitkisel gerekse hayvansal üretimde 5179 sayılı Gıda Yasası’nın da zorunlu hale getirdiği izlenebilirlik ülkemizde henüz oluşturulabilmiş değildir.

Gübre kullanımı konusunda analize dayalı bir kullanımdan ziyade çiftçinin komşusuna bakarak ve göz kararı kullanımı hala yaygındır. Gübre kullanımında hem insan ve çevre sağlığı hem de ekonomik kayıpların önlenmesi açısından toprak analizi yaygınlaştırılmalı, ekilecek bitki çeşidine göre gübre tavsiyesinde bulunulmalıdır. Bu görevi yerine getirecek kişi, konunun eğitimini almış uzman kişi olmalıdır.

Toprağın fiziki yapısının düzelmesini sağlayan hayvan gübresinin tekrar kullanımının teşvik edilmesi hayvancılığı geliştirici bir rol oynayacak, daha sağlıklı ürünlerin üretilmesini sağlayacaktır.

Ülkemizde pestisit kullanımı ne yazık ki çiftçinin insiyatifine bırakılmış olarak devam etmektedir. Ülkemizdeki 6 bin zirai mücadele bayiinin 2 bini aşkını ilkokul mezunudur. Tarım ilaçlarının zamanında, ürüne uygun, dozunda kullanılması ve hasada kadar olan bekleme süresine uyulması insan sağlığı açısından son derece önemlidir.

Gübrelerin ve tarım ilaçlarının olumsuzluklarının yanında, kişi başına tüketimlerinin yüksek olduğu ülkeleri incelediğimizde, bu ülkelerde insan ömrünün de uzun olduğunu görüyoruz. Bu sonuç bize gübre ve pestisitlerin doğru şekilde kullanılmalarının önemini göstermektedir.

GDO’ların insan sağlığı yanında tarımsal üretim açısından da oldukça fazla olumsuz yanları vardır. Kimi kesimler tarafından 2. Yeşil Devrim olarak adlandırılan GDO’ların sayılan olumsuzlukları bertaraf edilmediği sürece üretim ve tüketimleri önlenmelidir.

Sentetik tarım ilaçlarının, gübrelerin ve GDO’ların ortaya çıkardığı risklerden dolayı günümüzde organik tarım ve her türlü girdinin minimum düzeyde kullanıldığı sürdürülebilir tarım şekilleri günümüzde hızla yayılmaktadır.

DÜNYAMIZ PİŞİYOR (!)


Küresel ısınmanın sonuçlarının neler olduğuna ilişkin onlarca yıldır bilim adamları açıklamalar yapıyor, raporlar yayınlıyorlar. Ancak birkaç yıl öncesine kadar tüm dünya bu raporlara ve açıklamalara kulaklarını tıkamışken, şimdi bambaşka bir tavır alınmaya başladı. Birleşmiş Milletler resmi bir açıklama ile, EXON firmasının yetkilisinin küresel ısınmaya dair raporların yayınlanmaması için BM’ye binlerce dolar rüşvet verme girişimini açıkladı.

Şimdi insan ister istemez soruyor: Doğa üzerinde yaratacağı tahribatların kesin olarak yıllardır bilindiği küresel ısınma niye şimdi bu kadar gündeme geldi? ABD Başkanlığına adaylığını koymuş Al Gore dahi, neden bu felaketi tartışıyor ve tartıştırıyor?

Bu soruya verilen ilk yanıt, küresel ısınmanın yarattığı tahribatın doğanın sınırlarını tam anlamda zorlar düzeye gelmiş olması; bu nedenle artık çözülmek zorunda olması; dünyanın elden gitmekte olduğunun genel olarak kabul edilmiş olması… O zaman ne yapmak lazım; küreseli ısıtmayacak enerji kaynaklarına yönelmek lazım. Yani yenilenebilir enerjiye…

Geçenlerde Enerji Bakanımız da aynı durumu vurguladı. Fabrikaların civarlarına rüzgar santralleri kurarak kendi enerjilerini üretmeleri gerektiğini, böylece hem kar marjlarını yükseltebileceklerini hem de temiz enerji kullanmış olacaklarını, bu nedenle de devlet tarafından teşvik edileceklerini açıkladı. Ama burada temel sorun fabrikanın hangi enerjiyi kullandığından öte, ne ürettiği değil midir? Yani, eğer bu fabrika en nihayetinde aslında hiç ihtiyaç olmayan bir ürünü üretmekte ise ve tabi bu arada doğal kaynakları sömürmekte ise, sırf kömür değil de rüzgardan enerjisini ürettiği için takdir mi edilecektir?

Yine bu durumun bir benzeri yurtsever benzinimiz biyodizel için de söz konusu. Biyodizel bitkilerden üretildiği ve bitkilerin doğayı tahrip etmesi mümkün olmadığı (!) için, küresel ısınmanın en güzel alternatifi olarak karşımıza konuyor. Ancak sadece iç tüketime yetecek kadar biyodizel üretebilmek için bile şu anki tarım arazilerimizin yetmeyeceği düşünülüyor. Yine bu alanda genetiği değiştirilmiş tohumlar ve onlarca kimyasal madde kullanılıyor. Şimdi biyodizeli fosil bir yakıt olmadığı için tercih mi etmeliyiz?

Yine cevaplanması gerek bir diğer önemli soru; küresel iklim değişikliğinin riske attığı insan sayısı ile bu nedenle hareket geçtiği varsayılan kişi ve kurumların bunun kaç katı insan hayatı risk altındayken neden hiçbir şey yapmadığıdır? Yani, İngiltere küresel ısınmanın yaratabileceği sellerden etkilenebilecek 10.000 kişinin hayatını kurtarma meraklısıyken; Irak’ta onbinlerce kişinin katledilmesi operasyonunun altında neden imzası var?

Anlatmak istediğim kısaca şu; bazı olaylara, bir felaket senaryosunun dışında ve ellerimize hazır verilen bilgilerle değil, başka bir pencereden bakmaya başladığımızda; karşımızdaki tablonun tüm anlamı değişir.

Dünyada iklim değişir! Her zaman değişmiştir. 2-3 derecelik artışlar ve hatta çok daha fazlası zaten olur, olmuştur, olacaktır. Hatta dünya tarihi içinde sıcaklığın 10-15 derece değiştiği de olmuştur. Dahası büyük tür yok oluşlarının olduğu dönemler de vardır. Günümüzden 260 milyon yıl önce dünyada yaşayan canlıların %97’si yok olmuştur. En son 65 milyon yıl önce karasal canlıların yaklaşık %70’i ortadan kalktı.

Günümüzdeki sorun, iklimin insan etkisi ile değişmesidir. Tabiî ki 2 derecelik bir artış 10.000 yılda olursa doğaldır ama 100 yılda olursa, yani 100 katı bir hızla olursa, o zaman dönüp başka bir yere bakmak gerekir ki şu an yaptığımız da budur. Ancak mesele şu ki bu tip iklim değişiklikleri “dünyamızı pişirmez”, “bizi öldürmez” veya “dünyamızı yok etmez”. Yani mesele şu, dünya eninde sonunda yok olacak. Şöyle de denilebilir ki, dünya zaten bir felaket içerisinde. Yeni felaketlerin uydurulmasına gerek yok.

Ve bizler yukarıda anlattığımız nedenlerle buna karşı takınılan resmi mücadele tavrının soruna gerçekçi bir çözüm yaklaşımı üretmediğini biliyoruz. O halde iklim değişikliği dünyayı nereye götürür ve bunun gerçek çözümü nedir bunu araştırmamız gerekir.

Sizlere Einstein’ın 1949 tarihli makalesinden kısa bir bölüm aktarmak istiyorum: “Bence kötülüğün gerçek kaynağı kapitalist toplumdaki mevcut ekonomik anarşi. Önümüzde koca bir üreticiler topluluğu görüyoruz; bu topluluğun üyeleri ise, durmaksızın birbirlerini, kolektif emeklerinin sonuçlarından mahrum bırakmak için çabalıyorlar. Bunu zor kullanarak değil, yasalaşmış kurallara körü körüne inanarak gerçekleştirmekteler.” Yani bize diyorlar ki, Kyoto’ya inanın, bu protokol bu sorunları çözecek. Bu arada hemen şunu açıklıkla belirteyim, Kyoto’yu imzalamayalım, demiyorum. Ya da iddiam dünya zaten ısınır da değil. Önemli bir durum yok demeye de çalışmıyorum, zamanın da bir politikacımızın söylediklerine benzer biçimde “küreler ısınmakla aşınmaz” da demiyorum.

Evet, Kyoto önemlidir ve imzalanmalıdır. Ancak sorunun çözümü, sorunun gerçek kaynağına inmekle başlar. Kyoto’nun ise böyle bir iddiası dahi yoktur ve verili sistem içinde olması da beklenemez. Çünkü hala egemen anlayış, ülkelerin gelişmişlik düzeylerini enerji tüketimiyle paralel olarak saptamaktadır. Dolayısıyla küresel ısınma sorununa “kimin, ne için, ne kadar enerjiye ihtiyacı var” sorusuna gerçek yanıtlar verilmedikçe, sistem içi yamalarla çözüm bulunması mümkün değildir.

Şimdi bir kez daha Einstein’e kulak verelim: “Teknolojik ilerleme, genellikle, herkesin çalışma yükünü hafifletmekten çok, daha fazla işsizlikle sonuçlanır. Kapitalistler arasındaki rekabetle bağlantılı olarak, kâr dürtüsü, sermaye birikimi ve kullanımında dengesizliğe yol açar ki, giderek daha da şiddetlenen bunalımların nedeni budur. Sınırsız rekabet, büyük ölçüde emek israfına ve daha önce belirttiğim gibi, bireylerde toplumsal bilinç tahribine neden olur”. Burada anlatılanı konumuza uyarlarsak, varlığı bile yanlış olan bir fabrikayı aklamak için kenarına rüzgar santrali kurulmasını teşvik etme çabasının nihai olarak bizi nerelere götürebileceğini görürüz.

Peki, doğanın dengesini nasıl korumak lazım? Ya da zamanında korumak lazımdı??? Şimdi doğanın dengesi lego gibi, içinden bir parça alıp, yerine ona benzer bir parça koyduğunuzda aynen devam edebileceğiniz bir sistematik ile işlemez. Dolayısıyla dengeyi korumanın tam yolu, olabildiğince müdahale etmemektir ki, bu aşamaları insanoğlu çoktan atlamıştır. Ancak her türlü enerji kaynağını ve endüstriyel tarımsal üretimi bir kenara bıraksak dahi, insan bu günkü nüfusuyla zaten yeterince doğanın dengesini bozmuştur. Şöyle ki, bir canlı türü keşfettiğinizde yaptığınız alan çalışması ile bu canlının hangi bölgede ortalama olarak ne miktarda bulunduğuna dair bir bilgi çıkarırsınız. Bu çalışmayı insan toplumu üzerinde uyguladığınızda ise hepinizi çok şaşırtacak bir sonuç ortaya çıkmaktadır: İnsanoğlunun tüm dünyadaki olması gereken toplam nüfusu 500.000 ila 1.000.000 arasındadır. Oysa şu an dünya nüfusu yaklaşık 6 milyardır. Bu durum da enerji sorununa başka bir boyut daha eklemektedir. Yani ne kadar kullandığınız enerji üretim biçimi ne kadar temiz de olsa aşırı kullanılması nedeniyle sorun yaratmaya devam edecektir. Dahası bu nüfus düzeyi nedeniyle ortaya çıkan soruna rağmen bir de siz insanlığa daha çok refah ve dolayısıyla tüketim için yenilenebilir enerji kaynaklarını önerirseniz, sorunu sadece 3 – 5 yıl ötelemiş olursunuz.

Mesela ben nükleer enerjiye karşıyım. Hatta Nükleer Karşıtı Platformun temel ilkelerini yazanlardan da biriyim. Ancak şunu da belirteyim ki nükleer enerji insanlığın şimdiye kadar bulduğu enerji kaynaklarının en temizlerinden biridir. Bu çok garip değil mi? Burada şöyle bir sorun var; kimse niye nükleere karşıyız sorusunu sormadı şimdiye kadar. Herkes Çernobil dolayısı ile nükleere karşı. Oysa bir tekniğin doğaya ne kadar zararlı ve faydalı olduğuna ilişkin kanı, o tekniği yaratan toplumsal koşullara bakarak oluşturulmalıdır. Nükleere karşıyız, çünkü “daha çok tüketelim, bunun için de daha çok enerji üretelim” felsefesinin en uç göstergesidir. Nükleere işine bir kere girdiğinizde sınırsız bir enerji üretim olanağı ve sınırsız bir tüketim olanağı yaratmış oluyorsunuz. Karşı olmamızın nedeni bu. Dolayısıyla karşıtlığın açıkça nedeni belirtilmediği sürece, aynı nedenlerle hem her şeye karşı, hem de yandaş olabilirsiniz. Kesin olan tek bir şey vardır ki sorunu çözemezsiniz.

Küresel iklim değişikliğine karşı yapılabilecek en temel şeyin rüzgardan ve güneşten enerji üretmek olduğu söyleniyor. Oysa güneş enerjisi üretmek için yapılan pillerde ağır metal iyonları kullanılmaktadır ve bu atıklar sonsuza kadar durur. Oysa Çernobil’den çevreye salınan radyoaktif izotoplar zaman içinde parçalanıp yok olur. Şimdi hangisi daha kötü, güneş enerjisinin atıkları mı, Çernobil’in sonuçları mı?

Yani bugün karbondioksit salınım oranları ciddi bir tehlike ve tehdit içermektedir. Ancak bu salınımların nasıl önlenebileceği tartışması çok kritik bir tartışmadır. Ve basit bir petrolden değil de havadan, sudan, güneşten enerji üretelim tartışması değildir.

Dolayısıyla küresel ısınmaya hayır derken, neyi destekleyeceğimiz konusunda net bir karar vermemiz gerekmektedir. Örneğin Al GORE bir alternatif midir? Değildir, Amerikan Başkanı olmayı başarabilseydi, BUSH için söylediklerimizi onun için söylüyor olacaktık. Yoksa Kyoto’nun imzalanması ile mi bu sorunun çözüleceğine inanacağız? Kısaca özetlemek gerekirse, hayır derken alternatifini de açıkça ortaya koymalıyız. Ama alternatifin sistemin önümüze koyduğu beş seçenekten birini işaretlemek anlamına gelmediğini de bilerek.

Teşekkür ederim.

NOT: GDOHP Bilim Komitesi Üyesi Şafak Mert’in 16 Nisan 2007 tarihinde Hacettepe Ü. Beytepe kampusünde düzenlenen Küresel İklim Değişikliği panelinde yaptığı konuşmadır.

KÜRESEL ISINMA, SU KAYNAKLARI VE TARIM ETKİLEŞİMİ


Ahmet Atalık
TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası
İstanbul Şube Başkanı


Küresel Isınma

Küresel ısınmayı en basit şekliyle “atmosferin alt kısımları ile okyanuslar, denizler ve kara kütleleri yüzeyindeki sıcaklık artışı” olarak tanımlayabiliriz. Dünyamız 4,65 milyar yıllık tarihi boyunca birçok kez ısındı ve soğudu. Bugüne dek meydana gelen iklim değişiklikleri
• dünya eksenindeki küçük değişiklikler,
• güneş ışınlarının şiddetindeki değişiklikler ve
• yanardağ-volkanik patlamalar nedeniyle meydana gelmiştir.

Bugün dünyamız yine ısınma sürecine girmiştir. Ancak bugün yaşanan ısınma, yukarıda belirtilen doğal nedenlerle değil, insan faaliyetleri sonucu meydana gelen sera gazları ve bunların oluşturduğu sera etkisi nedeniyledir.

Sera Gazları ve Sera Etkisi

Atmosferdeki kimi gazlar, tıpkı seradaki camlar gibi dünya yüzeyine ulaşıp tekrar uzaya geri yansıyan ışınların bir bölümünü engelliyor ve dünyanın ortalama sıcaklığının artmasına yol açıyorlar. Sera etkisi oluşturan başlıca gazları su buharı, karbon dioksit, metan ve azot oksitler şeklinde sıralayabiliriz.

Isınma ve buna bağlı buharlaşmanın etkisiyle atmosferde en fazla bulunan sera gazı su buharıdır. Doğal olarak atmosfere dahil olmalarının yanında karbon dioksit, metan ve azot oksitler fosil yakıtlar, katı atıklar, ağaç ve ağaç ürünlerinin yakılması, motorlu taşıtların kullanılması gibi insan faaliyetleri sonucu da dahil olmaya başladılar. Aynı miktardaki karbon dioksite göre metan 23 kat, azot oksitler ise 300 kat daha fazla sera etkisi yaratabiliyor. 18. yüzyılın ortalarında gerçekleştirilen Sanayi Devrimi öncesi miktarları ile karşılaştırıldığında atmosferdeki miktarları karbon dioksitin %35, metanın %148, azot oksitlerin ise %18 oranında artmıştır.

Modern ve teknolojik bir hayatın devamı için gerekli bir takım üretim işlemleri sonucunda meydana çıkan perflorlu bileşikler, hidroflorokarbonlar, kloroflorokarbonlar da oldukça güçlü sera etkisi yaratabilmektedir.

Sektörel Bazda Sera Gazı Emisyonları

Atmosfere sera gazı katkılarını sektörel bazda incelersek %21 pay ile enerji üretim santrallerinin birinci, %17’lik pay ile sanayinin ikinci, %14’lük pay ile motorlu taşıtların üçüncü, %13’lük payla tarımsal üretimin dördüncü sırayı aldığını görüyoruz.

Karbon dioksit emisyonlarında enerji üretim santralleri ile endüstriyel üretimin, metan ve azot oksit emisyonlarında da tarımsal faaliyetlerin ilk sırayı aldığını görmekteyiz.

Ölçümler Dünyamızın Isındığını Gösteriyor

Aletsel ölçümün yapılabildiği 150 yıldan bu yana en sıcak 20 yılın, 1990’dan bu yana olan yıllar ve en sıcak 5 yılın ise 2000’li yıllar olduğunu görüyoruz. Tüm veriler ise 2007’nin en sıcak yıl olacağı sinyalini vermektedir. 20. yüzyılda sıcaklık 0.75 0C civarında arttı. Bilim insanları, tedbir alınmaksızın olumsuz koşulların bugünkü haliyle devam etmesi durumunda 2100 yılına kadar dünyanın ortalama sıcaklığının 2-4.5 0C arasında artacağını tahmin etmektedirler.

Sera Etkisinin Olumlu Etkisi

Dünya üzerindeki tüm yaşamlar sera etkisi ile yakından ilişkilidir. Sera etkisi olmayan bir dünya, yaklaşık 33 0C’lik bir soğuma ile karşı karşıya kalır ki, dünyanın ortalama yüzey sıcaklığının 15 0C civarında olduğunu göz önüne alırsak bu da dünyamızın bir kutuptan diğerine buzlarla kaplanması, hayatın son bulması anlamına gelmektedir.

Diğer taraftan ise sera gazlarının atmosferde aşırı bir şekilde artması sürekli ısınma şeklinde dengelerin bozulması tehdidini yaratmaktadır.

Isınmanın Yerküredeki Olumsuz Etkileri

Küresel ısınmaya bağlı olarak özellikle son yarım yüzyılda kuzey yarıküredeki kar örtüsü %10 civarında azaldı. Göl ve nehirlerin yıllık buzla kaplı kalma sürelerinde yaklaşık 2 haftalık bir kısalma oldu. Yine son yarım yüzyılda dağ ve deniz buzullarında %10-15 oranında küçülme yaşandı.

Buzullardaki erimeyle bağlantılı olarak 20. yüzyılda deniz seviyesinde de ortalama 17 cm’lik bir artış görüldü. Deniz seviyesindeki yükselme ekolojik yaşam ile birçok kıyı yerleşimini olumsuz yönde etkileyecek. Bilimsel araştırmalar günümüzden 125 bin yıl önce buzulların erimesiyle bağlantılı olarak denizlerin bugünkü seviyelerinden 4-6 m daha yüksek olduğunu göstermektedir. 21. yüzyılda da deniz seviyesinde 18-59 cm arasında yükselme olacağı tahmin edilmektedir.

Kar örtüsündeki ve yağışlardaki azalma su kaynaklarını da olumsuz etkilemektedir. Örneğin, dünyanın en büyük dördüncü gölü olan Aral, kendini besleyen su kaynaklarının bilinçsiz kullanımı nedeniyle tamamen kurumuş, balıkçı tekneleri göl tabanındaki kumların üzerine oturmuştur.

Sürekli ısınan bir dünyada yağış miktarı da artacak. Ancak, bu yağış genellikle sağanak şeklinde olacağından sık sık sellerle karşılaşılacak. Sert ve devamlı rüzgarlar suyun topraktan buharlaşma hızını artıracak, sel ve kuraklık bir arada yaşanacak. Gücünü suyun buharlaşmasından alan kasırgalar daha sık ve daha güçlü görülecek.

Sıcaklık ve nemin artmasıyla tarım alanlarına ve ormanlara daha fazla böcek ve hastalık musallat olacak. Sıcağın etkisiyle bitkiler, hayvanlar ve böcekler dağlık bölgelere ve daha kuzeye göç edecekler. Ancak, göç yolları üzerinde büyük kentler ve geniş tarım alanlarıyla karşılaşanlar buraları aşamayacaklarından yok olacaklar.

İlerleyen süreçte insanlar da iklim göçleri yaşayacak. 2003 yılında Avrupa’da yaşanan sıcak dalgaları, kimi kaynaklara göre 35 bin kimi kaynaklara göre ise 50 bin kişinin hayatını kaybetmesine yol açmıştır. Aynı yıl İskoçya’da ise akarsulardaki ısınmanın etkisiyle sulardaki oksijenin çözünebilirliğinin azalmasından kaynaklı toplu somon balığı ölümleri görülmüştür.

Türkiye’deki Etkiler

Türkiye, küresel ısınmanın olumsuz etkilerinin en fazla görüleceği Akdeniz kuşağında yer almaktadır. Ülkemiz küresel ısınmanın kuraklık, su kaynaklarının zayıflaması, orman yangınlarının artması, yeni haşere ve hastalıkların görülmesi gibi olumsuz yönlerinden oldukça fazla etkilenecek.

Dünyadaki suyun %97.5’i tuzlu, ancak %2.5’i tatlı sudur. Tatlı suların da ancak %0.3’ü ulaşabileceğimiz göller, akarsular ve barajlarda bulunmaktadır. Bir ülkenin su zengini sayılabilmesi için yılda ortalama kişi başına 10 bin m3 su potansiyeline sahip olması gerekir. Su potansiyeli bin m3’ün altında olan ülkeler “su fakiri” olarak kabul edilirler. Kişi başına düşen kullanılabilir su potansiyeli 3690 m3 olan ülkemiz, dünya ortalaması olan 7600 m3’ün oldukça altında olmasından dolayı su fakiri olmamakla birlikte su sıkıntısı bulunan ülkeler arasında yer almaktadır.

Geçtiğimiz yüzyılda Türkiye’de her 10 yılda sıcaklık 0.2 0C arttı ve yağışta da yaklaşık %10 azalma yaşandı. 2100 yılına kadar ülkemizde sıcaklığın 3-4.5 0C arasında artacağı, yağış miktarında da düşüş olacağı öngörülmektedir. Özellikle yaz kuraklığı artacaktır.

Türkiye, teknik ve ekonomik ölçütlere göre 8.5 milyon hektar sulanabilir araziye sahip. Ancak 83 yıllık Cumhuriyet tarihimiz boyunca bu alanın ancak %60’ı sulamaya açılmış durumda. Yatırım hızı göz önüne alındığında geri kalan kısmın tamamlanabilmesi için daha 80 yıla ihtiyaç olduğu görülmektedir. Oysa, dünyadaki sulanan alanlar ekili alanların sadece %17’sini oluşturmalarına karşın toplam bitkisel üretimin %40’ı bu alanlardan elde edilmektedir. Bu da bize suyun tarımdaki önemini göstermektedir. Diğer taraftan suyun, özellikle sıcak iklimlerde yanlış kullanımı da toprakta tuzlanmaya neden olmakta ve çölleşmeye yol açmaktadır. Fırat’ın iyi kalitedeki suyu bile 10 dekarlık bir araziye yılda 1.1 ton tuz dahil etmektedir.

Kuraklık tarımsal üretimde azalmalara neden olacaktır. Birim alandan daha düşük verim alınacağından tarım arazilerinin korunması ve amacı dışında kullanılmaması gerekmektedir. FAO’ya göre son yıllarda kişi başına düşen tarım arazisi gelişmiş ülkelerde %14.3, gelişmekte olan ülkelerde %40 azalmıştır. Kişi başına düşen tarım arazisi miktarı 0.23 hektar olup, 2050 yılında bu miktar 0.15 hektara düşecektir.

Kıtlık ve açlığın dünyayı ciddi olarak tehdit ettiği 21. yüzyılda toprak ve su en önemli stratejik maddeler olarak kabul edilmektedir.

Uzun süreli kuraklıktan sonra düşen sağanak yağış erozyonu hızlandırmaktadır. Dünyada erozyonla kaybedilen toprak miktarı yılda 24 milyar ton olup, ülkemizde bu miktar 500 milyon tondur. Erozyonla kaybettiği toprakla birlikte Türkiye her yıl 9 milyon ton bitki besin maddesini de yitirmektedir. Bu da hem verimliliği düşürmekte hem de su kaynaklarının kirlenmesine neden olmaktadır. Ülkemizde erozyonla meydana gelen toprak kaybı Avrupa’da oluşanın 9.5 katı, Avustralya’da oluşanın 2.9 katı ve ABD’de oluşanın 1.6 katıdır. Erozyonla verimli toprak katını kaybetmiş bir toprağın su tutma kapasitesi de düşmektedir.

Ülkemizde erozyonun fazla olması barajlarımız açısından da büyük olumsuzluklara yol açmaktadır. Barajların ekonomik ömrü 50-70 yıl arasında olması gerekirken Karamanlı 13 yıl, Altınapa 10 yıl, Kartalkaya 19 yıl, Kemer barajı da 22 yılda dolarak işlevini yitirmiştir.

Ülkemiz sıcaklık ve kuraklığın artışıyla daha fazla orman yangınlarına maruz kalacak. Isınmanın etkisiyle iklim kuşaklarının yaklaşık 500 km kuzeye kaymasıyla insan sağlığını ciddi boyutlarda tehdit eden birçok haşere ülkemizde görülmeye başlanacak ve mücadele amaçlı daha fazla kimyasal kullanılmasından kaynaklı çevre kirliliği sorunu yaşanacak.

Küresel Isınmanın Tarımsal Üretimimize Etkisi

78 milyon hektar yüzölçüme sahip ülkemizin ancak %36’sı ekilebilir arazilerden meydana gelmekte, bunun da 3/4’ünde tahıl ekimi yapılmaktadır. Tahıllar yazlık ve kışlık olarak ekilmekte olup içlerinde en yaygın ekileni de buğdaydır. Kışlık ekim Kasım-Aralık aylarında yapılmakta olup bu aylar ülkemizde oldukça kurak geçmiş, çimlenemeyen tohumlar toprakta çürümüştür. Olanağı olan çiftçiler Aralık ve Ocak aylarında sulama yaparak tohumlarını kurtarmaya çalışmışlar, bu olanağı olmayanlar ise tarlalarını sürerek yeniden ekmişlerdir. Ayrıca verim ve kalitenin yüksekliğini sağlayan vernelizasyon (soğuklanma) dönemi zamanında yaşanamamıştır. Bu da kışlık tahıl üretimimize ve kalitesine olumsuz yansıyacaktır. Trakya, İç Anadolu, Çukurova ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri önemli tahıl yetiştirme merkezlerimizdir. Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü verilerine göre bu yörelerin kış periyodu boyunca ciddi bir kuraklık yaşadığını görüyoruz.

Yine vernelizasyonu yaşayamayan birçok meyvede de verim ve kalite düşüklüğü olacağı kaçınılmazdır. Yağışın azlığıyla birlikte kışlık sebze üretimimizde de olumsuzluklar yaşanacaktır. Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre 2005 yılına göre 2006 yılında tahıl ürünlerinin üretiminde %5, sebze üretiminde %2.3 oranında azalma yaşandı. Tahıllar içinde en önemlisi olan buğdayda yaklaşık %7’lik azalmayla üretim 20 milyon ton olarak gerçekleşmiştir.

Yağış miktarı kadar düşme periyodu da oldukça önemlidir. 2006 sonbaharında pamuk hasat döneminde Çukurova’ya düşen sağanak pamukta kalite kaybına yol açmış, sonrasında ise aylarca süren kurak periyoda girilerek kışlık tahıl ve sebze üretiminde olumsuzluklar yaşanmıştır.

Türkiye’de 400 mm civarında aldığı yağışla en kurak yerlerinden biri olan Konya ovasında açılmış olan kuyulardan yer altı suyu kontrolsüzce çekilmiş ve seviyesi 300 m civarına inmiş ve tuzlanmaya başlamıştır. Yer altı suyunun aşırı kullanım nedeniyle derine inmesi tuz gölünün sularının aşağılara çekilmesine neden olmuş ve su yüzeyi küçülmeye başlamıştır. Son derece stratejik öneme sahip yer altı suları kendi kendilerini temizleyemediklerinden kirlenmeleri sonucu bir daha kullanılamaz duruma gelmektedirler.

Önemli ürünlerimizden çay ve fındık Karadeniz kıyısına sıkışmış bir üretim alanına sahiptir. Küresel ısınmanın olumsuz etkileri nedeniyle bu ürünler ülkemizi muhtemelen ya terk edecekler ya da üretilmeleri ekonomik olmaktan çıkacaktır.

Sebze üretimi konusunda ülkemiz oldukça önemli bir yere sahiptir. Ancak sebze üretimi sulamaya ihtiyaç gösterdiğinden su kaynaklarında yaşanacak darlık üretimi olumsuz etkileyecektir.

Hayvancılığımız da olumsuz etkilenecek tarımın diğer alt sektörlerden biridir. Özellikle sıcak stresi hayvanlarımızda et ve süt kaybına neden olacaktır. Kuraklık, bedava yem kaynağı olarak kullanılan meralarımızın vejetasyonunda oluşturacağı değişiklikle hayvancılığın verimine olumsuz etkide bulunacaktır.

Kuraklık iç sulardaki balık türlerinde azalmalara yol açacak. Suların sıcaklığının artması balıklarda üreme bozukluğuna yol açacak, yaşam mekanlarında meydana gelecek küçülmeyle de yok olacaklardır. Gerek denizler gerekse iç sularda sıcaklığın artışına paralel hastalıkların da artmasından dolayı kültür balıkçılığı ekonomik olmaktan çıkacaktır.

1869 yılında Süveyş kanalının açılmasıyla zaman içinde kimi balıkların Hint Okyanusu ve Kızıl Deniz’den Akdeniz’e, Akdeniz’dekilerin Ege’ye, Ege’dekilerin de Marmara ve Karadeniz’e geçmeye başladıkları görülmüştür. Ancak daha serin olduğu için en kuzeydeki Karadeniz’i seçmiş olan Hamsi’nin gidebilecek yeri olmadığından, burada sıcaklık artışıyla birlikte muhtemelen yok olacaktır.

Karbon Dioksit Miktarının Tarımsal Üretime Etkisi

Atmosferde bulunan karbon dioksitin miktarı şartlara bağlı olarak tarımsal üretim üzerine hem olumlu hem de olumsuz etkilere sahiptir.

Sıcaklık ve nemin optimum optimum düzeylerde olması halinde tarımsal üretimde artış sağlanmaktadır. Atmosferde karbon dioksit miktarı ne kadar fazla artarsa, bitki fotosentez için gerekli karbon dioksiti yaprak yüzeyindeki stomalarını çok daha az açmak suretiyle alabilmekte, bu nedenle de stomalarından buharlaşma yoluyla daha az nem kaybetmektedir. Karbon dioksitin ortamda azalması durumunda stomalar tam açılmakta ve nem kaybı da artmaktadır. Bu veriler ışığında kuzey enlemlerde tarımsal üretimin artacağını söyleyebiliriz.

Ancak, aynı zamanda bir sera gazı olan karbon dioksitin atmosferdeki miktarının artması sera etkisi dolayısıyla sıcaklığı arttırması ve kuraklığa neden olmasından dolayı tarımsal üretimde düşmelere neden olmaktadır. Ülkemiz de bu olumsuzlukları yaşayacaktır.

Tedbir Alınmazsa

Paris’te Şubat 2007’de 2500 bilim adamı ve 800 uzman tarafından hazırlanarak açıklanan rapora göre ortalama sıcaklığın 2 0C’yi aşması durumunda dünyanın bu değişime uymakta zorlanacağı, önlem alınmazsa 2100 yılına kadar sıcaklıktaki artışın 4 0C’yi bulacağı, bu durumda tarımsal üretimin duracağı dünyanın büyük bir felakete sürükleneceği belirtilmektedir.

Şu anda küresel ısınmaya yol açan olumsuzluklar tamamıyla önlense dahi atmosferde kalmaya devam edeceklerinden dolayı etkileri daha yüzlerce yıl devam edecektir.

Olumsuzluklar Birbirini Tetikliyor

Karbon dioksitin atmosferdeki miktarını konusunda okyanusların oldukça hassas bir işlevi bulunuyor. Şayet sera etkisinin artmasına bağlı olarak okyanus sularında ısınma meydana gelirse, okyanuslardan atmosfere verilen karbon dioksit miktarı artmaya atmosfer daha sıcak olmaya, tersi olarak da atmosferde soğuma olduğunda da atmosferden karbon dioksitin emilmesi dolayısıyla okyanuslar bu sefer de soğumayı arttırıcı bir etkiye sahiptir.

Ormanlar günümüzde hızla yok ediliyor, sıcak ve kuraklığın etkisiyle ormanlar yok oluyor. Oysa ormanlar, fotosentezde kullandıkları karbon dioksitteki karbonu vejetatif aksamında kullanarak bağlaması nedeniyle en önemli karbon yutak alanlarıdır ve atmosferden bu yolla karbon dioksiti eksiltirler. Ancak yandıklarında ise bünyelerinde yıllarca hatta yüzyıllarca biriktirdikleri karbonu bir anda atmosfere vermek suretiyle karbon dioksiti hızla arttırırlar.

Sibirya’nın batısında 11 bin yıldır donmuş halde bulunan ve yaklaşık Fransa ve Almanya büyüklüğündeki turbalıklar, küresel ısınmanın etkisiyle 3-4 yıldır erimeye başladı. Bilim insanları donmuş halde bulunan bu turbalıklarda 580 milyar ton karbon olduğunu ve erimenin devam etmesiyle gelecekte bunun metan gazı olarak atmosfere dahil olacağını bildiriyorlar. Bu durum çoğu bilim insanını endişelendirmekte ve kimileri son verileri toplamaya zaman bile kalamayacağını beyan etmektedir.

Yapılması Gerekenler

Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sera gazı çıkışından %77 oranla enerji üretimi, %9 oranında sanayi, %5 oranında tarım sorumludur. Açıklamalardan da anlaşılacağı üzere küresel ısınmanın önlenmesinde olumlu bir adım atmak için öncelikle enerji ve sanayi üretiminde fosil yakıtların kullanılması yerine daha temiz ve doğayla dost yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelim sağlanması gerekmektedir.

İnsan sağlığı açısından baktığımızda ise kent alanları içerisinde daha geniş yeşil alanların bulunması bir zorunluluktur. Yeşil alanlar kentin hava akımını sağlayarak serinlik oluştururlar. Beton ve asfalt gündüz emdiği güneş enerjisini gece dışarı vermekte ve bu nedenle de beton yığını kentler kırsal alanlarına oranla gündüzleri 1 0C, geceleri ise 6 0C’ye kadar daha sıcak olmaktadırlar. Bu da klimalar vasıtasıyla enerji kullanımını ve dolayısıyla sera gazı salınımını artırmaktadır. Sıcak, insanda strese yol açmakta ve özellikle de yaşı ilerlemiş kişilerde ölüme yol açmaktadır.

Denizlerin yükselmesi karşısında risk taşıyan alçak kıyı düzlükleri şimdiden tespit edilerek seddeler oluşturulmalı, kıyı koruma tedbirleri oluştururken de doğanın dengesini bozmamaya özen gösterilmelidir. Aynı şekilde kıyılardaki sulak alanlar da koruma altına alınmalıdır.

Değişen yetiştirme periyotlarına paralel bitkisel üretimde ekim zamanlarının da değiştirilmesi gerekir. Özellikle kurağa dayanıklı çeşitler geliştirilmelidir.

Tarımda suyun israfına yol açan vahşi sulama yöntemlerinin terk edilerek, suyun daha tasarruflu kullanıldığı damla ve yağmurlama sulama yöntemlerine geçilmelidir.

Yağışın az ve dolayısıyla su kaynaklarının kısıtlı olduğu yörelerde çeltik gibi bol su isteyen ürünlerin tarımından vazgeçilerek, bu ürünler kaynakların nispeten daha bol olduğu bölgelere kaydırılmalıdır. Dolayısıyla Türkiye’nin üretim planlamasını en kısa sürede yapmasının zamanı gelmiştir.

Ormanlarımız en önemli karbon yutak alanları olup onları daraltmak yerine kurağa dayanıklı ağaçlar dikerek genişletmeli, yangınlara karşı korumalıyız.

Biyoçeşitliliğin devamını sağlamak açısından ülkelerin işbirliği ile bitki ve hayvanlar için göç yolları oluşturulması gerekir.

Su kaynaklarını bundan sonra artırmamız söz konusu olamayacağına göre mevcutları korumalı, onları kirletmemeliyiz. Özellikle atık suların arıtarak kullanım suyu olarak defalarca kullanılması sağlanarak alternatif su kaynakları sağlanmalıdır.

Türkiye belirgin bir su politikası derhal oluşturmalı, gerek su gerekse toprak kaynakları ile ilgili yetkileri kurumlar arasında dağıtmamalı, tek bir elde toplamalıdır.

TARIM ve KÖYİŞLERİ BAKANLIĞI’NIN ADI DEĞİŞİYOR MU?


Prof. Dr. Mustafa KAYMAKÇI
Ege Ü. Ziraat Fak. Öğretim Üyesi
mustafa.kaymakci@ege.edu.tr

Bir süredir Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın adının değiştirilmesi konusunda çalışmalar yapıldığı biliniyor. Kimi çevreler de bunu yüksek sesle söylemeye başladılar. Son olarak 24 Mart 2007 de İstanbul’ da düzenlenen ‘Et ve Süt Sektöründe Küresel Vizyon’ konulu toplantıda da bu yaklaşım dile getirildi.

Bakanlık adı niçin değiştirilmek isteniyor?

Bakanlık adından köyişleri sözcüğünün çıkarılarak, Tarım ve Gıda Bakanlığı haline dönüştürülmesi isteniyor. Bu şekilde bakanlığın örgütlenme yapısı da farklılaştırılarak daha çağdaş(!) ve Batı’ya daha uygun duruma getirilecekmiş. Bakanlık adında köyişleri sözcüğünün olması tarımdaki atılım yapmayı engelliyormuş. Bir başka deyişle köylülük Türkiye’nin ilerlemesinde en büyük sorunmuş. Çünkü köylüler tutucuymuşlar, üretken değillermiş ve Türkiye’ nin sırtında kamburlarmış. Kimi ikinci cumhuriyetçi enteller bunları söylüyorlar.

Köylülük ve köy düşmanlığı ne zaman başladı?

Köylülük ve köy düşmanlığı Türkiye gündemine 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle sokuldu. Darbeyle Türkiye tam denetimli olarak “Batı’nın güdümüne” sokulmak istendi. Bunun için, Türkiye Tarımı’ nı çökertmek üzere kimi ekonomi politikaları devreye sokuldu. Bu bağlamda;

• Tarımsal KİT’ ler özelleştirildi, kapatıldı ya da işlevsiz duruma getirildi.
• Türkiye Tarımı’ nda varolan doğrudan desteklemeler giderek azaltıldı, neredeyse yok edildi.
• İç pazarda geçici olarak yükselen tarım ürünü fiyatlarını düşürmek ve terbiye etmek amacıyla dışalımlar yapıldı.
• Köylülerin örgütlenmesine önemli ekonomik-politik engellemeler getirildi. Örneğin Köy-KOOP kapatıldı ve ancak 18 yıl sonra işlevsiz olarak tekrar açılmasına izin verildi.

Yukarıda anılan ekonomi politikalarıyla Türkiye Tarımı geriletildi. Ancak bu durum aynı zamanda kırsal kesimde önemli çözülmeleri gündeme getirdi;

• Kırdan önemli ölçüde göçler oldu. Bu göçler devam ediyor. Son iki yılda iki milyona yakın köylümüzün kente yerleştiği belirtiliyor.
• Kente yerleşen köylüler için sanayi ve hizmet sektöründe yeterince iş olanağı olmadığı için işsizlik arttı. İşsizlik, sadaka kültürünü yarattığı gibi kentlerde önemli güvenlik sorunlarını da ortaya çıkardı.
• Kentli ile köylü arası açılmaya çalışıldı, köylülerin kentlileri sömürdüğü iddia edildi.
• Umarsız kalan köylüler arasında dayanışma mekanizması erozyona uğramaya ve binlerce yıldan beri oluşan kültürel yapı dağılmaya başladı. Bunun sonucunda bölgecilik, etnik ve dinsel yapılanmalar gibi ayrımlaşmaları ortaya çıktı..

Tarım ve köylülüğü çökerten politikaların arkasındaki gerçek ne?

Yeni dünya düzeni adı verilen neo-liberal politikalarla (daha doğrusu bu politikalar özünde tekelci, bir başka deyişle emperyalist politikalardır.) Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde bitkisel ve hayvansal ürün ile tarımsal sanayi girdilerinde (gübre, ilaç, gıda girdileri, tohumluk ve damızlık hayvan gibi...) olağanüstü stoklar oluştu. Bu stokların eritilmesi için pazar bulunması ve pazar hacminin genişletilmesi yaşamsal bir zorunluluk olarak ortaya çıktı.

Bunun için Türkiye gibi ülkelerde;

• Yurt içi tarımsal üretimin geriletilmesi ve
• Köylülüğün çökertilmesi gerekiyordu.

Üstelik köylülüğün çökertilmesiyle üniter devletin çözülme sürecine sokulması, böylelikle Türkiye’nin daha fazla denetim altına alınabilmesi kolaylaşacaktı.

Köylülüğün tasfiyesi konusunda kimi enteller ne düşünüyor?

Köylülüğün tasfiye edilmesi konusunda, birbiriyle amaçta değilse bile, sonuçta aynı kapıya çıkacak iki yaklaşım var gibi gözüküyor.

Birinci yaklaşım metamorfoz geçiren yeni liberallere ait. Bunlara göre Türkiye Tarımı’ nın çağdaşlaşabilmesi için kapitalist işletmelere gereksinme vardır. Bu bağlamda şirket tarımcılığı gelişmeli, tarım bakanlığının muhatabı bunlar olmalıymış. Tembel köylü ortadan kalkınca tarımın gelişmesi olası olacakmış.

İkinci yaklaşım, kendini toplumcu(!) olarak niteleyen kimi entellere ait. Bunlara göre de Türkiye Tarımı’nın rekabet eder duruma gelmesi için tarımsal işletmelerin dev işletmeler durumuna gelmesi zorunluymuş. Bu bağlamda her bir köy, bir tarım işletmesine dönüştürülmeliymiş. Bu işletmeler kooperatif işletmeler de olabilirmiş.

Sonuç olarak Türkiye Tarımı’nın rekabet eder duruma gelmesi için köylülüğün tasfiyesi şartmış.

Dev işletmeleri savunanlara kimi sorular

• İşletmelerin rekabet eder duruma getirilmesi için mutlaka dev işletmeler durumuna getirmek şart mı? Orta hatta küçük işletmeler bile gerekli örgütlenmeler yapıldığı zaman rekabet eder duruma gelemezler mi?
• Dev işletmeler her zaman verimli mi? Verimlilik ile işletme büyüklüğü arasındaki ilişki ne düzeyde olumlu?
• Dev işletmelerde tarım işçisinin yabancılaşması sorununu çözümlemek olası mı?Kapitalist işletmelerin yanı sıra kolektif işletmelerde bile bu sorun ortaya çıkmadı mı? (Zorunlu bir açıklama; Burada kast edilen kolektif işletmeler, geçmişte reel sosyalist ülkelerdeki tepeden inmeci bir anlayışla yönetilen ve demokratik olmayan işletmelerdir. Bunlar çökmüştür. Ancak günümüzde demokratik olarak yönlendirilen kimi kolektif işletmeler, “Örneğin Brezilya’da MST hareketi, Küba’da ve hatta İsrail’deki Kibuztlar gibi” başarılıdırlar ve desteklenmelidir).
• Dev işletmelerde çevre sorunu ne olacak? Örneğin binlerce ineği yetiştirerek çevreye uyumlu bir üretim yapmak olası mı?
• Türkiye’ye dev işletmeleri öneren ABD/AB ülkelerinde bile,dev işletmelerin payı dikkate alınacak boyutta mı? Anılan ülkelerde ideal işletme büyüklüğü nedir?
• Türkiye’de dev işletmeleri oluşturmak yerine, aile işletmeciliğini güçlendirerek büyük ölçekli üretim amacıyla üretim ve pazarlamada örgütlü hareketi sağlama daha rasyonel değil mi? Bu şekilde ulusal besin güvencesi daha sağlıklı kurulamaz mı?

Bu soruları artırabiliriz. Son sorumuz şu; Tarımdaki olumsuzlukları salt işletme büyüklüğüne indirgeme, bu anlamda her zaman dev işletmeleri savunmak, Batı’dan esinlenen bir yanılgı değil midir? Bu yanılgı bizi selamete değil, teslimiyete götürmez mi?

SÖZLEŞMELİ DAMIZLIK SÜT SIĞIRCILIĞI KİME HİZMET EDECEK?


Prof. Dr. Mustafa Kaymakçı
Ege Ü. Ziraat Fak. Öğretim Üyesi
mustafa.kaymakci@ege.edu.tr


19 Ocak 2007 tarihinde Tarım ve Köyişleri Bakanlığı Tarımsal Üretim Genel Müdürlüğü’nde yapılan bir toplantıda, süt sanayicisinin önde gelen 12 farklı kuruluşuna ‘Sözleşmeli Damızlık Süt Sığırcılığı Projesi’ nin tanıtımı yapılmış. Sanayicilere sunulan bu proje ile, en az 20, en çok 50 baş süt sığırı kapasitesine sahip sözleşmeli üretim yapacak işletmelerinin kurulması öngörülmüş. Proje de, Ziraat Bankası ve Tarım Kredi Kooperatifleri’nce kullandırılacak % 60 faiz indirimli kredi ve diğer desteklemeler, belli kapasite ve ölçekte olan süt sanayi ve entegre süt sığırcılığı işletmeleri aracılığı ile kurulacak işletmelere sağlanacakmış. Proje, ülke genelinde değil, büyük süt sanayicilerinin etkin olduğu illerde uygulanacakmış.

Özetlenen ‘Sözleşmeli Damızlık Süt Sığırcılığı Projesi’ birçok açıdan eleştiriye açık. Bunları, kısaca açalım.

Proje Tanıtım Toplantısına Üretici Temsilcileri Neden Çağrılmadı?

Tanıtım toplantısına, damızlık sığır yetiştiricilerinin(Damızlık Sığır Yetiştiricileri Birliği) çağrılmaması, iktidarın siyasal ve sosyal tercihinin kimlerden yana olduğunu ortaya koyuyor. Toplantıya çok sınırlı sayıda sanayicinin katılması, iktidarın üreticiden yana değil, güçlülerden yana olduğunu, süt sanayinde tekelleşmeyi öngördüğünü gösteriyor.

Projenin Sakıncaları

1.Projeden kredi alacak yetiştiricileri süt sanayicileri seçecek ve aralarında 5 yıl süreyle bir sözleşme yapılacak. Süt fiyatlarını sanayici belirleyecek. Çiftçinin hiç pazarlık gücü olmayacak.
2.Kredi geri ödemesi, her ay satılan sütün bedelinden kesilecek. Bu durum, üreticinin üretim yapabilmesini olumsuz olarak etkileyecek. Bilindiği üzere süt üreticisi, karlılığını büyük ölçüde sütten değil, mevsimlik olarak pazarladığı düve ve danadan sağlar.
3.Projeye girecek sözleşmeli çiftçilere, damızlık temini, ilgili süt sanayi kuruluşları tarafından onların belirlediği fiyattan sağlanacak. Bu şekilde damızlık alımında bile çiftçinin hak sahibi olma durumu olmayacak.
4.Sözleşmeli çiftçi sayısının artışına bağlı olarak toplu damızlık gebe düve talebi de artacak.. Bu şekilde neredeyse 10 yıldan beri hastalıklar, özellikle Deli Dana(BSE) hastalığı nedeniyle dışalımın yasak olduğu Avrupa Birliği’nden damızlık hayvan dışalımının önü açılacak.

Sözleşmeli Damızlık Süt Sığırcılığı Modeli Avrupa Birliği’nde Var mı?

Sözleşmeli tarım modeli, şu anda Avrupa Birliği’nde uygulanan üretim modeli değildir. Avrupa Birliği’nde uygulanan model, üreticinin aynı zamanda sanayici olması modelidir. Bir başka deyişle üretici kendi ürettiği ürünü, yine kendi kurduğu fabrikada işler. Bu şekilde katma değer, büyük ölçüde üreticiye döner. Bu amaçla, tarımsal kooperatifçilik, en yüksek düzeyde üretimde olduğu kadar, ürünlerin işlenmesinde ve pazarlanmasında da egemendir.

Avrupa Birliği Ülkeleri’nde durum böyle olmakla birlikte, Türkiye’de sahneye konulan bu modelin arka cephesinde acaba kimler var? Sorgulamaya değer değil mi?

Özetle ‘Sözleşmeli Süt Sığırcılığı Projesi’ ile kamu parasının kullandırılması büyük süt sanayicilerine bırakılacak ve yetiştiriciler onlara mahkum edilecektir. Diğer yandan projenin Avrupa Birliği açısından en önemli getirisi, hayvan dışalımına konan yasağın kaldırılması olacaktır. Bu şekilde Avrupa Birliği Ülkeleri bir kez daha, sığır sayısı bakımından girmiş olduğu krizden kurtulacaktır. Bu durum Batı’nın bir yüzünü daha size anımsatmıyor mu?

Tohumculuk Kanunu; Yabancı Tohumculuk Firmalarının Çiftçiye, Tüketiciye, Doğaya, Saldırısı mı?

Sorular ve Cevaplar

Soru: Tohumculuk kanunu Avrupa Birliği (AB) yolunda yeni bir adım mı?
Cevap: AB bizden başka konularda talep ettiği gibi, bir tohumculuk kanunu çıkarılmasını talep etmedi. Ancak tohumculuk kanununun “AB’ne uyum” paketi içinde ve temel yasa olarak Meclise getirilmesi, bu tür kanunların hızlı görüşülebilmesini sağladığından, yasanın kısa bir zaman içinde, fazla muhalefete yol açmadan çabucak meclisten çıkarılması amaçlandı. Böylelikle eleştiriler büyümeden fırtına hızı ile yasalaşması ve karşıtlarının çağdaşlaşma düşmanı ilan edilmesi sağlanmak istendi. 31 Ekim 2006’da 5553 sayı ile çıkan “Tohumculuk Kanunu” ülkemiz biyoçeşitliğini, çiftçi ve tüketici haklarını yok edecek zaman ayarlı bir bomba.

Soru: İyi de Avrupa Ülkelerinde de benzer kanunlar yok mu?
Cevap: Çoğunda benzer kanunlar var, ancak bu ülkelerde de çiftçiler ve tüketiciler bu yasalardan şikâyetçi. Hatta başta AB ülkelerinden olmak üzere dünyanın çeşitli köşelerinden 30 çiftçi kuruluşu çiftçi, tüketici çıkarlarına aykırı, biyoçeşitliliği yok edecek olan bu yasanın ne Türkiye ne de dünya için iyi olmayacağını bildirdiler ve milletvekillerine yazılar gönderdiler. Ayrıca bu ülkelerde çiftçiler ve tüketiciler örgütlü onlara rağmen bir şey yapmak pek kolay değil. Avrupa Birliği ülkeleri tohum yasalarını çıkarmadan önce tohum kullanımının sınırlarını belirleyen Biyogüvenlik Yasalarını çıkarttılar, önlemleri var.

Soru: Irak’ın da benzer bir yasası varmış.
Cevap: Irak’ı işgal eden güya koalisyon kuvvetleri komutanı Paul Bremer’in imzalayarak Irak kanunu olarak yürürlüğe soktuğu 81 nolu kararındaki tohumculuğu düzenleyen 51-79 arası maddelerinin içeriği bizim yasamıza çok benziyor. Orada işgalle dayatılan kanun bizde üzülerek söyleyelim yeterince tartışılmadan TBMM’ce çıkarıldı.

Soru: Kim destekliyor bu yasayı?
Cevap: Başta ABD olmak üzere AB’deki büyük tohum şirketleri bu tür yasaları bütün dünyada destekliyor. Onların çiftçiyi, tüketici haklarını, doğayı ve biyoçeşitliliği korumak gibi bir amaçları yok. Onlar için varsa yoksa çıkarları önemli.

Soru: İyi de kanunla kaliteli tohum satılması sağlanmayacak mı? Siz değişimden yana değil misiniz?
Cevap: Şüphesiz kaliteyi artıracak çabaları desteklememiz gerekir. Bu yasadan önce her şey iyi idi demiyoruz. Ancak yasayı destekleyenlerin asıl amaçları kaliteli tohum değil, karlarını arttırmak. Büyük şirketlerin ithal ettiği tohumlarla birçok hastalık ve sorun geldiğini biliyoruz. Örneğin başta Niğde olmak üzere Nevşehir, Kayseri, Giresun, Ordu, Trabzon’a ithal patates tohumlukları ile patates kanseri hastalığı geldi. Tarım ve Köyişleri Bakanlığı bu hastalığa patates siğili demekte. Bu illerde birçok köyde 30 yıl boyunca patates ekimi yasaklandı. Başka birçok tarla, bahçe bitkisinde de, ithal tohumluklarla ve fidanlarla pek çok problemin Türkiye’ye getirildiğini Ziraat Fakültelerinden araştırmacılar açıkladılar. Özellikle tohumla taşınan virüs hastalıkları son zamanlarda, yani ithal tohumdaki olağanüstü artışla sebzelerde birincil tehdit öğesi durumuna gelmiştir. Bu nedenlerle biz iyiden yana olan bilimsel doğruları içeren değişimlerden yanayız, ancak bu tür, üretici ve tüketicilerin zararına olan ve kamu yararına olmayan düzenlemelere karşıyız.

Soru: Tohumculuk alanında çok kâr var mı? Türkiye bu konuda dışa bağımlı mı?
Cevap: Türkiye tohumda yaklaşık 30 milyon dolarlık ihracat, 70 milyon dolarlık ithalat yapmakta. Şu anda dışa bağımlı sayılırız. Dünya tohum devleri şu anda özellikle sebze tohumlarında, örneğin domates gibi bitkilerin tohumunda tam hâkimiyet elde ettiler. Bu nedenle domates tohumunun gramı altından daha pahalı.

Soru: Buğday gibi şu anda devletin tam olarak çekilmediği alanlarda da aynı hegemonyayı kurarlarsa yandık o zaman değil mi?
Cevap: Buğday gibi kendine döllenen bitkilerde bu durum domates kadar kolay değil. Ancak, çok uzun süreli ıslah çalışmaları gereken bu alanlara girmeleri zamanla mümkün ve bu da buğdayın temel besin maddesi olması nedeniyle belki de çok daha tehlikeli olacak.

Soru: Kendine döllenme ne demek?
Cevap: Domates gibi bazı bitkilerde dişi organları, çoğunlukla başka bitkilerdeki erkek organların saçtığı polen tozları ile döllenir. Bunlar yabancı döllenen bitkilerdir. Buğday gibi bitkilerde ise aynı bitkinin erkek organlardan döllenme sağlanır. Bunlar da kendine döllenen bitkilerdir. Ancak çok az miktarda başka bitkilerden de polenler gelebilmektedir. Buğday gibi kendine döllenen bitkilerde tohumun genetik (irsi) özellikleri pek değişmeden devam eder. Bu nedenle çiftçi kendi tohumluğunu veya komşusundan aldığı tohumluğu bir süre rahatlıkla kullanır. Bu yüzden dev şirketler buğday gibi kendine döllenen bitkilerde fiyatları altın kadar pahalı yapamayabilirler, ama amaçları her alanda hegomonya sağlamaktır. Aslında olay biraz daha çok boyutlu.

Soru: Nasıl yani?
Cevap: Ulusötesi şirketler tohuma sahip olarak başka birçok alanda da ağalıklarını kurmak istiyorlar. Örnek olarak Vietnam savaşında kullanılan orange agent denilen ormanları yok edici kimyasal silahın üreticisi olarak ün yapmış olan Monsanto şirketi, GDO’lu (Genetik Olarak Değiştirilmiş Organizmalar) tohumlar üretmektedir. Bu şirket GDO’lu bir pamuk çeşidi üretiyor. Bu çeşit ot öldürücü (herbisit) ilaçlara dayanıklıdır. Dolayısıyla pamuğa çok zarar vermeden yoğun ot öldürücüsü kullanılabilmektedir. Şirket bu çeşitle uyumlu ot öldürücüsünü de satmaktadır. Doğal olarak yoğun herbisit kullanımı ve GDO’lu pamuk kullanımı insan sağlığı, çevre kirliliği ve biyoçeşitliliğe büyük bir tehdit oluşturmaya da başlayacaktır. GDO’lu çeşide bağlanan çiftçi ot öldürücüsüne de bağlanmaktadır. Bu ve başka birçok yoldan dev şirketler çiftçiyi avuçlarının içine alacaklardır.

Soru: Yasadan GDO’lu çeşitlerin kullanımı çıkarılmış, doğru mu?
Cevap: Başlangıçta yasa GDO’yu kapsayacak şekilde bir ifade ile hazırlanmış idi. Ancak yoğun tepki üzerine GDO ifadesini çıkardılar. Ancak bunu uzlaşıyoruz görüntüsü de vererek o şekilde yaptılar ki, aslında yasa GDO’lu tohumlara kapalı da olmamış oldu. Sadece yasada GDO ifadesi yok. Ama değişen bir şey olmadı.

Soru: GDO’lar Türkiye ve dünyada yayılırsa ulusötesi tohum şirketlerinin hâkimiyetini katmerlendireceğini çıkarıyorum. Doğru mu?
Cevap: Evet. Ayrıca GDO’nun getireceği diğer tehlikeler de var. Öncelikle bir ürünün kalıtımına bir gen eklendiği ya da bir geninde değişiklik yapıldığında, değişen çevre koşullarının da etkisiyle ve gen dizilimindeki yeni durumda genler arası etkileşimlerle nasıl bir karakter oluşacaktır? Bunu kesin olarak saptayan bir sistem henüz bulunmuş değildir. Bu durumuyla GDO’ların kendisi doğrudan insan sağlığı ve çevre için potansiyel bir tehdittir. En azından şimdiden bilinen budur.

Soru: Tohumculuk kanununun biyoçeşitliliği yok edeceğini söylüyorsunuz. Biyoçeşitlilik ne demek? Televizyonda ayıların yok olması ile ilgili bir şeyler görmüş idim. Bu değil mi? Tarımda bunun işi ne? Biyoçeşitlilik olmasa olmaz mı?
Cevap: Biyoçeşitlilik kısaca belirli bir alanda hayattaki çeşitliliktir. Bu alan küçük ev bahçeniz de olabilir. Bir köy, ilçe, Türkiye ve hatta dünya da olabilir. Biyoçeşitliliğin en az üç boyutu vardır. Örneğin bir köyde buğday, pamuk, ıspanak, mercimek gibi bitki türlerinin; koyun, sığır gibi hayvan türlerinin çok olması “tür çeşitliliğidir”. Diğer boyut ise “genetik çeşitliliktir”. Bu ise aynı tür içinde çeşit zenginliği, örneğin buğdayın çok çeşidinin olmasıdır. Üçüncü boyut ise “ekosistem çeşitliliğidir”. Bu ise sulak alan, ormanlık alan gibi biyolojik sistemlerin çokluğu ve bütün canlılar arasında çok sayıda birbiri besin olarak veya dayanışma için kullanma anlamında süreçlerin çeşitliliğidir. Türler arasında özellikle beslenme açısından birbirlerine bağımlılık olduğunu biliyoruz. Bir ilaç uygulaması ya da kalıtım yoluyla bir türün ya da bazı türlerin yok edilmesi doğal dengeleri alt-üst eder ve giderek besin zincirini koparabilir. Doğal alanlarda ve tarım alanlarında biyoçeşitlilik yoksa o bölgede hayat çöker. Her şeyin tekdüze olduğu farklı olmaya şans tanınmadığı bir dünya ne kadar anlamlı olur. Bu anlamlarda boz ayının yaşamaya devam etmesi gereklidir. Ancak tarımda da biyoçeşitlilik önemlidir. Örneğin 1840 yılında İrlanda’da tek bir ürün yani patates en yaygın ekilmekte idi. Tek bir patates çeşidi vardı. Ortaya çıkan patates mildiyösü denilen bitki hastalığı patatesleri çürüterek çok zarar verdi. İrlanda’nın nüfusu 8 milyondu, 1.5 milyon insan açlıktan öldü. Bir milyon göç etmek zorunda kaldı. Hâlbuki patatesin geldiği Latin Amerika’da 3800 çeşit patates ve 100 yabani patates türü vardı. Latin Amerika’da bu hastalık çok az zarar verdi. Çünkü bu çeşitlerin bir kısmı zarar görse de çoğu dayanıklı oldu. Çiftçiler de buna göre tohumlukları seçtiler.

Soru: Yani biyoçeşitlilik bir bakıma tarımın, çevrenin sigortası mı?
Cevap: Doğru. Biyoçeşitlilik olmazsa hayat durur.

Soru: İyi de şimdi kimyasal mücadele ilaçları ile sorun olduğu söylenen bu hastalıklar halledilmez mi?
Cevap: Dünya da ve Türkiye’de mücadele ilaçlarının çare olamadığı çok örnek var. 1970’de ABD’de mısır üreticileri bir hastalığa engel olamadılar ve bir milyar dolar kaybettiler. Sorun gene az sayıda mısır çeşidi idi. Mücadele ilaçlarının hastalığı önlemesi durumunda ise bunun getirdiği maliyeti ulusötesi şirketler hiç hesaplamıyor. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü FAO 2000 yılındaki bir raporunda tarımın sera gazlarına katkısının %20-30 arasında olduğunu saptamıştır. Bu durum böyle gidemez. Ayrıca tarım ilaçları ve kimyasal gübre kullanımı çiftçinin ürün maliyetini arttırıyor ve hem kendi ailesinin hem de tüketicilerin zehirli ve kansorejen besinler tüketmelerine yol açıyor. Tarım ilaçlarını ve kimyasal gübreleri hiç kullanmadan veya çok az kullanarak daha verimli tarım yapılabileceği artık kanıtlanmıştır. Ayrıca dünyada açlık sorununun gelir dağılımı sorunu olduğu Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü FAO’nun verileri ile de ispatlanmıştır. Bir yandan şişmanlıktan patlayacak insanların diğer yandan açların olduğu bu dünyada açlık teknik bir sorun değil politik bir sorundur.

Soru: Anladığıma göre ulusötesi tohum şirketlerinin az sayıda tohumla çalışarak biyoçeşitliliği yok edeceğini söylüyorsunuz. Onlar da çok çeşitle çalışamazlar mı?
Cevap: Çiftçiler tarımın dünya’da ortaya çıktığı yıllardan, yani on bin yıldan beri bilinçli seçimlerle kendi topraklarına ve çevrelerine uygun, hastalık ve zararlılara dayanıklı birçok çeşit geliştirdiler. Bunlar kimyasal ilaç ve kimyasal gübresiz yetiştiriliyorlardı ve lezzetleri de (dolayısıyla besleyici değerleri) çoğunlukla şirketlerin tohumlarından üstün idi. Küçük bir coğrafi alanda yüzlerce çeşit çok olağandı. Şirketler çok yüksek kar elde edebilmeleri için bu sayıyı çok aza düşürmek zorundadırlar. Ayrıca çok çeşit tohumla çalışmayı kabul etseler bile bu işi, yani tohum geliştirme işini köylülerle işbirliği olmadan bu kadar fazla çeşitte yapamazlardı. Bu nedenle tohum geliştirme işinden köylüyü dışlamak zorunda idiler. Bu da onları az sayıda çeşitle çalışmaya mahkûm etti. Şirketler bilim adamlarını tekellerine alarak biyoçeşitliliğe aykırı bir yolda gitmeye başladılar. Bu eğilim 1960-1970’lerde “yeşil devrim” adı altında o zaman daha çok kamu kurumları ve uluslararası vakıflarca başlatılmış idi.

Soru: “Yeşil devrim” iyi sonuçlar vermedi mi?
Cevap: Tahıl üretimi arttı, ancak zararları çok daha fazla arttı. Birincisi sulanan alanların dışındaki alanlardaki üreticiler ve küçük üreticiler bundan zarar gördü, ürün fiyatları düşünce daha yüksek maliyetli ürünlerini üretemez oldular ve yoksullaştılar. İkincisi az sayıda çeşit ancak kimyasal ilaçlar ve kimyasal gübreler ile yetiştirilmek zorunda kalındı. Bu üretim maliyetini arttırdı, toprakların uzun dönemde bozulmasına yol açtı. Sular kirlendi. Besinler kirlendi ve besleyicilik özellikleri geriledi. Küresel ısınmaya katkıda bulundu. Kısacası düşük maliyetli olduğu ileri sürülen bu endüstriyel tarımın asıl maliyeti çok yüksektir.

Soru: Peki tohumculuk kanunu nasıl biyoçeşitliliğe zarar verecek?
Cevap: Yasayı savunanların biyoçeşitlilikten anladıkları yerel tohum çeşitlerinin kutularda tohum bankalarında saklanılması. Halbuki biyoçeşitlilik yaşayan bir şey olmalı. Kanunda tutulacak bir kataloğa kaydedilmeyen ticari çeşitlerin satılamayacağı belirtiliyor. Her ne kadar yasa köylülerin tohumluklarını değiştirebileceklerini kabul etmekte ise de kanun durulmuşluk (sabitlik) gibi çeşit özelliği göstermeyen köylü çeşitlerinin satılmasını yasa dışına itmektedir. Durulmuşluk çeşidin, tekrarlanan üretimlerden sonra veya belirli çoğaltım dönemleri sonunda ilgili özellikleri değişmeksizin aynı kalması, bir başka deyişle standart ürün vermesi anlamına gelmektedir. Bu ise çeşit altında bir biyoçeşitliliğin yasa dışı ilan edilmesidir. Çiftçinin yetiştirdiği bazı tohumlar ise durulmuşluk göstermemekte yani çıkan bitkiler arasında az çok farklılıklar görülebilmektedir. Bu durumda bunlar standart çeşit olmamakla birlikte çok değerli olmaktadır. Bu durum yasaklanacak bir şey değil korunacak bir değerdir. Ayrıca değişik nedenlerle kayıt altına alınmayan çeşitler de aynı şekilde yasa dışı olmaktadır. Böylelikle kanun ulusötesi şirketler için bir biyolojik temizlik (aynı etnik temizlik gibi) harekâtı yapmaktadır. Dev şirketler köylü çeşitleri ile rekabet etmek istememektedirler.

Soru: Pazardaki bir çiftçiden, gazete kâğıdından yapılma külahlara koyduğu maydanoz, roka, dereotu tohumlarını artık alamayacak mıyız? Yani, amcalar, teyzeler artık pazarda tohum satamayacak mı?
Cevap: Doğru, çiftçilerimiz yasa tam anlamıyla uygulandığında artık hiçbir şekilde tohumlarını satamayacaklar. Ne bireysel olarak bir şeyler ekmek isteyenlere, ne de diğer çiftçilere... Sadece çiftçiler kendi aralarında tohum değiştirebilecekler.

Soru: Şirketler sanırım tohumluklarını yüksek fiyatlarla satabilmek için çiftçilerin tohum değişimi ve ticaretine engel olmak istiyorlar. Bu nedenle fikri mülkiyet haklarına sığınmak istiyorlar. İyi de, bir gelişme olması için fikri mülkiyet haklarını kabul etmek gerekmiyor mu? O zaman kim tohumluk geliştirmek ister?
Cevap: Ulusötesi (çokuluslu) şirketler bütün dünyayı tarayarak, işlerine gelen ve çiftçilerin on bin yıldır geliştirdikleri çeşitlere iki tane gen koyarak bunlar üzerinden bir mülkiyet geliştirme peşindeler. Çiftçilerin doğadaki değişimlerden de yararlanarak geliştirdikleri bu çeşitler on binlerce gen içermekte. Bu şirketler bu genler için birisine bir ücret ödemiş mi? Ne hakla bunlar üzerinde bir mülkiyet iddia ediyorlar? Şirketlerin patentleme mantığına göre kullandıkları her çeşit için çiftçilere onar yirmişer milyar dolar ödemeleri gerekir. Ayrıca kendi çeşitlerinden gen kaçması yoluyla zarar verdikleri çiftçilere de tazminat ödemeliler. Halbuki GDO’lu tohum üreten firmalar bu durumlarda zarar gören çiftçilere “tohumumu çaldın” diye dava bile açmaktalar. Bu şirketler yeni bir şey icat etmedi ki bunların mülkiyetini çıkartsın. İşin doğrusu şudur: “yaşam patentlenemez” Hiç kimse on bin yıldır çiftçilerin geliştirdiği tohumları patentleyemez. Ayrıca gelişme veya yeni çeşit üretimi için mutlaka patent gerekmiyor. Bunun aslında en iyi örneği tohumlardır. Çünkü on bin yıldır çiftçiler tohum geliştiriyor. Hiç biri bunları patentlemiyor. Kendi aralarında değişiyorlar. Çağdaş başka bir örneği bilgisayara işletim sistemleri için verelim. Özgür yazılım (GNO) ve Linux tamamen birlikte çalışan birçok kişinin birbirlerinden hiçbir bilgi saklamadan ve ürettiklerini patentlemeye kalkmadan, kısacası ortaklaşa (kolektif) olarak geliştirdikleri bilgisayar yazılımlarıdır. Bu ise maddi çıkar gütmeden de gelişmenin olabileceğinin ispatıdır. Özgür yazılım şimdiden hızlı gelişimi ile birçok alanda patentli yazılımlara üstünlüğünü ortaya koymuştur.

Soru: Tohum alanında bunun karşılığı var mı?
Cevap: Aslında söyledim. On bin yıldır dünyanın her ülkesinde çiftçiler kolektif tohum geliştirmeyi başardılar. Ancak bunun çağdaş şekli “katılımcı ıslah” olmaktadır. Katılımcı ıslah dünyada hızla yayılıyor. Bilim insanları ve köylüler bu uygulamada en başından itibaren birlikte çalışarak tohum ıslah ediyorlar.

Soru: Türkiye’de bu uygulama var mı?
Cevap: Nohut çeşitleri geliştirmede duyduğumuz bir örnek var. Ziraat Fakülteleri ve Tarım ve Köyişleri Bakanlığı bu konuya girmeli. Ancak tarım alanındaki kooperatif, oda, dernek vb. kurumlar öncülük yapmalı.

Soru: Şirketler tohum üretmesin mi?
Cevap: Üretmeli tabii. Ama köylü çeşitlerini yok etmeye çalışmamalı. Köylülerin tohum satmalarına kalite gerekçeleri ileri sürerek engel olmaya çalışmamalı. Daha kalitelisini üretebiliyorsa piyasada yer bulacaktır. Doğaya, çiftçiye, tüketiciye zarar vermeyecek tohum geliştirme çabalarının çeşitli yollarla desteklenmesi de sağlanabilir.

Aslında bir ulusun damak tadı ya da ağız tadı dediğimiz, tükettiğimiz ürünlere ait lezzet algılamamız uzun bir tarihsel süreçte oluşur. İnsanlar domates vb. ürünlerde alıştıkları lezzeti ararlar. Oysa ulusötesi şirketlerin sundukları ürün bambaşka bir lezzette olabilir. Bu açıdan bakıldığında olgu uluslararası sermayenin küreselleşme bağlamında tohumculuk üzerinden ağız tadımıza da getirdiği bir dayatmadır.

Soru: Büyük dev şirketlerin tohumları ile devletin geliştirdiği çeşitler veya köylü çeşitleri nasıl rekabet edecek?
Cevap: Maliyet ve verim konuları daha önce söylediğimiz gibi daha iyi tanımlanmalı. Lezzetsiz, tarım ilaçları ve kimyasal gübreler ile zehirlenmiş ve çevreyi zehirlemiş bir ürünün maliyeti sadece o ürünün birim maliyeti olarak dar anlamda hesaplanamaz. Bu tohumları üretmenin doğaya ve dolaylı olarak insanlara maliyeti ne olmaktadır? Bu tür üretime izin verme öncelikle politik bir tercihtir. Gerçekten organik ve sürdürülebilir tarım sistemleri ile daha düşük maliyetli üretimin mümkün olduğu dünya çapında ispatlanmıştır. Ancak zehirli besinler rahatlıkla satılmaya devam edebildikçe bu rekabetin kolay olmayacağı söylenebilir. Diğer yandan Tarım ve Köyişleri Bakanlığı da 1980’den bu yana sürekli geriletilmekte. Buna rağmen 1984’de geliştirilen Nazilli 84 ve 87 pamuk çeşitleri hâlâ Ege Bölgesinde ekim alanının yarısını alabilmekte. Yıllardır bakanlığın araştırma enstitülerini ihmal etmesine rağmen bu tür örneklere rastlanabilmesi gene de büyük başarı sayılır.

Soru: Tohumculuk kanununda kamunun bu alandan çıkarılacağı söyleniyor, doğru mu?
Cevap: Evet. Yasa kamunun tohum üretme, sertifikasyon, kayıt oluşturma, anlaşmazlıkların çözümlenmesi gibi hemen hemen bütün kamusal yetkilerini kurulacak olan bir tohumculuk üst birliğine devretmeyi öngörüyor.

Soru: Bu birliği yerli tohum firmaları oluşturacaksa çok sakınca olmamalı değil mi?
Cevap: Bu firmaların oluşturduğu dernek kendilerini yerli kuruluşlar olduklarını ilan etse de, şimdiden çoğunun büyük ulusötesi şirketlerin dümen suyunda oldukları çok açık. Reklâm ve tanıtım amaçlı çalışmalarında, kendilerini ve şirketlerini tanıtırken bile yabancı tohumların distribütörü olarak tanımlıyorlar. Ayrıca Türkiye tohumculuğuna yön vermek üzere düzenledikleri toplantılara katılanların neredeyse tamamının yabancı tohum devlerinin temsilcileri olduğu ispatlandı. Yani bu üst birlik yabancı tohum devlerinin güdümüne girecek. Nitekim tasarı TBMM’de görüşülürken Ziraat Mühendisleri Odası, bazı bilim insanları, tüketiciler, çiftçi ve bazı tarım örgütleri gibi gerçekleri açıklamaya çalışanlara karşı gösterdikleri saldırgan tavır yaşanacak sakıncaları şimdiden görmemiz açısından önemli.

Soru: Yani o zaman devletin yetkilerini de mi ele geçirmiş oluyorlar.
Cevap: Kesinlikle.

Soru: Bir çiftçi bu tohum devlerinin tohumundan memnun kalmaz ise, başvurduğu heyette aslında şirketin temsilcisini mi karşısında bulacak.
Cevap: Kesinlikle.

Soru: Tam bir hegemonya yani
Cevap: Çok doğru.

Soru: Bu yasadan kurtuluş yok mu?
Cevap: Anayasa mahkemesinden geri gelebilir. Ancak köylüler, tüketiciler, çevreciler, uzmanlar ve bilim insanları ve bunların örgütleri olarak alan savunması yapmalıyız. Kısa vadede kaybolan yerli tohumları korumalı, bunları doğal yollarla yetiştiren çiftçilere destek olmalı, tüketiciler ve üreticiler arasında kısa yollar bulmalı, doğrudan pazarlama sistemleri geliştirmeliyiz. Maç daha bitmedi. Hatta dünya olarak, ya yok olacağız, ya da bu mücadeleyi kazanacağız.

Soru: Ben de varım.

NOT: Bu broşür GDO'ya Hayır Platformu tarafından hazırlanmıştır.

Wednesday, April 25, 2007

TOHUM VE YAŞAM FORUMU JOSE MANUEL BENİTEZ'İN KONUŞMASI



TOHUM VE YAŞAM FORUMU
21-22 Nisan 2007

“TOHUM YAŞAMDIR”

TOHUMUN ŞİRKETLEŞTİRİLMESİ: MÜCADELE VE DENEYİMLER

KONUŞMACI: JOSE MANUEL BENİTEZ, COAG (Tarım ve Hayvancılık Örgütleri Koordinasyonu) TEMSİLCİSİ

GİRİŞ

Biyoçeşitliliğin korunması resmi mercilere ve ulusötesi tohum şirketlerine bırakılamaz. Bu yüzden, tarım organizasyonları olarak, yerel düzeyde olduğu kadar evrensel olarak da aynı yönde çalışmalar yapan diğer sivil toplum kolletifleriyle organizasyon içinde olmalıyız.

Biyoçeşitlilik konusu ancak ve ancak, toprağın doğru kullanımı ile ekosistemin devamlılığının sağlanması, kırsal bölgelerdeki nüfusun muhafaza edilmesi, tabiatın ve doğal kaynakların korunması gibi amaçlara ulaşmayı sağlayabilecek çeşitlendirilmiş çiftçi tarımı bağlamında anlaşılabilir.

Bu yüzden, COAG için toprağa bağlı, çiftçilerle beraber devam ettirilen ve de pazarlama zinciri içerisinde olabildiğince desteklenmiş bir tarımın sürdürülmesi çok önemlidir.

Bununla beraber, çiftçilerin, geleneksel tarım sistemlerinin kontrolu, kültürel pratikler ve tohumun yerel koşullara göre toplanması, çoğaltılması ve saklanması konularında bilgilerinin arttırılması ve yayılmasının çok gerekli olduğunu düşünüyoruz.

GENETİK KAYNAKLARIN KORUNMASI VE FARKLI YERELLERDE KULLANILMASI KONUSUNDA ÇİFTÇİ ÖRGÜTLERİNİN GÖREVLERİ

Tarım örgütleri olarak başlıca misyonumuz aşağıdaki genel amaçlarla beraber tohum alanında çifçilerin haklarını korumaktır:

• Tohum ve biyoçeşitlilik konularıyla ilgili karar organları ve yönetimlerde çiftçilerin mevcudiyetini arttırmak

• Ekili biyoçeşitliliğin devamlılığı için, çiftçiler tarafından geleneksel olarak yararlanılan pratiklerin korunmasının desteklenmesi.

• Çiftçilerin, çeşitli türlerden meydana gelen kolleksiyonlara hiçbir engel olmadan ulaşabilmelerini kolaylaştırmak.

• Ekimden elde edilen tohumun yeniden ekilmesine devam edebilmek ve çiftçinin bu hakkını kullanmasında karşısına çıkabilecek herhangi bir yasal ya da teknolojik kısıtlamaya karşı çıkmak.

• Resmi kataloglarda yer almasa dahi, istenilen tohumu üretebilmek ve değiş-tokuş yapabilmek.

• Genetik kaynakları korumak

• Genetiği değiştirilmiş ürün ve tohumlar yüzünden meydana gelen kirliliği önlemek ve genetiği modifiye edilmiş ürünlerin onaylarına karşı çıkmak.

• Kamu yardımı alabilmek ve sertifikalı tohum kullanmak arasındaki bağı reddetmek.

TARIM VE HAYVANCILIK ÖRGÜTLERİ KOORDİNASYONU’NUN FAALİYET ALANI / ŞEKLİ

• COAG’ın Faaliyetleri

COAG bölgesel sendikalar ile, İspanya Devleti’nin tüm topraklarında omurgalanmış bir yapıya sahiptir. Bunun yanında, etkinlik alanında, COAG bütün üretici sektörler ve bu konuya paralel alanlarda organize edilmiştir. Bu alanların içinde Ekolojik Tarım ve Hayvan Yetiştiriciliği, Tohum ve Çevre gibi konular, biyoçeşitlilik ve bitkilerin üremesi materyalleri ve genetik kaynakların korunması için gerekli olan tarımsal koşullar üzerinde yoğun çalışmalar yapılmış alanları sayabiliriz.

COAG’ın örgütlerine üye olan çiftçilerin birçoğu aynı zamanda yerel tohum ağlarına ya da ekolojik üretim veya genetik kaynakların korunmasıyla ile ilgili derneklere de üyedirler.

Ayrıca COAG, tarımsal biyoçeşitliliğin korunması ve bu çeşitlilikten yararlanılmasında aktif olarak çalışmaktadır. Bu çalışmalara üreticilerin birçoğu katılmaktadır. Bunun yanında, çiftçilerin temsiliyeti görevimizden dolayı ulusal ve uluslararası birçok foruma, örgüt ve organizasyon çalışmalarına da katılmaktayız:

• Evrensel olarak Via Campesina, kırsal platformda ve de İspanya Devleti Tohum Ağları çerçevesinde tarımsal genetik mirasın korunmasına yönelik çalışan örgütler.

• Avrupa Çiftçi Koordinasyonu ile tohum konusu ve genetk kaynaklar hakkında ortak çalışmalar.

• Avrupa Birliği çerçevesinde GENET

• Avrupa Komisyonu ve İspanya Devleti Tarım ve Çevre Bakanlıkları Danışma Komisyonları ile yasal ve idari düzenlemeler hakkında ortak çalışmalar

• Avrupa Komisyonu ile arabuluculuk gibi önemli rolleri olan COPA ve COGECA’nın Tohum, Çevre ve Ekolojik Tarım Çalışma Grupları.

Daha yoğun faaliyetler içerisinde olduğumuz ağları tamamlayacak olursak en önemlileri arasında şunları sıralayabiliriz:

• Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar

GDO’lar, ne çiftçilerin ne de tüketicinin yararını değil, tarım ticareti kontrolünü ellerinde bulunduran büyük şirketlerin çıkarını gözeten bir tarımsal sanayiyi destekleyen teknolojiye karşı verilen mücadelede, yerel çeşitliliğin ve biyoçeşitliliğin devamlılığı açısından çok ciddi bir tehdit oluşturmaktadırlar.

Gerek ulusal gerekse uluslararası alanda, transgenetiklere karşı faaliyetler yürüten, ekolojik tarım ile ilgili örgütler, diğer sivil toplum örgütleri ve genetik kaynakların korunmasıyla ilişkili organizasyonlar ile işbirliği içerisindeyiz. Avrupa Birliği içerisinde GDO’ların ekimi ve ticaretinin onaylanmasına, başarıyla devam ettiğimiz karşı duruşumuzu vurguluyoruz. İspanya Devleti’nde GDO’ların onaylanması ve GDO’lar yüzünden ekolojik tarlalarda görülen hasar ve kirlilik hakkında raporlar sunuyoruz. Ayrıca, transgenetiklerin bulunduğu yerellerde de bildiriler geliştiriyoruz. Dünya’nın geri kalanında ise, transgenetiklere karşı Via Campesina’nın devam ettirdiği mücadeleye katılmaktayız.

• Korunacak Çeşitlilikler: AB’nin 95/98 Direktifi

Devletlerarası ilişkilerde olduğu kadar yasal düzlemde de, genetik kaynaklar ve ekolojik tohumun korunmasına ilişkin durumun geliştirilmesi üzerinde aktif olarak çalışıyoruz:

• Korunacak çeşitliliğin ücretsiz kaydı.
• Korunacak çeşitliliğin kaydının devamlılığının ücretsiz sağlanması.
• “Koruyucu çiftçi” figürünün yaratılması
• Çiftçilerin yerel çeşitlilikler hakkında bilgi edinmelerini kolaylaştırmak ve onlar arasındaki değiş-tokuşu desteklemek.
• Yerel çeşitlerin değerlendirme ve karakterizasyonunu yapmak.
• Korunan tohumlar ve ekolojik tohumların üretim ve ticaretine ilişkin çalışmalar.
• Tarım ve beslenme için olan genetik kaynakların korunması ve kullanımı için ulusal bir plan hazırlamak.

• Yok Olma Tehlikesiyle Karşı Karşıya Olan Genetik Kaynakların Korunması ve Kullanımının Teşviki

Ayrıca şu konularda amaçlanan ölçülere ulaşmak için de çalışıyoruz:

A) Köy evlerinde saklanan, çeşitleri yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan tohum ve bitkilerin çiftçiler tarafından korunmasının, kullanımının ve ticaretinin kolaylaştırılması.

B) Beslenme ve tarımda, genetik kaynakların yararına geliştirilmiş olan geleneksel bilgilerin korunması, saklanması ve geliştirilmesine destek olmak.

C) Amaçları, çeşitli yerellerdeki ve ekolojik tarımdaki tohumların, bitkisel ürünlerin seçimi, çoğaltılması ve üretimi olan derneksel oluşumlar kurmak.

D) Yerel çeşitler, geleneksel gıdalar ve kültürel mirası korumak hakkındaki bilgileri desteklemek için fuar organizasyonları.

Bu amaçların, 2007-2013 döneminde, Kırsal Gelişim Plan ve Programları çerçevesinde finanse edilmesini önermiş bulunuyoruz. Bu programlar, sosyoekonomik gelişmeyi ve gıda kalitesinin arttırılmasını destekleyerek, çiftçilere ve kollektiflere topraklarını terketmek zorunda kalmayacakları alternatifler sunarak yerel hareketlere, biyoçeşitliliğe ve tarımsal ve kültürel mirasa önem vermek, onları korumayı hedeflemektedir.

• Katılımcı Düzenleme ve Araştırmanın Teşviki

Ayrıca inceleme alanında şunları destekliyoruz:

• Yerel çeşitliliğin ve korunan çeşitlerin hasat, karakterizasyon ve değerlendirilmesinin yapılması. Bu bağlamda, çiftçilerin bilgi ve deneyimleri ve modern bilim arasında bağ kuran ve çiftçi ve tüketicilerin ihtiyaçlarını göz öünde bulunduran katılımcı bir araştırma modeli kaçınılmazdır. Araştırma programları, bölgesel ya da yerel araştırma oluşumlarıyla koordine edilmelidir.

• Çevre koşullarına uygun, ekolojik tarım gibi sürdürülebilir tarım modelleri olan aile tarımını destekleyici araştırmaları desteklemek.

Düzenlemede:

• Köylerde biyoçeşitlilik seçimleri ve çiftçilerin ilgili oldukları yerel çeşitler hakkında bilgiyi destekleyici oluşumlar için gereken talebi karşılamak. (ki bunların, tohumların yeniden ekimi ve değiş-tokuşunu destekleyerek yapılması gereklidir)

• Tohum değiş-tokuşu yapmak ve yerel çeşitler hakkında bilgi alış-verişi yapmak üzere çiftçi grupları oluşturulmak Tohum, bilgi ve deneyimlerin paylaşılması için ağlar organiza etmek.

Konularında çalışıyoruz.

• Tüketici Katılımı ve Bilgisi

Tüketici ve diğer sivil toplum organizasyonlarının katılımını istemektedyiz. Bu bağlamda, elden gelen en çok bilginin tüketiciye iletilmesini sağlamak oldukça önemlidir:

• Yerel pazarları, mutfak kültürü ve gıda çeşitliliğini destekleyici biçimde yeniden düzenlemek.

• İşverenlere (patronlara) güncel tüketimin tarım modeli, çevre, biyoçeşitlilik ve sağlık üzerindeki etkisi ve sonuçları hakkında bilgi vermek.


Çeviren: Ekin Kurtic

TOHUM VE YAŞAM FORUMU BASIN AÇIKLAMASI


Tohum ve Yaşam Forumu 21-22 Nisan 2007 tarihlerinde İstanbul’da yapıldı. Forum, TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası, Çiftçi Sendikaları Konfederasyonlaşma Platformu ve GDO’ya Hayır Platformu tarafından düzenlendi. İstanbul Serbest Muhasebeci ve Mali Müşavirler Odası’nda yapılan toplantıya Ziraat Mühendisleri Odası başkan ve temsilcileri, çiftçi sendikaları başkan ve temsilcileri, GDO’ya Hayır Platformu aktivistleri, bilim insanları, Türkiye’den ve Avrupa’dan çiftçiler, çevre ve ekoloji dernekleri ve çeşitli demokratik kitle örgütlerinin temsilcileri ve aktivistleri katıldı. Forum kapsamında düzenlenen panel ve atölyelerde yapılan tartışmalarda ortaklaşılan görüşleri aşağıda aktarıyoruz.

Çiftçiler ve tohum

Köylüler, 10 bin yıldır (kuşaklar boyu) değişik iklim koşullarında, kültürlerine uygun bitki çeşitlerini doğayla işbirliği içerisinde yetiştirdi ve geliştirdi. O günden bu güne gıda arzının temelini bu zengin çeşitlilik oluşturdu. Günümüzde bu zengin çeşitlilik gen erozyonu ve gen korsanlığının tehdidi altında…

Yerel pazarlar ve yerel kültürler tarlalarımızda ürün çeşitliliğinin artmasına olanak tanımış, çiftçilerin onbinlerce çeşit geliştirmesine, tohum ve bitki çeşitlerini korumalarına yardımcı olmuştu. Küresel pazarlar yerel pazarların yerini aldıkça, çeşitlilik yerini monokültüre terk etmeye başladı.

Tohum ve bitkilerin varlığını güvence altına almanın en iyi yolu onları üreterek, korumaktır. Ancak ulusaşırı şirketler piyasa koşullarının gereğini yerine getirmek, açlığa ve kıtlığa çare olmak gibi çeşitli bahanelerle hangi bitki türlerinin yaşayacağına, hangilerinin yok olacağına etkide bulunuyorlar/karar veriyorlar…

Ulusaşırı tohum şirketlerinin elde ettiği her kazanım/mevzi sonucunda çiftçiler mesleğine her geçen gün daha fazla yabancılaşıyor, tarım şirketleşiyor. Bunun sonucu olarak da çiftçiler mesleğinden, köylüler kültüründen oluyor, köylerinden kovuluyor.

Çiftçinin en temel görevlerinden biri, tohumu saklamak ve onu meslektaşlarıyla değiş tokuş etmektir. Ulusaşırı tohum şirketlerinin dünyanın her yanında ulusal hükümetlere dayattığı yasalar, çiftçilerin bu yükümlülüğünü neredeyse bir suç haline getiriyor. Yasalar, çiftçileri zaman içerisinde yalnızca “kayıtlı” tohum kullanmaya yönlendirecek uygulamalar içeriyor. Şirketlerinden yana politikalar sonucu çiftçiler yavaş yavaş tohum endüstrisine bağımlı hale getiriliyor, köy çeşitleri kısa sürede ortadan kalkıyor.

Oysa, yerel halkların geliştirdiği yenilikler, dünya hükümetleri tarafından 1992’de Rio Dünya Zirvesi’nde imzalanan Biyoçeşitlilik Sözleşmesi ile tanınmakta ve korunmaktadır. Yasalar da biyoçeşitliliğin korunmasını hedeflemeli, ülkelerin kendi biyolojik zenginlikleri üzerindeki egemenliklerini tanımalı ve biyolojik kaynakların kullanımında sürdürebilirliliklerini ve adaleti desteklemelidir. Ülkeler, biyolojik çeşitliliğin korunması ve sürdürülebilir kullanımı açısından gerekli olduğu durumlarda yerel toplulukların bilgi, yenilik ve uygulamalarının yaygın kullanımının saygıyla karşılanmasını, korunmasını, sürdürülmesini ve teşvik edilmesini sağlamakla yükümlüdür.

Ulusaşırı şirketlerin patent ve benzer egemenlik kurma mekanizmalarına karşı mücadele etmenin etkili yolu çiftçi haklarının tanınması, yasal güvenceye kavuşturulması ve korunmasıdır.

Ekolojik-geleneksel köylü üretim modelinin endüstriyel metotlardan çok daha verimli ve sürdürülebilir olduğu her geçen gün daha fazla fark edilmektedir. Bu durum yerel tohumlar kullanma, yerel tohumla yerel üretim ve bu üretimin de öncelikli olarak yerel pazarlara sunumunun güçlendirilmesi anlamına gelmektedir.

Tohum ve Yaşam Forumu katılımcıları yerel tarımsal bitki hazinesinin korunması için çalışmalar yapacak, tohum bankalarının özelleştirilmesine ve kuracakları yerel tohum örgütleri vasıtasıyla tohuma sahip çıkacaktır. Tohumculuk yasasına karşı hukuksal ve siyasal mücadele devam edecek, bu kanunun riskler içerdiği ve meşru olmadığı çeşitli eylem ve etkinliklerle kamuoyuna aktarılacaktır.

Patentler, fikri mülkiyet hakları ve tohum

Beslenmenin ve kültürel kimliğin en önemli kaynağı olan tohum, yenilenen yaşamın kaynağı ve sürekliliğin, doğurganlığın kendisidir. Bunun için tohum her kültürde kutsal kabul edilir. Oysa ulusaşırı şirketler kârı kutsal kabul edip tohumu patentliyor, yoksul ülkelerin biyoçeşitliliği ve kaynakları üzerinde “fikri mülkiyet hakkı” iddia ediyorlar. Bu uygulamalarla, yoksul insanların küresel pazar koşullarının karşısında tutunabilmelerini sağlayan bu son kaynaklarını da ellerinden almaya çalışıyorlar.

Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT), ticaretle ilgili fikri mülkiyet hakları (TRIPs) konusunda 1999’dan beri tek tip bir patent yasası dayatılmakta, yaşamın kutsal sayıldığı ve patentlerin dışında tutulduğu azgelişmiş yoksul ülkelerin ahlak ve değer sistemlerinin farklılıkları yok sayılmaktadır.

ABD yasalarında, şirketlerin dünyanın dört bir yanından bitki çeşitleri, halk tıbbı, yerel ilaç vb. yerel kültür ürünlerini patent altına alma sürecini kolaylaştıran çeşitli çarpıtmalara yer veriliyor. ABD yasaları ve Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) “fikri mülkiyet hakları”nı zor kullanarak küreselleştiren anlaşmalarıyla biyokorsanlık teşvik ediliyor, yerel çeşitlerin, bilgilerin küresel pazarın ihtiyaçları için talan edilmesinin önü açılıyor. Sayılan bu olumsuzlukların nedeni olan DTÖ tarım ve gıdadan elini çekmelidir.

Tohumlar kısırlaştırılıyor. Tohumların kısırlık özelliği tohum veren bitkilere aşamalı olarak yayılıyor. Bu olumsuz gidişat, insanlar dahil, yaşam biçimlerini yeryüzünden silecek bir felakete doğru ilerliyor.
Ulusaşırı tohum şirketleri karşılıklı iyi ilişkilere, yardımlaşmaya, sürekliliğe ve bitip tükenmez bir doğurganlığa dayanan tohum kültürünü korsanlık, avcılık, doğurganlığın/sürekliliğin yok edilmesi ve tohumun kısırlaştırılması temelinde yeniden tanımlamaya çalışıyor.

Tohum ve Yaşam Forumu katılımcıları gen kaynaklarımızın ulusaşırı şirketlere devredilmesine karşı mücadele edecek, tohum envanteri çalışmalarına katkı üretecek ve küçük çiftçiler arasında tohum değiştokuşunu mümkün kılmak için yerel inisiyatifler arasında dayanışma ve işbirliğini sağlamak için çalışacaktır. Patent ve fikri mülkiyet haklarının tarım ve gıda alanına olumsuz etkileri çeşitli etkinlikler ve kampanyalarla kamuoyunun takdirine sunulacaktır.

Tohum, tohumun ticareti ve tüketiciler

Gıda ile tüketici arasındaki mesafenin kısaltılması, hem üretici hem de tüketicinin yararınadır. Köylüler tarafından üretilen gıdaların yerel pazarlarda tüketiciye sunulması halinde tüketici ile gıda kısa mesafede ve taze olarak buluşturulmuş olur. Gıdanın uzak mesafelerden taşınması fosil yakıta bağımlılığı artırmaktadır. Ürünün tüketiciyle direkt olarak, aracısız buluşturulması, tüketicinin hem güvenli/kaliteli hem de ucuz gıdaya ulaşmasını sağlamış olur. Sağlıklı gıda, sağlıklı tohumdan elde edilir.

Ancak, günümüzde uluslararası ticaret, ulusaşırı şirketler tarafından kontrol ediliyor ve sürdürülemez üretim sistemleri temelinde işliyor, işletiliyor. Bu şirketler güçlerini yerel (ulusal) gıda sistemlerini ele geçirmek için kullanıyor, insanları kendilerinin denetledikleri gıdaları almaya mecbur ediyorlar. Ulusaşırı şirketler, DTÖ tarafından dayatılan serbest ticaret antlaşmaları aracılığıyla küresel pazarlardaki gıdayı ve tarımsal malları denetimleri altına alıyor, kendilerine fayda sağlıyorlar. Ulusaşırı şirketler yerel ve geçimlik ekonomileri tahrip ediyor, halkların yeterli, güvenli, sağlıklı ve ekolojik olarak sürdürülebilir bir şekilde üretilmiş gıdaya ulaşmalarını engelliyorlar.

Türkiye’nin tarımsal üretimde kendine yeterli olması ancak tohum konusunda kendine yeterlilikle mümkündür. Gıdanın uluslararası siyasete malzeme yapıldığı ve zaman zaman bir çeşit silah gibi kullanıldığı unutulmamalıdır. Bu silahın üretim materyali de tohumdur.

Tohum ve Yaşam Forumu katılımcıları tohum alanında yerel üretim ve yerel pazarları savunacak, üretici ve tüketici arasındaki iletişimi ve bağları güçlendirecek etkinliklere destek verecektir. Tarımsal üretimin her aşamasında yerli tohumların kullanılmasının teşvik edilmesi için çalışmalar yapılacak, tohum konusuna kamu tarafından sahip çıkılmasının gerekliliği savunulacaktır.

Tohuma sahip çıkmak gıdaya sahip çıkmaktır!

TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası
Çiftçi Sendikaları Konfederasyonlaşma Platformu
GDO’ya Hayır Platformu